"Bir Beşiktaş vardı, onu da elimden aldılar"

14 dk

Filmlerinde ahlak ve kader kavramlarına sıklıkla yer veren Zeki Demirkubuz’a göre, ahlaken sınıfta kalan Türkiye’nin kaderi, hak ettiğini yaşamaktan ibaret. Umutları elinden alınan insanların hırçınlığına saygı duymak gerekir. Demirkubuz’un ise kimseden saygı beklediği yok. İnsan olsak yeter.

Söyleşi için sizi aradığımda “Sinema konuşmayacağız değil mi? Sinemadan çok sıkıldım, nefret ettim” demiştiniz. Bu dönem özelinde mi söylediniz, yoksa genel bir durum mu?

Genelde öyle bir şey var bende. Sinema üzerinden konuşmayı inandırıcı ve faydalı bulmuyorum. Sinemanın kişiliğimizin, yaşamımızın sonunda bir yerde durduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, sanki temel sorunu gözden kaçırıp sonuçla ilgilenmek gibi geliyor bu bana. Sinemanın insanlarla ilişki kurma biçiminin üstten, popülist ve ideolojik olması da bunu etkiliyor. O yüzden, mesela ders veriyorum bir üniversitede; 15 derslik programda direkt sinema üzerinden toplasan yarım saat konuşmamışımdır. Ama sana söylediğimin pratikte de bir sebebi var tabii. Bir sene içinde iki film çektim. Böyle senede bir yeraltından insan içine çıkıp, onlarla ilişki kurup, o ilişkilerin gerçekliğiyle yüzleşip, hiçbir şeyin değişmediğini görünce ister istemez öyle bir duygu oluşuyor insanın içinde. Yani, böyle bir kusasım geliyor. Kendimi kötü hissediyorum.

O zaman çektiğiniz iki filmi sorup bu konuyu kapatıyorum…

Yok, o kadar da değil aslında. Yani iki tane film yapmışım. İki senedir it gibi çalışmışım. Sorulsun istiyorum tabii, anlatayım istiyorum. Neden istemeyeyim? Biri Bulantı, biri de Kor diye iki ayrı film çektim ama ikisinin de hâlâ ne zaman vizyona gireceğini bilmiyorum. Ben çekmeyi biliyorum, işin diğer taraflarında ise bana bir pasif-agresiflik geliyor. Hatta mümkün olsa bazen sokmak bile istemiyorum filmi, en gıcık kısmı o.

Buradan bakınca sinema ile ilişkiniz biraz gelgitli gibi duruyor. Katılır mısınız?

Gariptir; üretim sürecinde sinemadan çok uzaklaşıyorum. Sinemadan duygu olarak en koptuğum dönemler, sinemanın en çok içinde olduğum dönemler. En yakın hissettiğim dönemler ise özlem duyacak kadar uzak kaldığım anlara denk geliyor. Sevgiliyle ilişki de böyle mesela. Uzak kalınca özlem büyür, yaşayınca sıradanlaşır. İnsan irrasyonel bir varlık. En uygun fırsatlar, en berbat durumların içinde oluşabiliyor. En büyük alçaklıklar, en değerli şeylerin içinden çıkabiliyor. Aslında ideal olan; uzak kalmadan, içinde yaşayarak bunu başarabilmek ama çok zor. Sonuçta bu en az iki kişilik bir şey; sevgili diyoruz, dost diyoruz, toplum diyoruz… İnsan kendi adına doğruyu yapabilir ama kendi iradesinin dışındaki konular için yapabilecek pek bir şeyi yok. Zaten idealler konusunda benim kronik bir ümitsizliğim var. Sosyalizm de bu yüzden artık bana uzak geliyor. Bütün başka düşlerim gibi.

Bizim de ideallerimizden biri futboldu ama son dönemde hali ortada. Sürekli yasalar çıkıyor, e-bilet uygulamasına geçiliyor, seyirci azalıyor, zeminler berbat, futbol kötü… Durum vahim anlayacağınız. Hatta şöyle bağlayayım; Sartre, İş İşten Geçti kitabında “Elbette yaşantımızı boşuna harcadık, bunu herkes yapar” der ya, biz de -aslında olmayan- bir futbol idealine çok mu kaptırmışız kendimizi?

Söyleyebileceğim en net şekilde söyleyeyim. Yıldırım Demirören’in en abarttığı, Beşiktaş’ı en kötü hallere soktuğu dönemde bir grup arkadaşımla oturuyordum. Beşiktaş’ı bilen insanlardı hepsi. Bana kulüple ilgili bir sürü şey anlatmaya başladılar. Dinledim, dinledim… Sonra onlara “Rica ediyorum, bana bir daha bunları anlatmayın” dedim. Yani, her aklı başında insan gibi ben de neler olup bittiğini tahmin edebilirim değil mi? Sinan Engin gibi, Yıldırım Demirören gibi adamlara bir kere baksan anlarsın zaten bu kulüpte neler olabileceğini. Ama ben bunları duymak ya da bilmek istemiyorum. Çünkü ben bunların içyüzünü duyar ya da bilirsem Beşiktaş’ı bırakırım. Ve benim, özellikle bu ülkeye dair başka bir bağım yok. Maçtan maça bir hafta hasret, liglere ara verildiğinde üç ay acı çekiyorum. Heyecanla uyandığım ender sabahlar, maç sabahları… O yüzden, benim gibi her ağzını açtığında gerçekçilikten dem vuran bir insana hiç yakışmasa da yıllarca bu yapay, hiç gerçekçi olmayan ‘yokmuş gibi’ durumuna devam ettim. Ama itiraf etmem gerekiyor ki bugünlerde ben de artık kendimi sorgulamaya, yalpalamaya başladım. Fenerbahçe maçı da benim için son oldu, pilimin bittiğini hissettim. Aynı şekilde, Bilic’in gözlerindeki umutsuzluğu da gördüm. Beşiktaşlı futbolcuların çoğunu tanırım, çoğuyla görüşürüm ama o maçta Emre ve Volkan’a o kadar yol vermelerini, birinin bile Bilic’in üstüne yürüdüğünde “Ne olacaksa olsun” deyip Emre’ye tepki göstermemesini hazmedemiyorum. O gün, o sahada bulunan futbolcu grubuyla işim bitti benim. Özetle; benim Beşiktaş’la ilgili durumum pek iyi değil. Beşiktaş’la ilgili böyleyse Türkiye’deki futbol ortamıyla nasıldır, siz hesap edin.

Bunu biraz daha açsanız olur mu? Türkiye’deki futbol ortamının bir fotoğrafını çekebilir misiniz?

Ahlaki olarak çözümlenmemiş, ahlaki olarak aşılmamış, sınanmamış hiçbir şeyin gerçekliği önemli değildir. Aklıma geldiği için söylüyorum, bazı insanlar vardır; Recep Tayyip Erdoğan, Fatih Terim, Sinan Engin, Yıldırım Demirören, Emre Belözoğlu gibi… Böyle ağızlarıyla kuş tutsalar, getirip “Zeki bak, kuş!” deseler, gösterseler bana, inanmam. Ama Beşiktaş’ı mahvetmiş Yıldırım Demirören federasyon başkanlığına çok yakışıyor, onu söyleyeyim. İnanılmaz yakışıyor. Yanında Fatih Terim, takımında Emre Belözoğlu, Volkan Demirel falan, şahane bir grup oldu orası. Ben de bu ortamın içinde hangi noktaya geldiğimi şöyle açıklayayım; son maçta Hollanda son dakikada gol attı ya, istemsizce “Oh!” demişim, böyle yumruğumu sıkmışım. Bu ülkede futbolun manzarası aşağı-yukarı budur işte. Ama herkes bunu hak ediyor, ben de ediyorum. Çünkü öyle ya da böyle 8-10 sene Yıldırım Demirören gibi bir adamın yönetimindeki bir takımın maçlarına kombine alıp gittim. O yüzden, herkese hakkını vermek lazım. Bu toplum için de böyledir. Birtakım adamlara hakkını vermezsen, olacağı budur.

“Çok zor kendine yabancılaşan biriyim, tek istisnası Beşiktaş tribünleri” demiştiniz. O tek istisnanın da artık neredeyse elinizden alınmış olması sizi rahatsız etmiyor mu?

Aslında etmiyor. Duygularını, kızgınlıklarını, hayal kırıklıklarını, yediği kazıkları gösterebilen, dışa vurabilen bir adam değilim zaten. Ama sana gerçekten üzücü olan şeyi anlatayım. Bu hafta ben hayatımda ilk defa şöyle bir ikileme düştüm; Thomas Anderson’ın bir filmi oynuyordu festivalde ve Beşiktaş maçıyla çakışıyordu. İlk defa böyle yarım saat falan kalana kadar ‘Acaba maça mı gitsem, filmi mi izlesem?”’ diye düşündüm ve inanamadım kendime. Sıradan bir Avrupa Ligi grup maçı için Romanya sınırından, vizesiz, mültecilerle kaçak şekilde giriş yapıp donma tehlikesi geçirmiş ve son anda kurtulmuş biri olarak Beşiktaş’ın bir maçı öncesi bunları düşünür hale geldiğime inanamadım. Ben çok renkli bir adam değilim. Hayatım it gibi çalışmakla, düşünmekle, son derece Sovyetik bir biçimde geçiyor. Ve hayatımdaki tek şeyi bu şekilde kaybetmekten, üstüne üstlük bunun göz göre göre olmasından dolayı çok üzgünüm. Üzüntü sözcüğü eksik bile. Zaten hayatta bu kadar sorgularsanız, şüphe ederseniz, meraklı olursanız, tuttuğunuz her şey elinizde kalıyor. Göçüyor, yıkılıyor. İnandığım hiçbir şey yok bu hayatta. Bir sığındığım Beşiktaş vardı, o da elinden alınınca böyle boşluğa düşmüş gibi oluyorsun. Sabah kalktığında “Bugün nasıl geçecek?” sınırlarına geliyorsun.

Belki bana mahsus bir şeydir diye direnmeye de çalıştım ama sonra bir bakıyorum; budalaları falan ayırınca neredeyse Türkiye’deki bütün gerçek futbolseverler aynı durumda. Bizim tribünde, Çarşı’da Beşiktaş için canını verebilecek çocuklar var ve bu çocuklar maça gitmiyorlar. Bizi de geç; bütün o husumete rağmen ben Bursaspor tribünlerini beğenirim ama onlarda bile bir bakıyorsun, Maraton tribünü bomboş. Bunları görünce de “Demek ki sorun bende değil” diyorum.

Filmlerinde ahlak kavramını çokça işleyen bir yönetmen olarak sizden şu sorunun cevabını duymak isterim: Futbolda ahlak var mıdır?

Elbette vardır. Ama burası taraftarlığın, seyirciliğin ahlaki olarak en fazla sorgulanabileceği ülkelerden biri. Hatta Türkiye halkının temel sorunlarından biridir bu, genel anlamda konuşuyorum; siyaset, hayat, sokak… Bir taraftan İslam’dan bahseder, “Komşum aç yatarken…” der ama evine gelene kadar elli tane aç adamın yanından geçer ve hiçbir rahatsızlık duymaz. Dolayısıyla futbol taraftarlığı da bundan bağımsız olamaz. Ama diyelim ki elimizde bir imkân var ve bu taraftarların en ikiyüzlü, en alçak olanını bulduk, haksızca atılmış bir gol sonrası sevincini izledik. Emin olun, onun bile yaşadığı sevincin içten içe bir tarafı gölgelidir. Futbolun bir ahlak oyunu olduğunun en büyük kanıtı da bu adamdır. O en ahlaksız dediğiniz adamın bile bu oyunu sevmesinin temelinde bu yatar. Hak edilerek kazanılmış bir goldür aslında herkesin istediği. O yüzden ahlak kavramı zedelenirse, insanların futbolla işi biter. Bugün Almanya’da, İngiltere’de tribünlere bakın. Neden bu kadar dolu? Neden bu kadar insan maçları takip ediyor? Çünkü adamlar hakemden emin, federasyondan emin, futbolcudan emin, şike olmadığından emin, olursa bunun istisnai bir durum olacağından emin. Dönelim tekrar buraya; bu ülkedeki taraftarlar ne zaman futboldan kaçmaya başladı? Şike sürecinden sonra. Niye? Çünkü inançları zedelendi. Bir de bunun üstüne Passolig gibi insanlara kendilerini yolunacak birer kaz, birer müşteri gibi hissettiren bir uygulama çıkardılar ve nihayetinde bu oyun, futboldan başka her şeye benzemeye başladı. Bunun da en büyük nedeni, dediğim gibi Türkiye’de futbolun ahlaki edimlerden soyutlanmış olması.

Suç ve Ceza’da insandan insana bir cezayı hak ediş farkından bahsedilir. Türkiye’de bunu üç büyük takım üzerinden okuyabilir miyiz? Fenerbahçe ve Galatasaray var, Beşiktaş ise ikisinden ayrı, ikisine göre daha mağdur bir noktada gibi. Ama bu ülkede Gaziantepspor ya da Karşıyaka olmak da var. Sizce bu ülkede herkes hak ettiğini alabiliyor mu?

Bu nereden baktığınıza bağlı ama ideal bir yerden bakarsak, elbette hayır. Daha somut konuşmam gerekirse; Beşiktaş’ı korumak adına söylemiyorum ama az önce söylediğin o ‘üç büyük’ kavramı bir kurgu. Çünkü Beşiktaş’ın üçüncü büyüklüğüne bir bakın yani. Bu ülkede Beşiktaş’a yapılanlar Fenerbahçe ya da Galatasaray’a yapılabilir mi, yapılamaz mı? Biri bana bunu anlatsın. Ayda yılda bir tabii Beşiktaş’ın da kollandığı oluyordur ama ben genel anlamda konuşuyorum. Mesela Başakşehir maçındaki hakem, o penaltı düdüğünü Fenerbahçe veya Galatasaray maçında çalmasa ona o düdüğü astırırlar. O yüzden Beşiktaş’ın üçüncü büyüklüğü kurgudan ibarettir. Ben bunu yıllardır söylüyorum. Beşiktaş’ın dirayetli bir başkanının ve taraftarının artık bundan feragat etmesi, “Başlarım üç büyüğüne!” demesi lazım. Çünkü sen bu üçlü içinde kalmaya devam ettiğin sürece diğer iki büyük her şeyi yapıyor, Beşiktaş da Anadolu takımları ile bu ikisi arasında tampon görevi görüyor. Dikkat edin; Anadolu takımlarının düşmanlık beslediği takım genelde Beşiktaş olur. Diğer iki büyük soyuttur çünkü. Beşiktaş daha gerçek, daha açıktır. Kişiliği ortadadır. Böyle olunca da bunun bedelini ödüyorsunuz. O da diğer iki büyüğün günah keçiliği oluyor.

Beşiktaş taraftarının da biraz olsun bunu içselleştirdiğine katılır mısınız peki? Şöyle bir örnek vereyim; Beşiktaşlı arkadaşlarım var, kura çekimi oluyor, en zorlu takım artık kimse, hepsi bir ağızdan “Zaten bize o gelir, görürsün o çıkacak” diyor. O kötümserlik, o ne olursa olsun en kötü senaryonun başına geleceğine dair inanç, camiayı da zararlı bir noktaya itmiyor mu bir yerden sonra?

Doğrudur, Beşiktaş taraftarına sirayet eden böyle bir duygu var. Ama bunun başka bir nedeni daha olduğunu düşünüyorum. O da karakterle alakalı. İnsanların karakterlerinin kaderleri vardır hayatta. Mesela bazen düşünüyorum, diyorum ki küçükken şöyle şöyle bir şey olsaydı da ben Galatasaraylı ya da Fenerbahçeli olsaydım ne olurdu? Ama bu imkânsız bir şey, gerçekten imkânsız. Çocukken hiçbir güç, benim gibi düşünen birini Fenerli ya da Galatasaraylı yapamazdı. Olamazdım yani, benim karakterim ona müsaade etmezdi. Yapsalardı da ben başka bir adam olurdum. Dolayısıyla, söylediğini biraz da buradan okuyorum. Metafizik anlamda değil bu arada söylediğim şey, hayatın böyle bir yanı var. Mesela Bilic gibi bir adam Galatasaray’a ya da Fenerbahçe’ye teknik direktör olabilir belki ama bu istisna olur. Beşiktaş’ta ise yadırganmaz, normali odur zaten. Elbette Beşiktaş’ta da beni çok utandıran insanlar ve olaylar oluyor ama genel anlamda baktığınız zaman bunlar istisnadır. O yüzden o başta söylediğim sirayet eden duygunun Beşiktaş’ın karakteriyle alakası var. Bir örnek daha vereyim. Bu ülkenin en kalabalık kesimi olmasına rağmen, siyasette, gündelik hayatta, sokakta en çok ezilen, en güçsüz sınıfı hangisidir? İşçi sınıfıdır. Bir ülkenin işçi sınıfı bu kadar zayıf olur mu ya? Bu kadar yok sayılır mı? Bu kadar şamar oğlanı olur mu? Sebebi ne peki? Çünkü bu ülkede adalet duygusu, hak arama duygusu zavallılaştırıldı, yerin dibine sokuldu. “Açım” diyen adama “Defol git!” deniyor artık bu ülkede. Bırakın hadi diğer haksızlıkları, insanlar aç, ölüyorlar, sokaklara bir bakın, dilenci dolu… Ama açlığa karşı vicdani anlamda öyle bir mesafe konuldu ki “Açım” diyene, “Haksızlığa uğradım” diyene ya da polisin gözünü çıkardığı adama kötü gözle bakılıyor artık. Hadi hepsini geç, Berkin Elvan’ın annesi ve babası geçenlerde savcı öldürüldüğünde kendilerini suçlu gibi hissetmek durumunda bırakıldı ya! Böyle şey olur mu? Ancak bizimki gibi bir memlekette olur. Buradan Beşiktaş’a döneyim. Türkiye’nin diğer iki büyük kulübünün taraftarları da Beşiktaşlıların haksızlığa isyanını yıllar içinde dejenere ede ede işi bu noktaya kadar getirdiler. Artık “Ama hakem…” bile demeye utanır olduk.

Bir Beşiktaş filmi çekeceğinizi söylemiştiniz, adını da ‘Hayat’ koyacaktınız hatta ama şu ana kadar konuştuklarımdan anladığım kadarıyla bu, olabildiğince karanlık bir film olacak ve aksi mümkün gözükmüyor. Beşiktaş’a dair mutlu bir film çekmek imkânsız mı gerçekten?

Tabii ki çekilemez. Beşiktaş’ı Galatasaray gibi, Fenerbahçe gibi gören bir aptal isterse yapsın da görelim bakalım nasıl oluyormuş. Eminim, başta Beşiktaşlılar olmak üzere herkes alay eder. Benim çekmeyi planladığım da biraz kişisel bir film, benden çıkacağı için de zaten mutlu bir film olmaz. Aslında Bulantı filminde biraz değindim buna. Egosu çok yüksek, kendini dünyanın en önemli adamı zanneden, çok akıllı bir profesörün hikâyesi bu ve kendim oynadım. Orada adamın küçük bir çocukla bir mevzusu var, onun üzerinden Beşiktaş’la ilgili anlatılabilecek en güzel hikâyelerden birini anlattığımı düşünüyorum.

Yönetmenlikle teknik direktörlüğü birbirine benzetiyor musunuz?

O kadar genel bakamıyorum ben. Yönetmen var, yönetmen var... Teknik direktör var, teknik direktör var… Fatih Terim de teknik direktör, Şenol Güneş de teknik direktör. Beşiktaş taraftarı Bilic’le aidiyet kuruyor, Şenol Güneş’le de kurar mesela. Hatta Şenol Güneş Trabzonspor forması ile gelsin Beşiktaş kulübesine otursun, ben bunu tüm kalbimle desteklerim. Ama Fatih Terim’le olmaz bu. İsterse on sene üst üste şampiyonluğu ve Şampiyonlar Ligi kupasını taahhüt etsin, Fatih Terim Beşiktaş’ın teknik direktörü olamaz. Ha olur, nasıl olur? Yıldırım Demirören gibi bir adam günün birinde getirebilir ama ondan sonra da kendileri çalar, kendileri oynarlar. Onun da adı Beşiktaş olmaz. O yüzden soruya dönecek olursak; Al Pacino da oyuncu, bilmem kim de oyuncu… Anlatabildim mi? Ama şunu söyleyebilirim; ben Beşiktaş’ın başkanı ya da teknik direktörü olsam tek bir garanti verebilirim. Şampiyonluk olmaz bu, şu olur; küçücük bir çocuktan en yaşlısına, hiçbir Beşiktaşlıyı bir kereliğine dahi -hem teknik, hem ahlaki anlamda söylüyorum bunuutandırmayacak bir takım kurarım ve bunu sonuna kadar sürdürürüm. Yenilelim, yenelim, herkes gururla gelir maçını seyreder.

Sahaya da alalım o zaman sizi… Futbolcu olsanız hangi mevkide oynardınız?

Valla his olarak hücum hattını isterdim herhâlde ama gerçekte savunmanın ortasında ya da önünde oynardım herhâlde. Ortalığı toplardım, Beşiktaş’ın Puyol’u olurdum diyeyim.

Kendinizi özdeşleştirdiğiniz Beşiktaşlı futbolcu yok mu hiç? Giunti, Ernst, Zago, Ronaldo… Hiçbiri değil mi?

Bravo bak, saydıkların çok doğru örnekler. Bunlar, şu andaki Beşiktaş’ta en çok eksikliğini duyduğum, özlediğim futbolcular. Ernst’in eksikliğini çok hissediyorum, Giunti aynı şekilde… Atiba’dan çok ümitliydim aslında, emekçiliğiyle de bu isimleri biraz karşıladı ama asla o güven veren lider olamadı, biraz çocuksu kaldı. Zago gibi bir karakter olamadı yani.

Sizin bir de İlhan Mansız’a özel bir sevginiz var yanılmıyorsam, doğru mudur?

Bir defa şöyle söyleyeyim; bir insan bu kadar konuşamayıp da buna rağmen yüzüyle, davranışlarıyla, sahada oynadığı futbolla ve varlığıyla duygusunu, sevgisini, tutkusunu bu kadar mı ifade edebilir? Benim futbol tarihinde gördüğüm en namuslu oyunculardan biridir ayrıca, bir kez olsun bizi utandırmamıştır. Türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en yakışıklı futbolcusudur ama öyle düz yakışıklı değil hani, anlam var çocuğun suratında. Hele o bizim bir gri forma vardı, onunla bir duruşu vardı ki böyle kartal gibi olurdu. Beşiktaş’ı bir şeyle simgele deseler bana, ilk üçe koyarım o halini. Futboldan sonra da takip ettim. O buz pateni yarışmalarına falan katıldı ve orada da asaletini koruyordu çocuk. Herkesin kıçını başını dağıtarak yaptığı şeyleri büyük bir asaletle yapıyordu. Beşiktaş üzerinden de ekmek yemeye çalışmadı hiç. Futbolu bıraktıktan sonra kendi kendine takıldı öyle. O yüzden İlhan’ın yeri ayrıdır benim için.

Yeraltı filminde Engin Günaydın herkesi masanın etrafına toplar da bir tirat atar ya, siz Engin Günaydın’ın yerinde olsanız Beşiktaş ile ilgili o masaya kimleri oturtur ve onlara ne söylerdiniz?

Slaven Bilic’i oturturum mesela. Çünkü Türkleşmeye başladı iyice. Basını ve bazı yöneticileri taraftardan daha çok önemsiyor ama farkında değil, taraftar ona hiçbir şey demezdi. Bu takımı yolundan sapmadan oynatsın, o takım küme de düşse taraftar ağzını açmazdı. İki tane gazeteyi okuyup da heyecan yapmasına gerek yoktu yani. Ona diyeceğim bu. Fikret Orman’ı oturturum sonra o masaya. Bir sürü şey söyleyebilirim ona ama asıl diyeceğim şu olur: Bu kadar standart olunur mu ya? Sen Beşiktaş Kulübü’nün başkanısın. İktidara karşı, sahada olup bitenlere karşı, yapılan haksızlıklara karşı bu kadar pasif olma.

Başkanı, teknik direktörü söylediniz, taraftarı da sorayım o zaman. Hatta konudan biraz sapıp şöyle sorayım; Çarşı darbe girişiminde bulundu mu? Ve iki sene sonra arkanıza baktığınızda Gezi’yi, o dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Valla Çarşı’ya darbeci diyen, kim olursa olsun dünyanın en rezil insanıdır. Bu kadar netim bu konuda. Gezi’ye dair de benim bildiğim tek şey şu; ben ve benim gibi düşünen birçok insan, Gezi’ye ne devrim ihtimali ne de bir beklentiyle gitti. Benimki sadece bir haysiyet refleksiydi. Son derece manevi duygularla oradaydım. Ama şuraya da yazıyorum; o parka günün birinde AVM de yapılacak, Topçu Kışlası olmaz da bilmem ne kışlası olur, o da yapılacak, her şey yapılacak. O zaman da Türkiye’de insanlar ikiye ayrılacak. Çok az sayıda insandan oluşan bir grup “Ben bu alçaklığı engellemek için gaz yedim, hayatımı riske ettim, mücadele ettim” diyecek. Şimdi belki o ağaçların gölgesinde serinleyen, olup bitene hiçbir tepki vermeyen koyunlar ise bunun utancını yaşayacak. Özetle, bu sadece haysiyetli olmakla ilgili bir konu. Öyle devrimle mevrimle alakası yok. Bu arada oradaki insanlardan bazıları orduyu göreve çağırmış, darbe arzusu taşımış da olabilir. Ajanı, Ergenekoncusu, hepsi olabilir. İroni yapmıyorum. Camus der ya “İnsan gösterdikleriyle değil, sakladıklarıyla insandır” diye, olabilir yani. Ama ben kendimi bilirim, kendim gibi olanları bilirim. Çarşı’nın delikanlı çocuklarını bilirim. Ben Marksist değilim, sosyalist değilim, insanlığa dair böyle umutlarım yok benim. Ben onura, haysiyete, şerefe, insanın iradesine inanacak kadar saf bir adamım ve bu yüzden oradaydım. Bundan sonra da beni o şekilde ikna eden başka bir şey çıkarsa yine onun yanında olurum.

Mircea Lucescu

Lucescu’ya sadece hoca değil, insan olarak da hayranım. Beşiktaş’ı bırak, ülkeyi bile yönettiririm. Lucescu benim başbakan, cumhurbaşkanı olmasını hayal ettiğim adamdır. Şimdi bir yetkim olsa ve bana “Başkanlık sistemine geçiyor bu ülke, karar senin” deseler, Erdoğan’a derim “Sen kenara”, Lucescu’yu başa getiririm. İddia ediyorum; on yıla kalmaz, dünyanın en güzel ülkesi olur Türkiye.

"İnsanlar idare etti ama deniz bitti"

Futbol, vatan ve millet meselesi değildir. Dünyanın her köyünde, her kasabasında, her şehrinde, her stadında rastlayabileceğiniz, insanın icat ettiği en su götürmez, en gerçek, en net, sonuçları en açık ve adalet duygusunu en iyi temsil eden oyundur. Hayatın her alanı için konuşuyorum. Adam kendisini aldatan karısını idare eder ama en sevdiği futbolcu da olsa onu bir, bilemedin iki kere idare eder, üçüncüde “Defolsun gitsin!” der. Futbol bu kadar net bir oyundur. O yüzden, insanlar idare edebildikleri kadar idare ettiler, herkesi idare ettiler ama deniz bitti. Dedim ya; ben yıllarca Yıldırım Demirören’in başkanlığındaki bir takımın maçlarını kaçırmadım. Kendime inanamıyorum. Benim Demirören’le, Sinan Engin’le falan ne işim olabilir ya?

Çarşı

“Eskiden benim Çarşı ile aram iyi değildi. Bilen bilir. Tribün liderinden üyesine, ne gelirse ağzıma söylerdim ama Gezi’den beri onlarla gurur duyuyorum. Sadece Gezi de değil, bu Passolig konusundaki ya da memlekette olup bitenler hakkındaki tavırları da çok iyi. Ne başarının tutsağı oldular, ne başka bir şey yapıyorlar… En önemlisi, kendilerini koruyorlar. Bunun nimetini biz bir-iki sene sonra göreceğiz.”

Tweet

“Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum” tweet’i hakkında:

Ben bunu bir ümitsizlik hissinin ifadesi olarak yazmadım. Bu, sadece bir gerçeklik. Gecelerim bu ülkeyle ilgili, Beşiktaş’la, çocuklarla, Ermenilerle, yoksullarla, kendimle, herkesle ilgili büyük büyük hayaller kurmakla geçti. Ölçülebilen bir şey olsaydı, bu ülkenin en büyük hayalcisi ben olurdum. Bu hayalleri kura kura o tweet’te yazdıklarıma geldim. Dünya böyle bir yer. İnsan, kendine dönük durumlarda insan. Dışarıya dönük durumlarda ise hayvan bile değil. Bunun bir çaresi de yok. Ama bunu ifade etmek, bununla yaşamak, bunu bile bile her sabah yatağından kalkmak… Yenileceğini bile bile güreşmek gibi bir şey bu. Hatta bazen galip olmayı reddetmek... Benim için de dünyadaki en yüksek ahlak budur. Söylediklerim bir ümitsizlik hissi gibi algılanıyor ama değil. Aksine, bununla yaşamayı becererek büyük bir iş başardığımı düşünüyorum. Bu, bence insanların algıladığından daha umutlu ve ümitli bir durum.

Socrates Dergi