socratesXreflect_alt

Bir Asır

12 dk

Roger Angell, sporu gerçekten umursadı. Tutkulu ve derinlemesine bir şekilde. Önce bir seyirci, sonra yazar olarak. Bazen de her iki sıfatla...

Benim için Roger Angell, 20 Mayıs 2022 tarihinde, 101 yaşında hayatını kaybeden ünlü bir beyzbol yazarı değildi yalnızca. The New Yorker'ın ilk öykü editörlerinden biri olan annesi Katharine Angell'ın etkisiyle prestijli derginin kapılarından giren, üvey babası E.B. White'ın efsaneleşmiş metinlerinin en yakın tanığı haline gelen, Vladimir Nabokov'dan John Updike'a birçok büyük kalemle çalışan, yaşayan bir yayıncılık tarihi de sayılmazdı. 'Beyzbol şairi' veya 'beyzbol denemecisi' lakapları da hiçbir zaman ilgimi çekmedi.

Daha doğrusu Roger Angell, bütün bunları kapsıyordu. O hem bir tarih hem de spordu. Hem 1930'lar Hollywood sinemasıydı hem de 1960'lar Fransız Yeni Dalgası. 'New Deal'ın hüküm sürdüğü Roosevelt yıllarını da kaosun damga vurduğu Trump dönemini de kâğıda dökmüştü. Boksun ABD gündelik hayatının kalbinde olduğu, New York'u kasıp kavurduğu vakitlerde de elinde kalem vardı, NBA ve NFL'in ortalığı ele geçirdiği zamanlarda da… O benim için, mesleki açıdan bir idoldü. Bir kahraman. Hepsinden de öte, bir ağaçtı.

Ağaç mı? Evet, bir asırdan fazla yaşayan bir ağaç.

"Nerelerdeydin? Her yerde seni aradı gözlerim."

Roger Angell'ın yüreği, 1986'da John Cerutti'den bu cümleyi duyduğunda parçalanmıştı. Sebebi basitti. Ünlü yazar, spor dünyasında konuşabileceği insanlara mikrofon uzatmaktan keyif almıştı hep. 1984 sezonunun başında çaylak Cerutti ile sohbet etmek de hoşuna gitmişti. Cerutti, Angell'a "En büyük hayalimi bilmek ister misin?" diye sormuş, hemen anlatmaya başlamıştı: "Hayalim bir gün takıma girip Ron Guidry'nin karşısına çıkabilmek. Cumartesi öğleden sonrası, tıklım tıklım tribünlerin önünde, kahramanımı mağlup edebilmek… Bu yüzden beni izlemeye devam et." Angell söz vermişti. O gün geldiğinde tribünde olacaktı.

Ne yazık ki beyzbol takvimi içinde her büyük âna tanıklık etmek imkânsızdı. Cerutti'nin hayali gerçekleştiğinde, Angell ekran başında, bir yemeğin ortasındaydı. Birkaç gün sonra gazeteci dostlarından şunu duydu: "Cerutti seni arıyordu." Sonra günün kahramanı geldi ve malum soruyu sordu: "Hey, nerelerdeydin?" Angell üzgündü: "Sözümü tutamadım, kusura bakma." Cerutti, hız kesmeden Guidry'ye karşı yaptıklarından söz etmeye başlamıştı. Angell, "Evde hepsini seyrettim" dedi ve ağzındaki baklayı çıkardı: "Biliyorum, bahane olamaz ama vaktiyle bana rüyandan söz ettiğinde buna inanmamıştım. Çünkü hayat böyle işlemez. Ama işte, beyzbol…" Cerutti de ona katılıyordu. "Beyzbol, farklıdır. Burada böyle şeyler olur."

Bu anı, Angell'ın neden diğer spor yazarlarından ayrıldığının kanıtıydı. Elbette The New Yorker gibi hikâyeye önem veren, günlük gazete temposunda çalışmayan bir yerde bulunmanın da etkisi vardı ama onun en büyük farkı, insana ve oyuna verdiği değerdi. Angell, yazılarına kendi hayatını katan bir seyirciydi. Season Ticket kitabında dediği gibi: "Dostlar ve eleştirmenler beni oyunun tarihçisi, beyzbol denemecisi, hatta şairi olarak adlandırıyor ama aslında metinlerimin ortak noktası bir otobiyografi olmaları; hepsi benim seyirci olarak hikâyem." Coşku ve merak, hayatından hiç eksilmedi. Sinema eleştirileri, öyküler, politika metinleri yazmış; hikâye editörlüğü yapmıştı. Beyzbolda ise sadece bir seyirciydi. O da bunu büyüsüne dönüştürdü. New York'tan Kansas'a, Detroit'ten San Francisco'ya uzanırken değişen ABD'nin tanığı oldu. Oyun kadar oyunun etrafındaki dünya da ilgisini çekiyordu. Bir yazısında Watergate sonrası ülkedeki iklime vurgu yapıyor, diğerinde ise tribünde gördüğü bir böcek üzerinden stadyum deneyimini yazıyordu.

Elbette her takıma aynı mesafede değildi. Mets taraftarıydı ve Amerikan spor yazarlığının "Kaybeden takımın soyunma odasına git, orada daha ilginç hikâyeler bulursun" anlayışını Mets'le uygulamıştı. Yıldızlar ilgisini çekiyordu ama yıldızlardan ötesini görebiliyordu. Sadece beyzbolda da değil… 1930'lar Hollywood'unu anlattığı bir yazıda şöyle diyordu: "Bugünlerde eski bir filme denk geldiğimde beni uyanık tutan yıldızlar olmuyor, rol oyuncularına bakıyorum. Film hayranlığıyla yanıp tutuştuğum çocukluk yıllarımda kendime ait bir ailem vardı ama son derece canlı ve eksantrik yüzlere, davranış biçimlerine sahip o yetişkinlere hissettiğim yakınlık da rahatlatıcıydı. Daha büyük roller kaptıklarında gururlanıyordum." Büyüdükçe de beyzbolda, politikada, hayatta böyle bir sürü dost edinmişti. O dostları, tıpkı John Cerutti gibi büyük bir iş yaptıklarında Angell'ı aramışlardı. Mutluluklarında da hayal kırıklıklarında da onun kalemine konu olmak istiyorlardı.

Kendisi bunu bazen kabul etmese de beyzbol, Angell için biraz da hayattı. 1920 doğumlu yazar, Early Innings'te çocukluğunu beyzboldan ibaret görmez. Spor, babasıyla arasındaki bağı güçlendirse de küçük Roger'ın yaşamı daha karmaşıktı: "Evdeki ilgi alanlarımı şöyle sıralardım; okumak en tepedeydi, arkasından tartışmalar ve sohbetler gelirdi, politika, yalnızlık (babam henüz yeniden evlenmemişti ve annemi özlüyordum), arkadaşlar, şakalar, egzersizler, aktif sporlar, hayvanlar, tiyatro, filmler, profesyonel ve kolej seviyesinde spor müsabakaları, müzeler… Ergenliğe girmeden önce bile kendimi bu alanların katılımcısı hissediyordum, babam yemek masasında bana asla üstünlük taslamazdı."

1930'lar ABD'sinde büyüyen Angell, değişik bir dünyanın kapılarındaydı. Roosevelt döneminin öncü politikaları New Deal adıyla manşetlere çıkıyordu ve Joe DiMaggio gibi birçok yıldız yükselişteydi. ABD, daha demokrat bir yer haline gelirken Angell da heyecan duyuyordu. Belki dünya yeni bir savaşa doğru gidiyordu ama o; gazetelerden, radyodan, sık sık da tribünden takip ettiği bu sporun çevresinde mutluydu. Roosevelt'in hamlelerine o kadar kendini kaptırmıştı ki bir yerde DiMaggio'nun çaylak sezonundan bahsederken şöyle diyordu: "Diğer takımım New Deal da kazanıyordu. 1933 yılında her hafta Beyaz Saray'dan bir başka ilerlemeci politikanın duyurusu yapılıyordu…"

Angell'ın spor tutkusu farklı kitle iletişim araçlarından besleniyordu. Gazeteleri okurken box score'a (istatistik tablolarına) âşık olmuştu: "Bütün o geniş, yeşillik dolu görüntüsüne ve tahmin edilemez doğasına karşı beyzbol, en yoğun şekilde matematiğe dökülen açık hava sporudur. Bu düzen, box score'lara bakan beyzbol hayranlarına, tecrübelerinin ve hafızalarının yardımıyla, Don Giovanni operasının nota kâğıdını inceleyen bir müzisyenin kulağında enstrümanları duymasına benzer bir haz verir." Herkes gibi Angell da çocukluğunu özlüyordu. Ona göre, büyüdüğü yıllarda spor kapitalizmi henüz hayatın her noktasını işgal etmemişti. Tribünde olmak mühimdi zira sporcularla temas edilecek tek yer orasıydı. Televizyon yoktu, tekrar gösterilen pozisyonlar ve özetler de…

1930'lardan bahsederken hep babasının dünyasına dönüyordu. Babası politik açıdan aktifti; Jim Crow yasalarından, ifade özgürlüğünden, ırk ve cinsiyet ayrımcılığından bahseden bir yurttaştı. Angell şöyle yazıyordu: "Babamların neslinin bir farklı yanı da mücadelelerin eninde sonunda kazanılabileceğine inanmalarıydı. Haberler ağırdı, tehditler tazeydi fakat her problemin içinde çözümü de görebiliyorlardı. Artık özgürlüklerimize veya başka şeylere dair böyle bir his taşımıyoruz. Babam beyzbola da aynı şekilde yaklaşırdı. Asla büyük bir oyuncu veya kolej topçusu olabilecek yetenekte değildi ama ne zaman bir oyuna rastlasa içine atlar ve kazanmak isterdi. Bugünlerde bu bize romantik veya aptalca gelebilir zira artık Amerikan hayatında çoğu şey -beyzbol da buna dahil- mümkün görünmüyor. Artık ekranlar ve istatistikler sayesinde oyuna dair her şeyi biliyoruz ve bunun sonucunda kimse kendisini bu oyunu oynamaya layık görmemeye başladı. Televizyon ve spor gazeteciliği sayesinde, bu genç yıldızların yetenekleri, kazançları ve özel hayatları hakkında her türlü malumata sahibiz ama onları eskisi kadar sevmiyoruz. Kendimizi de eskisi kadar sevmiyoruz."

Dolayısıyla her şeyin televizyon ekranına göre değişmesinde, sporun bireylerin hayatından çıkmasında hüzünlü bir şeyler görüyordu. Zamanla yazar olarak da değişmişti. 1960'lardan itibaren beyzbolun zanaat tarafı daha fazla ilgisini çekmişti. Sporcularla, antrenörlerle, gözlemcilerle saatlerce konuşuyor, hepsine aynı şeyi soruyordu: "Yaptığın şeyi nasıl yapıyorsun?" Kimi zaman en büyük sırlara gidilen yol, basit sorulardan geçiyordu.

Beyzbola meraklısı ABD Başkanı Franklin Roosevelt, tecrübeli oyuncu Rube DeGroff ile koyu bir sohbette. (Ağustos 1936)

Beyzbola meraklısı ABD Başkanı Franklin Roosevelt, tecrübeli oyuncu Rube DeGroff ile koyu bir sohbette. (Ağustos 1936)

Angell, benim için bir ağaçtı. Neden mi? Cevabı Fransız yönetmen Chris Marker'in bir röportajında gizli: "Place de la Republique'in arkasında bütün eylemlerin başladığı ve bittiği bir balkon vardır. Eski fotoğraf makinemle oradan görüntü almayı başarmıştım. Ardından Japonya, Kore, Bolivya, Şili'ye gittim. Gine'deki öğrencileri filme çektim; Kosova'daki doktorları, Bosna'daki mültecileri, Brezilya'daki aktivistleri ve hemen her yerdeki hayvanları. Duvarın yıkılışından sonra Doğu Almanya'daki ilk seçimleri gördüm, perestroykanın arkasından artık birbiriyle konuşmaktan çekinmeyen insanların olduğu Moskova'yı kokladım. Filmi videoyla, videoyu bilgisayarla takas ettim. Her şeyin ortasında, o balkondaki ağaç büyümesini sürdürdü, çok az, birkaç santim. O birkaç santim, hayatımdan gelip geçen 40 yılı anlatıyordu."

20 ve 21'inci yüzyılda gazeteden radyoya, radyodan televizyona taşınan yaşam, Angell'ın ömrünün kapanış bölümünde internetin ta kendisi oldu. The New Yorker'ın çınarı, bu değişimlerin ortasında etkisi asla dinmeyen, gölgesinde serinlenen bir ağaç olarak kaldı. Hayatının son yıllarında dergiden çok internete yazdı ve 'blogger' olmaktan hiç gocunmadı. Nerede yazdığı mühim değildi; o bakmayı, konuşmayı, yaşamayı seviyordu. Ve yazmayı. Bir denemesinde "Neden umursuyoruz ki?" diye sormuştu. Bir oyuna veya kulübe ait hissetmek, kendimizi böylesine önemsiz, ticari açıdan sömürüye açık bir şeye adamak ilk bakışta çocukça ve aptalca geliyordu. Ama durup düşününce 'Bir saniye' demişti: "Unutulan şey, umursama endüstrisi. Bir şeyi tutkuyla, derinlemesine, gerçekten umursamak, hayatlarımızdan kaybolan bir duygu. Artık öyle bir noktaya geldik ki bu hissi korumak, umursadığımız şeyin ne hakkında olduğundan çok daha önemli. Naiflik -yetişkin bir adamı ya da kadını gece yarısı tesadüfi bir şekilde uzaklara havalanan bir topun peşinde çocuksu ve bayağı şekilde dans ettiren, bağırtan o şey- böylesine bir hediye karşısında ödenen ufak bir bedel."

O da umursamıştı. Beyzbol, saate karşı oynanmıyordu ve maça gittiğinizde zamanın nasıl farklı aktığını hissedebiliyordunuz. Ona göre, beyzbolun biraz da aynı kalmasının temelinde bu yatıyordu. Oyuncular, selefleriyle aynı tempoda işlerini icra edebiliyorlardı. The Interior Stadium'da dediği gibi: "Oyun, bizim gençliğimizde de babalarımızın gençliğinde de daha evvelinde de böyle oynanıyordu ve birçok insan, beyzbol sahasında zamanın durduğunu hissediyordu. Böylece sonsuza dek genç kalabiliyordunuz."

Roger Angell da yaşayacak. Bir yaz günü, her şeyin değiştiğini, daha kötüye gittiğini hissettiğim bir anda yeniden onun gölgesine döneceğim. O gölgede zaman duracak ve oyun devam edecek.

Socrates Dergi