
Bir Başkadır
15 dk
Türkiye, büyük turnuvalardaki ilk büyük başarısını Euro 2008'de elde etmedi. Ancak orada yaşananlar, herkes için bir başkaydı. Özellikle de turnuvanın kahramanları için…
Doğru, nostaljiden hoşlanan bir ülkeyiz. Geçmiş bayramları, özel günleri ve hikâyeleri yaşatmayı çok seviyoruz. Örneğin Euro 2008, aradan iki Avrupa Şampiyonası ve 13 yıl geçmesine rağmen ilk günkü sıcaklığını koruyor. Nihat'ın direkten içeri giren topu, Tuncay'ın kaleye geçmesi ve Semih'in gol sevinci hâlâ gözümüzün önünde. Ama bu turnuva, gözümüzün önünde yaşanmamış onlarca anıyı da barındırıyor. Turnuvaya en yakından tanıklık eden isimlere Euro 2008'i sorduk.
İnce Detaylar
Nihat Kahveci: 2002 Dünya Kupası'nda ilk 11'de oynamadım ama iki maçta sonradan oyuna girmiştim. Kulübede oturmanın, o atmosferi yaşamanın büyük faydasını gördüm. Bu bilinçle sonraki turnuvalara gidebilmemiz için büyük çaba gösterdim ama kısmetimiz Euro 2008'miş. Yaş olarak tecrübelenmiştim ve Villarreal formasıyla LaLiga'da iyi futbol oynuyordum. Dolayısıyla bakış açım bu sefer ilk 11'de olmaktı. Ne mutlu ki bana kaptanlık dahi nasip oldu. Takımdaki ortamın nasıl keyifli olduğunu şöyle anlatayım: Rüştü Abi'ye (Reçber) çeyrek finaldeki Hırvatistan maçı öncesi kaptanlık pazubendini verdiğimde, "Hayır Nihat, bugüne kadar sen taktın ve her şey yolunda gitti" deyip almadı. Kimin sahada olduğunun, kimin kaptan olduğunun önemi yoktu. Birlik ve beraberlik içinde mücadele eden bir oyuncu grubuyduk.
Türkiye Milli Takımı olarak enteresan bir alışkanlığımız vardır. Büyük şampiyonalara zor gideriz ama gittiğimizde de bir şekilde renk katarız. En azından benim içinde bulunduğum 2002 ve 2008 jenerasyonları bunu kanıtlamıştı. Turnuvalar çok enteresandır; ilk maçı kaybedebilirsin, kazanabilirsin ama hâlâ hiçbir şey belli olmaz. Günün sonunda ince detaylar belirler başarını. O yüzden en ufak hataları yapmamak ve sahadaki en küçük pozitif şeyden motivasyon üretmek gerekiyor. 2016'da öyle bir Avrupa Şampiyonası var ki Portekiz üç beraberlikle gruptan çıkıp şampiyon oldu. Bu nedenle her dakikanın önemini, hem saha içinde hem de saha dışında bilmek lazım.
Açılışta kötü bir Portekiz mağlubiyeti sonrası bileğimize kadar yağmur suyunun içinde yüzdüğümüz İsviçre maçını 1-0'dan çevirip kazanmayı bildik. Üçüncü maçta Çeklere 2-0 mağlup durumdayken aklımızda artık ülkeye dönüş yolculuğu, tatili nerede yapacağımız vardı. 75'te Arda (Turan) ilk golü attı ve reaksiyon verdik. 87'de Hamit'in (Altıntop) ortasını Petr Cech elinden kaçırdı ki bu sayede belki hayatımın en kolay golünü attım. Dünyanın en iyi kalecilerinden olan Chelsea'li Cech'den bahsediyoruz. Akla gelir mi o topu kaçıracağı? Sanki bir güç beni topu takip etmeye itti. Son golde ise pozisyon başlarken yapacağım vuruşa hazırlanmıştım. Yine de topun kaleye gittiği iki saniye bana iki ay gibi geldi. Direğe doğru giderken "Çarpma, çarpma, çarpma, çarpma!" diye düşünüyordum. Çarptı da içeri girdi neyse ki…
O meşhur golden sonra orta sahaya dönerken Hamit gelip kulağıma, "Gol atmadım ama üç asist yaptım" demez mi? Gerçekten de bir düşündüm, öyle olmuş. Arda'nın gölündeki pası o verdi, Cech'in elinden kaçan ortayı o kesti, son golde bana topu o bıraktı… Hamit'in kaybettiğimiz ilk Portekiz maçı sonrası bir takım konuşması var ki o da çok mühimdir. Biz "Yahu bu adam niye bu kadar sinirlendi" diyoruz içimizden. 'İki kere iki dört'çüdür Hamit, orada da ağzına geleni söyledi. "Ama arkadaşlık iyi" diye bitirince sanki yenilginin havasından çıkıverdik biz. Başarı yolu da aslında bu gibi anların sağladığı inanç ve yapılan fedakârlıklarla açıldı.

"Hırvatistan maçında sakattım. Ama bir daha nerede oynayacaksın o maçı? 114 dakika adalemden ses gelir vaziyette mücadele ettim." -Nihat Kahveci
Çeyrek finaldeki Hırvatistan karşılaşmasında sakattım mesela. Ama bir daha nerede oynayacaksın o maçı? 114 dakika adalemden cırt cırt ses gelir vaziyette mücadele ettim. Tabii sonra bomba patladı. Adalem dizdeki bağlantı yerinden aşağı inmiş tamamen. 118'de golü yedik, 120'de Semih (Şentürk) atınca sakatlığımı unutup bacağımda buzla sevince katılmaya çalıştım. Nitekim penaltılarla kazandık ama ben yarı finaldeki Almanya maçını hastane yatağından izlemek zorunda kaldım. Birçok eksiğe rağmen arkadaşlarımız turnuvanın belki de en iyi maç performansını ortaya koydu. Talihsizlik bu ya, son dakika golleriyle geldiğimiz yarı finalde son dakika golüyle gittik. Eğer finale çıksak her şey bambaşka olabilirdi…
Sorumluluk
Tuncay Şanlı: Turnuvanın başlangıcını nedense biz İsviçre maçı olarak görürüz. Ama başlangıç olarak görmemizin sebebi, o birlikteliğin kendini gösterdiği maç olmasıdır. O maçtan önceki toplantıda Fatih Hoca, beni ve Arda'yı yanına çağırdı, "Arda'yla önlü arkalı oynayacaksınız, oynayabilir misiniz?" dedi. Dedik "Tabii ki hocam, oynarız." Hocanın yanındayken Arda, "Ben savunmaya gelirim" diyor, ben "Hücuma giderim" diyorum. Maç başladı, başlar başlamaz Arda'ya "Sen ileride kal" diye bağırdım. Çünkü bizim Arda'yı ileride kullanmamız lazım, geriye gelerek çok yormamalı kendini. "Ben senin yerine koşarım, merak etme" dedim. Ve koştum da. Turnuvanın özetini son saniyelerde aramak normal ama buralardır aslında sizi son topa kadar mücadele ettiren yerler.
Keza Çek maçına bakalım, benzer bir senaryoda benim kaleye geçmem var. Herkes "Nasıl öyle karar verdin?" diye soruyor ama ortada bir karar yoktu ki. Kadrodaki herkes kaleye geçmek için hazırdı. Sadece ben erken davrandım. Volkan kırmızı kartı görür görmez kafayı kenara çevirdim, Fatih Hoca ile göz göze geldim. Hocanın en büyük özelliklerinden biridir, bazen konuşmadan el hareketleriyle de yönlendirebilir sizi. Hoca beni gördü, elimi kaldırdım ve bir baktım kaledeyim. Ama yürümeye başladığım yerle kalenin boyu bir mi? Ben adım atmaya başladıkça kale büyümeye başlıyor, "Allah'ım" diyorum, "Ne yapacağım ben şimdi?" Zaten dikkat etmişsinizdir, kaleye geçer geçmez ellerimi açıp dua etmeye başlıyorum. "Bizi ne olur mahcup etme" diyorum. Allah'a şükür etmedi fakat o birkaç saniyede yaşadığım sorumluluk duygusu, stres benimle mezara kadar gelir. Ama dedim ya, bu anlar belki gol atmak gibi, asist yapmak gibi değildir fakat bu mücadele taşır sizi ileriye.
Örneğin İsviçre maçında Arda'ya "Gelme" dediğimden söz ettim. Tam tersi, Sabri'ye "Git" dediğim de oldu. Hırvatistan maçı, son saniyeler. Öyle bir noktadayız ki kim nerede, kimse bilmiyor. Bir baktım ben en arkadayım, arkamda sadece Rüştü Abi var. Yanımda da Hamit. Herkesi ileri yollamışız ve sadece ikimiz kalmışız. Golü de yemişiz zaten, kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. Bir duran top oldu, Sabri yanıma geldi. "Sen burada niye duruyorsun? Hadi gitsene yerine" dedim. Dedi ki "Benim zaten yerim burası." Ya, ne yeri zaten bu saatten sonra, git işte ileriye, yerden kastım o. Diyor ki bana, "Ben gitsem bu boyla ne yapacağım ileride, kafa topuna mı çıkacağım?" Haklı aslında ama o an takım arkadaşınıza o kadar çok güveniyorsunuz ki Sabri'nin gerçekten o boyla stoperlerin arasından yükselip kafa vuracağını düşünüyorsunuz. "Git ya" dedim "Sen git, önemli değil." O da muhtemelen anlamadı niye gönderdiğimi. Bana giderken bakış attı, "Beni niye gönderiyor bu adam" diye ama o an boymuş, kiloymuş hiç önemli değil. Tamamen yüreği ortaya koymakla ilgili onun oraya gitmesi.
Maç penaltılara kaldı, Sabri'ye ne dediysem Arda ve Semih'e de dedim. Semih golcü olmasına rağmen daha önce hiç penaltı atmamış. "Oğlum" dedim, "Hiç köşeye falan gerek yok, direkt neresi eserse vurun, gol olacak." Öyle bir atmosfer, öyle bir inanç vardı ki içimizde, bunu hissederek söyledim. Harika penaltılar da atılmadı. Köşeye, doksana, çıkarılamayacak yerlere gitmedi ama hepsi gol oldu. Demek istediğim de buydu. Bazen inanç, tekniği yener. Hatta bir benzeri, hiç sahada bile olmadığım Almanya maçı. Ben maçlara çıkarken müzik organizasyonlarını yapmayı severim takım içinde. Otobüs durdu, önce tüm teknik ekip indi, doktorlar indi. Otobüste sadece futbolcular kaldı, açtım müziği ve yavaş yavaş otobüsten inmeye başladım. Omzumda hoparlör, arkamda bizim çocuklar…
Bangır bangır Mehter Marşı ile koridorlarda yürüyoruz. Sahaya bir girdik, elinde değneklerle Servet yanıma geldi. Biliyorsunuz, Servet durmadan sakatlık yaşadı turnuvada. "Tuncay" dedi, "Ben bu değnekleri atarım ve bu maçta oynarım." Tamam, elbette Vatan-Millet-Sakarya değildi ama Mehter Marşı'nın kanımızda dolaştığını hissetmiştik. UEFA yetkilileri de anlamadı olayı, herkes birbirine bakıp "Ne oluyoruz ya" diyordu. İşte önemli olan bu inancı oradaki yetkililere bile aktarabilmekti. Ben Servet'e, Semih'e içimdeki inancı aktarabilirsem, o da gittiğinde içerideki kişilere bu inancı aktarabilirdi. Sanırım aktardık da zaten...

"Sahaya girdik, elinde değneklerle Servet geldi. 'Tuncay' dedi, 'Ben bu değnekleri atarım ve bu maçta oynarım.' -Tuncay Şanlı
Son Şans
Ayhan Akman: Euro 2008, herkes için çok özel bir turnuva fakat benim için biraz daha özel olmasının bir nedeni var. Ben Euro 2000 kadrosunda da yer almış ancak o turnuvada hiç forma giyememiştim. O zaman 23 yaşındaydım, üzülmüş ama çok fazla kafaya takmamıştım. Elbet bir daha şans gelir diye düşünüyordum. 2004'ü ülke olarak pas geçtik, şans bir kez daha 2008'de ayağımıza geldi. Artık yaşımız da var, muhtemelen son turnuvamız olur diye düşünüyoruz. Ha, kesin 11 oynamayı beklemiyorum ama "Ya burada bir süre alsak fena olmaz" hissi var kafada. Portekiz maçı geçti, yok. İsviçre maçı geçti, yok. Çek Cumhuriyeti maçı geçti, yok. Hırvatistan'a geldik, o da yok. En son artık Almanya maçına geldik, üstüne kadroda yığınla sakat ve cezalı var. Yine içimden geçiriyorum, "Bu sefer de mi oynamadan geçireceğiz turnuvayı?" diye. Ama madalyonun diğer yüzü, ister istemez bu kadar eksikle şans bulacağımı da düşünüyorum.
Almanya maçından önce son antrenmanları yapıyoruz. Antrenman bitti, odalara gideceğiz. Bir baktım, asansörde Fatih Hoca. Odalar epeyce üst katlarda, çıktıkça çıkıyor asansör. O garip sessizliklerden oldu. Hoca da sessizliği fırsat bilip "Oğlum, biz sana hep güvendik zaten. Çıkacaksın, oynayacaksın, bu kadar basit" dedi. Hoca ile birlikte indik asansörden, Arda ile birlikteyiz. O günden beri bana bunun esprisini yapar, sağ olsun. "Abi hoca sana o kadar güveniyordu ki Almanya maçında 11'e ilk senin adın yazdı" diye. Bu ve benzeri şakalar, sohbetler, geyikler o kadar çok olmuştu ki o turnuvada. İnanın, aklıma her gün bir yenisi geliyor, telefona sarılıyorum, birilerini arıyorum. Tuncay, Arda, kimle yaşadıysak artık. İnsanlar futbol hakkında konuşurken bazı değerlerden uzaklaşmaya başladı. O tarz konuşmalar yapılmıyor. Kaynaşma, arkadaşlık, birliktelik gibi unsurlar unutulabiliyor. Ama Euro 2008 hakkında konuşacaksak bence o dostluğu, Antalya kampını, okey odalarını konuşmak da gerekli. Örneğin turnuva öncesi Antalya kampı hiç konuşulmaz ama bence Fatih Hoca'nın turnuvada yaptığı en mantıklı hareketlerden biridir. Sağ olsun, çoluk çocuk herkesi toplamıştı kampa. Sanki hep beraber tatile gitmiş gibiydik.
Ben inanıyorum ki o Antalya kampı bizim son topa kadar inançla savaşmamızı sağladı. Neden? Çünkü o kamp, önce İsviçre'deki otel odalarına taşındı, sonra da sahaya. Turnuva kampında akşamdan başlardık sohbete. Eğlencesine okey masaları kurardık, hem sohbet eder hem maçı düşünür hem de eğlenirdik. Bazen bir oda yetmezdi, odalar birleştirilirdi. İki, üç odada herkes kaynaşır, 10-15 kişi oyunlar oynardı. Ya düşünün, her akşam. Sonuçta tabii ki işin futbol tarafı, antrenman tarafı, disiplin tarafı var. Ama bir de işin keyif boyutu var. Kampa gir, gece gündüz maçı düşün, öyle değil yani. Biz her akşam yemeğinden sonra önce odalara çekilirdik, birkaç saat sonra da odaları hazırlardık ve okeye başlardık. Yancılar, ikinciler, esas oynayanlar, sadece sohbete gelenler…
Hatta o dönem Şükrü Hanedar da vardı, hocanın yardımcısı gibiydi. O da arada sırada oynardı. Fatih Hoca bile bazen uğrardı. Öyle basmaya veya yakalamaya değil. Arada "Geç oldu, haydi dağılın" demeye geliyordu. Ama saha içinde bu dostluğun oyuna artı yazacağını biliyordu. Sadece sohbet ve geyik yapıyoruz gibi de anlaşılmasın. Maç içinde ne yapacağımızı, önceki maçtaki hatalarımızı, bire birde kimi savunacağımızı, her şeyi konuşurduk. Bizi yarı finale götüren geceler de o odalardı. Zaten o birliktelik bu geri dönüşleri yapmamıza yardım etmişti. Şimdi anlatıp o günlere dönünce ne değerli günler geçirmişiz diye düşünüyorum. Çok keyifliydi ya, hakikaten çok keyifliydi!
Futbolun Doğruları
Tümer Metin: Umarım bir daha aynı şekilde, aynı hislerle, benzer bir arkadaşlık ortamının yaratıldığı bir milli takımımız olur. O takımdaki herhangi bir arkadaşımla ne zaman görüşsek aynı duygularla geçmişi yâd ediyoruz. Teknik ekibinden, kıymetli federasyon başkanımız rahmetli Hasan Doğan'a kadar tam bir takımdık.
Ben takım içinde abilik, kardeşlik ya da takımın büyüğü olmak gibi rollere pek inanmam. Bir takımda herkes kendi üstüne düşeni yapmak durumundadır. Yeri geldi grubun en gençlerinden olan Arda Turan abilik rolüne soyundu, yeri geldi Rüştü ve ben ekibin en büyükleri olarak gencecik bir çocuğun yapması gerekenleri yaptık. Başarı da zaten biraz o küçük detayların içinde saklı. Ama naçizane, Fatih Hoca'nın ve çalıştığım diğer hocaların da biçtiği bir roldür; benim etrafımı derleyen toparlayan bir tarafım vardır. O rolü 2008'de de üstlenebilmişsek ne mutlu...
Euro 2008 ne zaman konuşulsa lafı aynı yere getiriyorum: Herkes geri dönüşlerle, galibiyetlerle, yarı final yolculuğuyla hatırlar. Mesela sokakta insanlara maçları sorsanız herkes İsviçre der, Çek der, Hırvat der, Almanya der… Kimse Portekiz'den bahsetmez. Orada feci bir performansımız vardı ve bizi âdeta sürklase etmişlerdi. Henüz turnuvaya gelmemiş gibi hissediyorduk. Hamit'in meşhur konuşması o maçtan sonraydı. İsviçre maçının devre arasında da hocanın sert bir konuşması oldu. "Ben kime inandığımı, kimleri seçtiğimi biliyorum. Size hâlâ güveniyorum. Beni mahcup etmeyin, çıkın ve kimi neden seçtiğimi ispatlayın" sözleri, turnuvanın kırılma anlarından biriydi. Başarımızda arkadaşlığın önemli payı var ama yetmez tabii. Biz teknik taktik olarak da riayet ettik, biz ruhu da ortaya koyduk, biz futbolun doğrularını da yaptık. Sonuçta yol bizi yarı finale kadar götürdü.
Turnuvanın en iyi maçı yarı finaldeki Almanya maçı mıydı? Maç öncesindeki onca aksilik, onca eksik aslında hiç böyle bir performansı işaret etmiyordu. Ya onlar kötü günündeydi ya biz müsaade etmedik, bilmiyorum. Sanırım biz müsaade etmedik. "Çok eksikleri var, kolay geçeriz" duygusuna sahip olduklarını sezmiştik ve bunu fırsata çevirdik. O gün ilk defa forma giyen Ayhan Akman gibi arkadaşlarımız da olağanüstü performans sergilediler. Kaçırdık ya, finali kaçırdık. Orada da detaylar vardır. Mesela son gol öncesi savunmada Colin Kazım'ın ayağı kaymasa, kullandığım o frikik daha etkili gitse...
Hayatımda hiç sorumluluktan kaçmadım. Hele de o yeşil sahanın üstünde hiçbir zaman kaçmadım. Bugün olsa yine son dakikada o serbest vuruşun başına giderim. Ama samimi bir itiraf olsun, ben kafaca o frikikte kaldım. Bundan iki-üç ay evvel bir arkadaş ortamında otururken videolar açıldı ve o frikiğe götürdüler beni. İnanır mısınız, ilk defa izledim görüntüleri. Şiddeti fazla olmuş, topun altına fazla girmişim. Kasığımdaki sakatlık beni etkilemiş, çok belli. Kendime güvenememişim topa vururken. Nitekim altı ay oynamadım o maçın sonrasında. Neyse ne… Oraya takılı kaldım ama şimdi bir ülkenin kaderi mevzubahis olsa herhalde Hamit'i dürter ve "Allah ne verdiyse sen vur" derim.