
Bir İstanbul Masalı
7 dk
Şehir her yıl bir günlüğüne de olsa sabah erken saatlerde gerçek sahiplerinin oluyor. Vodafone İstanbul Maratonu'na katılan İbrahim Altınsay, Socrates için yazdı.
Maraton Uzun Bir Maraton
Ben hiç maraton koşmadım. Sadece iki kere yanına yaklaştım.
İlki 1993 Kasım'ında. Yorucu bir işten ayrılıp New York'a gitmiştim. Columbus Circus'ta dev bir çadır gördük. Önünde 'New York Marathon' yazıyordu. Üç adada koşulan bir koşuydu bu ve son atlet bitirmeden bitmiyordu. 'Son bitiren' olduğunuzda, salı akşamı falan, bütün televizyonlara çıkıyordunuz.
İçeri girdik, "Biz maraton koşacağız" dedik. İsmimi 'A'da aradılar bulamadılar, 'İ'de aradılar bulamadılar... "Siz ne zaman kayıt oldunuz?" diye sordular. "Kayıt olmadık, şimdi olacağız" dedik.
Bayağı acı acı güldüler. İstanbul'dan sadece koşmak için geldiğimizi sandılar. "Maalesef olmaz" dediler, "Bir yıl öncesinden onaylı derecelerinizle baş vurmanız gerekiyordu..."
'42 kilometre 195 metre' daha önce lisede hayatımdan teğet geçmişti... Okulum Darüşşafaka Lisesi'nde spor yapmak, su içmek gibi doğal ve kaçınılmaz bir şeydi. Hele spor basketbolsa ve siz hafta sonları da okulda kalan, taşradan gelmiş bir 'daimi yatılı' iseniz… Okula başlar başlamaz basket topu hemen elime değdi… Babam da beni "Beşiktaş'a futbolcu olsun" diye yetiştiriyordu. Orta son sınıfa kadar yasak olmasına karşın futboldan da hiç vazgeçmiyordum.
Şimdi anlıyorum ki sporu ya da başka bir uğraşı gündelik hayatın doğal bir parçası haline getirmek çok belirleyici… O zaman ille spor dışı bir amaç gütmüyorsunuz. Sporu kendisi için, hayattan zevk almak, varlığınızı ve özgürlük potansiyelinizi tatmak için yapıyorsunuz. Sporu ya da başka bir şeyi hakkıyla ve hak yemeden yapmaya çalışıyorsunuz. Bu uğraşlar ileride işiniz, mesleğiniz olmasa da hayatınızın, kültürünüzün bir parçası olarak kalıyor.
Neyse, lisede okulun basketbol ve futbol takımlarında oynamaya başladım. Tam bu sıralarda, yani 1970'lerin başlarında okula yeni bir beden eğitimi hocası geldi: 1948 Londra'da üç adım atlamada bronz madalya alarak Türkiye'ye güreş dışındaki ilk olimpiyat madalyasını getirmiş olan Ruhi Sarıalp...
İlerlemiş yaşına rağmen öyle dinç ve 'janti' biriydi ki sadece adı ya da soyadıyla söz edemezdiniz ondan; hep "Ruhi Sarıalp Hoca" derdiniz… Okul takımlarında oynayanlara, zamanına göre çok modern, bir o kadar da ağır idmanlar yaptırırdı. Dinlenme molası vereceği zaman "Üç dakika ölü gibi yat" diye çınlatırdı kapalı salonu… Ne zaman şöyle bir uzansam, bedenim 'ölü gibi yatmanın' o damarlardan akan hazzını hisseder hep.
Ruhi Sarıalp Hoca, herhalde benim 1.83 boyuma rağmen 62 kilo oluşuma, bundan da öte Abebe Bikila bacaklarıma bakıp "Seni uzun mesafeci yapacağım, yarı maraton koşacaksın" deyiverdi bir gün… Birkaç çocukla birlikte gün ağarmadan kaldırılıp koşturulduğumu hatırlıyorum. En acı veren şey de onlarca öğrencinin uyuduğu yatakhaneye dönüp tam yatağa girmişken 'kalk zili'nin çalmasıydı.
O zamanlar bir 'daimi yatılı' olarak, ergenlere yasaklanmış bütün alanlara balıklama dalıyordum ve tabii sigara da içiyordum. Okul tabiriyle 'keşane'nin müdavimlerindendim… Ruhi Sarıalp'e gidip, "Hocam bende kansızlık ve alyuvar eksikliği varmış" diyerek affımı istedim ve maratoncu olmaktan 'kurtuldum'. Böyle bir rapor gerçekten vardı galiba.
Koşmanın Sonu Var Mı?
Aslında kendimi bildim bileli koşuyor ve yüzüyorum… Çanakkale'de çocukken bir ev bloğunun çevresinde ters yönlerde koşarak yarışırdık… Karpuz kabuğunun denize düşmesini sabırsızlıkla bekler, kendimizi "Açılma, fazla suda kalma!" tembihleri arasında, akıntılı ve dalgalı sulara bırakırdık.
Koşmak ve yüzmek hem mücadele hem de uyum aramaktı bilmeden. Bunlar için ek bir gerece ve organizasyona ihtiyacınız yoktu. İşte o zamandan beri fırsat buldukça koşuyor ve yüzüyorum. Belki bu nedenle fitness salonlarına hiç ısınamadım.
Yine de Koşmasaydım Yazamazdım'da Murakami'nin yaptığı gibi, hayatımı koşmak üzerinden anlatacak değilim. Çünkü hayatımda koşmaya ara verdiğim ya da sadece kaçmak için koştuğum, hatta başka şeylerin peşinde mecazen koştuğum dönemler de oldu.
Lise sonrasında fiilen koşuya dönüşüm sanırım 1984 yılıdır. Yavaş yavaş 12 Eylül karanlığı dağılıyordu. Hep ıslak, soğuk ve kirli hatırlayacağım günlerdi. Türkiye dünyaya açılıyordu ya, onun için iki kıta arasında koşulacak maratona 'yuroeyja' adı verilmişti. Verilen madalyaların üzerinde de sadece İngilizce 'Intercontinental Euroasia Marathon' yazıyordu. Maratonun sponsoru kadim milli şirketimiz Şişe-Cam'dı. 1986'da verdikleri camdan madalya çok değişik ve hoştu. Birkaç arkadaş "Koşar mıyız, koşarız!" deyip katılmıştık. 12 Eylül yıllarına inat sokaklara yeniden çıkmak, "Biz de varız, yaşıyoruz" demek istemiştik herhalde. 15 bin metre koşuyordum ve bir saatin altında bitiriyordum. Son bölümde Sirkeci'den Sultanahmet'e tırmanmanız gerekiyordu, bu da iflahınızı kesiyordu. Koşuyu bitirince Ruhi Sarıalp'e teşekkür ediyor, maratoncuları görünce onu dinlemediğime pişman oluyordum.
Bu arada Mayıs 1986'da Sport Aid'de koştum, bütün dünyadaki koşucularla aynı anda. O koşunun sertifikasında 'İbrahim Altınsay Ran the World on Sunday 25th 1986' yazıyor olması da hoştur. Sanki bütün ülkelerin koşucuları birleşmiş, dünya çevresinde bir uzun mesafe bayrak koşusu yapmışız gibi... Sonraları fırsat buldukça koştum ama 2000'li yılların başında bıraktım. Ta ki 2013'te yeğenlerimin teşvikiyle yeniden Avrasya Maratonu'na katılana kadar. Koşu sponsorundan katılanlarına tam anlamıyla küreselleşmiş ve Vodafone İstanbul Maratonu adını almıştı.
Neden Koşuyorum?
Üç yıldır 10 bin koşuyorum. Derecelerim bir saatin biraz üstünde. Hoşuma gittiği için koşuyorum her şeyden önce. Sonra koşarken kendimi dinliyorum. Eskiden kopup giderdim. Şimdi nefesimi ayarlıyorum. Nabzımı yükseltmeyecek bir ritim arıyorum. İstanbul Maratonu zor bir parkur; Boğaz Köprüsü'nden Barbaros Bulvarı'nın başına kadar uzun ve kesintisiz bir rampa var. Sonra da dimdik bir iniş. Buralarda ritim ve stil çok önemli. Bedenim ritme girince zihnim ve ruhum alıyor eline sazı; "Bastır, bir saatin altına in" diyor bir yanım, "Zorlama, en zinde ve hızlı halinle finişe gir" diyor diğer yanım. Sınırları zorlamak ama bunu bedeninizle ve parkurla her an mücadele edip uyum sağlayarak yapmak… Koşmanın diyalektiği bu. Bunları yaparken duygularım duygulara, anılar anılara, düşünceler düşüncelere kayıyor... Joyce'un Ulysses'indeki 'bilinç akışı' gibi. Sonra sorsanız hiçbirini hatırlamam, hatırlasam anlatamam.
Üç yıldır beni yetiştiren Darüşşafaka Lisesi'ne bağış toplamak için de koşuyorum. Aslında beni kesintisiz katılmaya zorlayan da bu. Halk çocuklarına çağdaş eğitim veren bu sivil kurum 151 yıldan beri halkın bağışlarıyla ayakta duruyor. Bu halk kurumunu halk koşusuyla birleştirmemek olur mu?
Koşarken Tony Richarson'un harika filminin adı gibi 'Bir Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı' içindeyim. Ama İstanbul Maratonu'nda yalnız kalmak ne mümkün! Başlangıç ve finiş noktaları iki farklı yerde, hatta iki farklı kıtada olan bu organizasyonda beş ayrı yarışı aynı anda yapmak kolay değil… Özellikle köprü üstü seyrana çıkanlarla, selfie çekenlerle, mesajlı pankart açanlarla, piknik yapanlarla tam bir günümüz Türkiyesi panayırı… Ama olsun. İşte bir günlüğüne de olsa şehrin gerçek sahipleri o şehrin sokaklarında yürüyebiliyor, koşabiliyor. İktidarların, bina sahiplerinin, taşıtların teslim aldığı şehirde bir günlüğüne de olsa yaya olarak "Biz de varız" diyebiliyor. Bu şehir; sokakları, köprüleri, denizi, parkları, silueti ile o şehirde yaşayan herkesin. İstanbul sadece İstanbul'da yaşayanların da değil, "Dostuz" diye gelip koşan bütün dünyalıların. 'Tek başıma' koşuyorum ama 5 binden sonra önüme baktığımda yüzlerce koşucu görüyorum. Varlıkları beni yüreklendiriyor, arkamdan itiyor. Biraz önümde iyi ritimde koşan bir koşucu varsa onu izliyorum, onun ritmine uymaya çalışıyorum. Yerliymiş, yabancıymış, şu millettenmiş, bu ülkedenmiş, kadınmış, erkekmiş hiç önemi yok...
Suçluluk duymuyor da değilim. İnsanlar günlerdir evlerinden çıkamıyor ülkede. Barış için yürüyen fidanlar katlediliyor… Bu ortamda maratona falan katılmak umursamazlık değil mi? Sonra "Her şeye rağmen buradayız; koşarak, yürüyerek, tekerlekli iskemlede de olsa sokağa çıkarak var olduğumuzu, yaşadığımızı ve direndiğimizi gösteriyoruz" diyorum. İç ödeşmem sürerken kendime bir bahane buluyorum.