Bir Çelebi Ruhtur Sait

17 dk

Sait Çelebi'nin elinde futbol âleminin tüm kapılarını açabilecek bir anahtar vardı: Söz. Ve maceralı hayatında o anahtarı başarıyla kullanmıştı.

"Terzi kendi söküğünü dikemez."

"Mum dibine ışık vermez."

"Ah, kelin ilacı olsa…"

Memleketin ilk evlendirme memuru Ubeydullah Efendi, nikâh koltuğuna bir defa dahi oturmadan bu dünyadan göçüp gittiğinde, kimbilir neler söylenmişti arkasından… Kendisi hayattayken soranlara verdiği cevap belliydi: "Efendim yıllardır bu kadar genci evlendirerek günahlarına girdim. Bari kendi kendimin günahına girmeyeyim."

Günahına girdiği o gençlerden biri de Güzide Hanımefendi'ydi. Yirmili yılların İstanbulu'nda güzelliği ile dillere destan başka kim vardı? Güzide'nin başından mutsuz bir evlilik geçmiş ama aşktan ümidini kesmemişti. Tıpkı annesi Behiye Hanım gibi… Sadrazam Keçeci Fuat Paşa'nın torunu Reşat Fuat Bey'e dört erkek çocuk veren Behiye Hanım, mutsuz olduğu evliliğine devam etmeyi reddetmiş; bir süre sonra Bebekli Mehmet Ali Bey'le evlenerek güzeller güzeli Güzide'yi dünyaya getirmişti.

Güzide, 1927 yılının 17 Ocak günü bir sinema salonunda görüp tanıştığı Sait Bey ile dünya evine girdi. Beyoğlu nikâh memuru Ubeydullah Bey, dillere pelesenk o esprisini muhtemelen bu nikâh esnasında yine yapmıştı: "Bakınız evlatlarım, siz istediniz, siz başvurdunuz, siz geldiniz. Ben ister istemez nikahlarınızı kıyıyorum. Benden vebal gitti. Ancak her ikinizden bir ricam var. İnşallah etmezsiniz ya, yarın öbür gün birbirinizle kavga ederken çok rica ediyorum, küfür ve beddua edecekseniz, Allah aşkına birbirinize, haydi bilemedim evlenmenize sebep olanlara ediniz. Beni ve sülalemi bu küfür ve bedduaların dışında tutunuz."

Güzide Hanım'ın müstakbel eşi Sait Bey'in o an nikâh memuruna nasıl yanıt verdiğini bilemesem de bu salvoyu zarif bir latifeyle savurduğuna eminim. Zira insanların gönlünde 'tatlı bir geveze' namıyla taht kuran, Türkiye'nin ilk spor spikeri Sait Çelebi'den söz ediyoruz.

Sait, Tıbbiyeli Bir Öğrenci

Mehmet Yüce'ye göre "Memleket futbol tarihinin modern zamanlara ulaşmasında en büyük hisselerden biri" Sait Çelebi'ye aittir. Bu kıymetli 'hissedar'ın elinde futbol aleminin tüm kapılarını açabilecek bir anahtar vardır: Söz.

Fenerbahçe'nin kurucu önderlerinden Elkatipzade Mustafa Bey, 1914 yılında henüz 17 yaşında olan Sait'i kulübe üye yaptığında, bu gencin lafazan ve müteşebbis tabiatından ziyadesiyle istifade edeceğini biliyordu. Çünkü Sait kulübün hokey ve futbol takımlarında boy göstermiş olsa da bir sporcudan ziyade iş bitirici bir genç olarak diğerleri arasından sivriliyordu.

Nitekim öyle oldu. Ailesinin isteğiyle devam ettiği Askeri Tıbbiye'deki eğitimini yarıda bıraktı Sait. Bazı kaynaklarda bunu çok sevdiği Fenerbahçe için yaptığı, bazı kaynaklarda ise okulu 'kan tuttuğu' için bıraktığı yazıyordu. Bana kalırsa, Sait'in tıp eğitimi konusunda pek de hevesli olduğu söylenemezdi.

Ünlü hekim Aristidi Paşa'nın anıları arasında yer alır: Bir gün Paşa öğrencilerini imtihan etmek için sınıfa girer. Nezaketi ile bilinen Aristidi sorduğu sorulara istediği yanıtı alamazsa talebesine dersten kaldığını lisanı münasiple anlatır. "Ben sana bir hikâye anlatayım" diyerek söze başladığı an, talebe de dersten çaktığını anlar. Yine böyle bir imtihan anında Aristidi Paşa, Çelebizade Sait Tevfik'e sorar: "Efavih nedir?"

Efavih denince hıfzıssıhhada hardal, biber, tarçın gibi maddeler anlaşılır ancak aynı kelime günlük hayatta meyve sebze anlamında da kullanılır. Sait Çelebi derse pek hazırlanmamış olacak ki "Domates, hıyar..." diye saymaya başlar. Hocadan olumsuz bir tepki gelmeyince de devam eder: "Turp var, Fotoğraf kabak var…" Paşa "Oğlum, dur sana bir hikâye anlatayım" dediğinde ise işlerin ters gittiğini anlayarak "Hocam ne olur bana hikâye anlatmayın" diye yalvaracaktır.

Gelin ben size başka bir hikâye anlatayım. Çelebi'den söz edip de fıkra lezzetindeki hikâyelerden mahrum kalmak ne mümkün! Vefatından seneler sonra bile Burhan Felek, Müjdat Gezen gibi mizah ustalarının dillerine doladıkları hikâyelerin baş kahramanıdır Sait Çelebi.

1940'lı yılların Ankara'sı. Sait, 1939'da görevli olarak gittiği ünlü New York Fuarı'ndan sonra İstanbul'dan Ankara'ya taşınmaya karar verir. Önce Kızılay'da ardından Sıhhiye'de sinema işletmeciliği yapar. Bir gün sinemanın tuvaletindeki ampullerin neredeyse iki gecede bir çalındığını fark eder. Bu namussuzu yakalayacağım diye ant içer. Tam da bu sırada tuvalete giren bir müşterinin ardından ışığın söndüğünü görür ve adamı tuvaletten çıkarken yakalar: "Söyle bakalım cebinde ne var?" Gayet soğukkanlı bir şekilde "Ampul" diye yanıtlar karşı taraf. "Ne arıyor cebinde?" diye üsteler Çelebi. "Az önce bakkaldan aldım." Çelebi, ampulü eline alır, ampul hâlâ sıcaktır. "Kimi uyutuyorsun ulan" diye hesap sorar. "Ekmek mi bu fırından sıcak çıksın!"

Çelebi'nin irticaline bir başka emsal: Bu defa 1930'ların İstanbul'undayız. Balkan Güreş Şampiyonası'na ev sahipliği yapıyoruz ve federasyon, bilet satış işini Sait Çelebi'ye vermiş. Gerisini Burhan Felek'ten dinleyelim: "Sait, 2500 lira kadar para verdi federasyona. Bilet işini üzerine aldı. Sonra topladığı bilet paralarından masrafını çıkartacak ve aklınca kâra geçecek. Bizzat kapı kontrolünü de üzerine almış ki bedavacıların önüne geçebilsin. Gelgelelim salon 200 seyirci ile tıklım tıklım dolduğu halde gişe henüz 500 liralık bilet kesmiş. Zira ceketini kaldırıp kemerinin tokasını gösteren biletsiz içeri giriyor! O zamanlar sivil polislerin veya sivil giyinen resmi polislerin kemer tokasında 'Polis' yazardı. Uzatmayalım efendim… Ceketinin önünü kaldıran giriyor. Çelebi neredeyse oynatacak! Parayı peşin sayıp işi almış bir kere. Nihayet bir sivil zat da ceketinin önünü kaldırıp tam turnikede içeri girecekken Çelebi dayanamamış:

─ Allah aşkına biraz dur birader. Önünü gösteren içeri dalıyor. İflas edeceğim. Şu kemerinin tokasında ne yazıyor, müsaade et bir okuyayım.

─ Oku demiş beriki böbürlenerek. Sait Çelebi kemerin kalın tokasını okumuş: 'Gümrük.' Ve okur okumaz espriyi yapıştırmış:

─ Hiç boşuna girme bey kardeşim. Bunların hepsi çıplak. Güreşçi. Gümrüklenecek bir şeyleri yok, hiç girme…"

Bir anı da yirmili yıllardan: Bu defa Paris'e uzanıyoruz. Sait Çelebi'nin çıkardığı Spor Alemi dergisi artık beşinci yılında rüştünü ispatlamış bir neşriyat. Çelebi, kıdemli gazeteci. 1924 Olimpiyat Oyunları'nı takip etmesi için olimpiyat kafilesiyle birlikte Paris'e gönderiliyor. Burhan Felek'in de dediği gibi "Çelebi meraklı bir çocuk. Paris'i gezmek istiyor." Kendisini Cezayirli bir halı tüccarı olarak tanıtan Ahmet isminde bir zatla tanışıyor ve onunla birlikte arşın arşın Paris'i geziyor. Bir gece Burhan Felek de katılıyor onlara. Beraber soluğu Sacre-Cœur civarında bir kulüpte alıyorlar. Karanlık denecek kadar loş bir yer. Önlerine getirilen şampanyayı içmek için yeltenirken… "Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra gördük ki gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce işi çaktık." Sait Çelebi ve Burhan Felek arkalarına bakmadan kulüpten kaçarlar: "Paris'in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık."

Biliyorum; anılar geçidinde bir şehirden diğerine, bir dönemden ötekine savrulduk, zihnimizin zaman makinesini de yorduk. Ama Çelebi gibi flanör bir adamın yaşam öyküsüne de böyle bir hovardalık yakışır!

Sait, İşletmeci ve Gazeteci

Sait Çelebi memleket futbolunun varlık alanında çığır açan misyonlar üstlenmiş bir önder. İlk olarak Fenerbahçe Spor Kulübü'ne hizmetlerinden başlayalım. Kulübün müessislerini tanıtan eski bir kitapçıkta kendisiyle ilgili şu sözler geçiyor: "Kulübe büyük hizmetleri dokunan, umumi harp senelerinde herkesin ümitsizliğe düştüğü fena şerait içinde en çok çalışan bir idareci."

Rüştü Dağlaroğlu'nun Sait'in ölümünden sonra yazdığı içli yazısı da doğrular bunu: "Sait kulübe tam manasıyla bağlanmıştı. Hatta Fenerbahçe'nin barfiks minderlerinde yatmayı Anadoluhisar'daki güzel köşklerine de tercihe başladı ve bir gün geldi Sait, 1918'de Fenerbahçe'yi Tıbbiye'nin son sınıfına, yani istikbaline tercih etti."

Sait Çelebi'nin savaş yıllarında kimi geceler kulüp lokalinde sabahladığı, kimi zamansa o ihtişamlı konaklarında arkadaşlarıyla birlikte canhıraş çalıştığı biliniyor. İşte bu yıllarda Çelebilerin Anadolu Hisarı'ndaki görkemli baba konağı, sarı-lacivertli camianın 'Bizim Şato' diye tabir ettiği bir yurda dönüşüyor.

Sait, Fenerbahçe'nin 1918-1919 yönetim kurulu listesinde, 'Şevrole oto acentası memuru' şeklinde yer aldığına göre okulu bıraktıktan sonra otomobil ticaretine el attığını düşünebiliriz. Nitekim bir başka kaynakta da kendisinden otomobil ve radyo komisyoncusu olarak bahsediliyor. Tüm bunların yanı sıra 1919'dan 1929'a dek sürecek Türkiye'nin en uzun soluklu spor dergilerinden birini, Spor Alemi'ni çıkarmaya başlıyor. Dergi bugünden bakınca o dönemin futbol iklimini anlamamız için emsalsiz bir vesika.

Tüm bunların peşi sıra, spor organizatörlüğü de cabası. Taksim Topçu Kışlası'nın içindeki sahanın işletmesini alan Sait Çelebi 1922'de burada İstanbul Olimpiyat Oyunları'nı organize eder. İşler istediği gibi gitmeyince stat işletmesini Bork adında Rum bir işadamına devretmek zorunda kalır. Ama, İstanbul'un işgalden kurtulmasıyla Yunanistan'a gitmeye karar veren Bork, hiçbir menfaat gözetmeksizin stadyumu yeniden Sait'e devreder.

Bu defa Akşam gazetesinin sahibi bir başka Fenerbahçeli; Ali Naci'yi kendine ortak eder Sait Çelebi. Stadyumun çevresine atletizm pisti yaptırılır, ilave tribünler eklenir ve Beyoğlu gibi bir eğlence merkezine yürüme mesafesinde olan bu stat, kısa süre içinde Kadıköy'deki İttihat Spor Kulübü'nün sahasını da geride bırakarak şehrin spor mabedi halini alır.

Sait Çelebi'nin 1925 senesinde, Alsancak Stadı'nın işletmesini almak için İzmir'e gitmesinden, maç organizasyonu işlerinin en azından bir süre iyi gittiğini anlıyoruz. Amma velakin Çelebi, 'meraklı çocuk'; bir flanör ruh. 1926 yılında Taksim Stadı'nın işletmesini ünlü boksör Sabri Mahir'in kardeşi Abdülaziz Bey'e devredip yeni maceralara dümen kırıyor.

Sait, Radyonun Yeni Yıldızı

Cem Atabeyoğlu anlatıyor: "Tarihi Topçu Kışlası'nın avlusundaki Taksim Stadı'nı çevreleyen kışla binasının damı üzerine upuzun antenler kurulup hatlar çekilmişti. Teknisyenler sabahın çok erken saatlerinde başladıkları alabildiğine yorucu çalışmalarıyla bu işi gerçekleştirmişlerdi. Taksim Stadı'ndan uzatılan kablolar Galatasaray'daki Postane binasının tavan arasına ulaştırılmış ve böylece 'İstanbul Radyosu' ilk spor naklen yayını için hazırlanmıştı. Bu arada sahanın hemen kenarına, küçük bir sini büyüklüğündeki demir bir çemberin içine, dört yanından tellerle asılı el büyüklüğünde bir mikrofon yerleştirilmişti. Ve maçın başlamasından yarım saat önce Türkiye'nin en eski en ünlü spor yazarlarından biri olan Sait Çelebi, başında geniş kenarlı fötr şapkası, üzerinde şık takım elbiseleri olduğu halde bu azman mikrofon sehpasının karşısına geçmişti."

Ve artık radyonun yeni yıldızı Sait Çelebi'ydi. Futbol maçları, boks ve güreş müsabakaları, tayyare piyangosu çekilişleri, yılbaşı eğlenceleri, resmi geçitler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümü sonrası yaptığı müthiş yayın… Atatürk ile de unutulmaz bir anısı vardı… Sait Çelebi, 19 Eylül 1933 gecesi İstanbul'da Maksim salonunda yapılan Türkiyeİtalya milli güreş karşılaşmasını radyodan naklen anlatıyordu. Mustafa Kemal yayını Dolmabahçe Sarayı'nda ilgiyle dinlerken, heyecanını yenememiş ve müsabakayı yerinde izlemek üzere beraberindekilerle birlikte kalkıp Maksim'e gelmişti. Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılıp Maksim'e doğru gelmek üzere olduğu haberi kendisine iletildiğinde organizatör ve spiker Sait Çelebi büyük bir heyecana kapıldı. Salon iğne atılsa yere düşmeyecek derecede tıklım tıklımdı. Sait mikrofonu bırakıp yüksekçe bir yere çıktı. Avazı çıktığı kadar "Gazi hazretleri teşrif ediyorlar, yer açın" diye bağırdı. Sait'in haykırışıyla yarılan kalabalığın içinden geçen Mustafa Kemal en ön sıraya oturdu. Sait, Gazi'nin huzurunda müsabaka anlatımına devam etti…

Sait Çelebi'nin sunuculuğu irticali idi. Halkın sempatisini kazanmış olsa da herkes tarafından beğenilmezdi. Örneğin Nazım Hikmet, Kemal Tahir'e yazdığı mektuplardan birinde, Ankara radyosundan bando muzikasının gürültüsü içinde resmi geçidi anlatan Sait'i "Ne fena Türkçe konuşuyor! Edebiyat-ı cedide üslubuyla izahatta bulunuyor" diyerek tenkit edecekti.

Halit Kıvanç'ın aktardığına göre, maç anlatırken tribünde bulunan eşine dostuna takılır, onlarla sohbet ederdi. Tabii bu sohbeti radyoları başındaki yüz binlerce dinleyici de dinlerdi. Burhan Felek de Kıvanç'ı doğruluyordu. Bir defasında Cumhuriyet Bayramı'ndaki bir resmi geçidi anlatırken "Şimdi de 156. tümenin 72. alay mensupları geçiyorlar" gibi bir laf etmişti Sait. Dostu Burhan Felek ertesi gün sordu: "Var mı böyle bir birlik?" "Yok ama fark etmez" diye yanıtladı Çelebi. "O anda millet kendini kaptırmış dinliyor. 156'ncı da desem 300 de desem değişen bir şey yok ki!" Nüktedan adamdı Sait. Onunkisi fenni bir sunum değildi diye itiraf eder Burhan Felek ama sözlerinde mizahi bir ziyafetin tadı vardı.

Ellili yaşlarının başında müteşebbis ruhu yine galebe çaldı Sait'in. Yalova'da bir termal otelin işletmesini aldı. Genç yaşta yaşamının sonunu getiren hastalığa orada yakalandığı söylenir. Bilemiyoruz… 1953 yılının 31 Mart sabahı bu dünyadan göçtü Sait Çelebi. İki kardeşi Münir ve Refik gibi çocuksuz gitmişti… Yedi yaşında Sudan'dan kaçırılarak yedi altına satın alınan Bacı isimli hizmetçilerinin sonradan dünyaya getirdiği kızı Şirin'i evlat edinecek ve çok sevdiği eşi Güzide Hanım ile Şirin'i birbirlerine emanet ederek hayata veda edecekti.

1 Nisan günü Sait Çelebi'nin ölüm haberini veren gazeteler, onun nüktedan kişiliğine işaret ediyorlardı. Sait, 'Nisan Balığı' yapmıştı! Müteşebbis insanların çok uzaklara bakmadığı rivayet edilir. Macera 'şimdi' olandadır, bitiş çizgisinde değil…

Ansızın öldü Sait, ama 'an'ı yaşadı…

Socrates Dergi