
Bir Rüya Gibi
10 dk
Konu 2003 Avrupa Kadınlar Voleybol Şampiyonası'ndan açıldığında herkesin söyleyecek bir sözü vardır. Zira o turnuva, toplumun ortak hafızasına kazınmıştır. Türk voleybolunun miladını Kaptan Özlem Özçelik ile konuştuk...
Türkiye'de voleybolun kırılma noktası, 2003 yılıydı. O yılki Avrupa Şampiyonası'nda final oynayan kadın milli takımının başarısı, voleybolu ilk kez ülke gündeminin merkezine oturtmuştu.
Aynı yıl Dünya Kupası'nda da yedinci sırayı alan takımın başarısıyla birlikte Türkiye, bu sporun dünyadaki merkezlerinden biri hâline geldi ve bir daha da vitesi hiç düşürmedi. Avrupa Şampiyonası sırasında ortaya çıkan 'Filenin Sultanları' unvanı ise sonrasında o turnuvayı ve o takımı aşarak Türkiye'de kadın voleybolunu nitelemeye devam etti. Kaptan Özlem Özçelik'le bir araya geldik ve 2003'ü konuştuk…
2003'ten önce de başarılıydık aslında. Ama ne gazete ne televizyonda çok fazla çıkmıyorduk. Kendi çapımızda maçlara gidip geliyorduk. Biz 14 kişilik bir gruptuk ve kampa da, sinemaya da, yemeğe de bu 14 kişiyle gidiyorduk. Yıllarca her şeyi birlikte yaptığımız için aramızda büyük bir bağ oluşmuştu. 2003'e geldiğimizde, kendi evimizde oynanan bir Avrupa Şampiyonası söz konusuydu. Ne kadar iyi ve bütünleşmiş bir takım olduğumuzu göstermemiz için büyük bir fırsattı bu.
Ev sahipliği alındığından itibaren bu turnuvayı beklemiştik. Her turnuvaya gittik; Brezilya, ABD, Çin, Japonya gibi büyük takımlarla mücadele etmeye başladık. Önceki yıllarda bu takımlara karşı oynadığımız maçlar en fazla 50 dakika falan sürerdi, topu filenin üstünden karşıya zor atardık. 2003'e yaklaştıkça bu takımlarla başa baş mücadele etmeye başladık. Ve bir fırsat geldi önümüze. Ama turnuvaya bir hafta kala…
Kamp için Ankara'ya gidiyorduk. Teknik direktörümüz Deniz Abi (Esinduy) uçakta hemen arkamdaki koltukta uyuyordu. Uyurkenki nefes seslerini duyduğumda "Allah'ım adamcağız ne kadar yorulmuş" demiştim. Sonra indik uçaktan, otele yerleştik, antrenmanımızı yaptık ama ertesi gün yine bir yorgunluk hissediyorum Deniz Abi'de, enerjisi yok. Gece 3'te telefonum çaldı, "Hayırdır inşallah!" diye sıçradım yerimden, yardımcı antrenörümüz Reşat Abi (Yazıcıoğulları) arıyor:
"Deniz Abi rahatsızlandı, ambulansla hastaneye götürdük. Durumu iyi değil, haberin olsun. Kalk kızları topla, herkese haber ver."
Ben itiraz ettim, "Abi sabahı bekleyelim bari, uyandırmayalım kızları, hani durumu düzelir" dedim. “Yok,” dedi, “sen uyandır kızları, haberleri olsun…” Yine sabahı bekleyelim diye ısrar edince de dayanamadı söyledi artık. Ben bağırmaya başladığımı ve Bahar'ın (Mert) beni "Ne oluyor?" diye sarstığını hatırlıyorum. Ama konuşamıyordum. Bahar, ailemden birine bir şey olduğunu zannetmiş. Uzun süre sarstı beni konuşabilmem için, sonra söyleyebildim. Yarım saat, kırk dakika kaldık öyle, çıt yok. İkimiz de ne yapacağımızı düşünüyoruz. Ondan sonra "Toplanalım, konuşmamız lazım" dedim ama aslında kendimde değildim. Bahar, "Biraz daha bekleyelim, sen kendine gel, ben kızların hepsini uyandırırım" dedi. Gitti hepsini uyandırdı, hepsi geldi, hepsi korkulu ama yüz ifadelerini görmen lazım... Hani bir şey olduğu belli ama ne? Çok uzun süre oturduk orada, kimse de uyumadı. Yıkıldık. Tarif edebildiğim bir şey değil. Altı aya yakın kamp yapmışız, ailemizden çok Deniz Abi'yi görmüşüz… O günden sonra hiç antrenman yapamadık. Maça iki gün kala çalışmaya başlayabildik.
.jpg)
Herkes takımın toparlanamayacağını düşündü. Tamam, çıkıp oynayacağız ama o psikolojiyle nasıl olacak, bilmiyoruz. Zaten psikolojisi her şeyden etkilenebilecek bir takımdık ve benim kaptan olarak arkadaşlarımı toparlamam gerekiyordu. Ama bunun için önce kendimi toparlamalıydım. Reşat Abi ile konuştuk. Biz bugüne kadar ne için çalıştık? Bu turnuva için. Deniz Abi ne isterdi? Bunu başarmamızı. Tamam buna inanıyorsun, mantıken bu şekilde olması gerekiyor ama kalp öyle demiyor… Sürekli bir gözyaşı… Sonra kızlarla toplandık, dedik ki bir şeyler yapmamız lazım. Bu bizim emeğimiz ve karşılığını mutlaka almalıyız. Allah mı yardım etti artık, herkese aynı anda aynı duygu geldi. Hani çoğunluğun kenetlenmesini sağlar ama belki geri kalan birkaç kişinin enerjisini düşürür… Yok; aynı anda herkese bir enerji geldi. Belki herkes birbirine baktı, iyi gördü birbirini, "Ben kötü olursam onu da düşürürüm, ben de iyi olmalıyım" dedi.
Çok ama çok zor bir grubumuz vardı. Rusya zaten voleybolda dev, o dönem kadrolarındaki herkes dünyanın en önemli oyuncuları. Sırbistan-Karadağ zaten olimpiyatlarda ya da şampiyonalarda sürekli derece yapan bir takım. Almanya var, Romanya var… Bizim o gruptan çıkmamız bile başlı başına bir rüya… O gruptan çıkacağız da, yarı finale geleceğiz de, finale çıkacağız da… Yok yani, mümkün değil. Dışarıdan bakıldığında böyle. Ama biz maç maç düşündük. İlk gün Romanya ile oynadık. Tamam, dişimize göre bir rakip diyebiliriz ama asla kolay değildi. İtalya'da oynayan üç-dört oyuncuya sahip, üst düzey bir takımdı. Salona gittik… Ve şaşırdık. Bu kadar ilgi beklemiyorduk. Resmen doping etkisiyle çıktık sahaya. Normalde kendimizi sahaya beş veriyorsak, bu maçta dokuz verdik. Çok iyiydik ve kazandık. Ertesi gün salon biraz daha doldu.
Taraftarın büyük desteğiyle SırbistanKaradağ'ı da set vermeden yenmeyi başardık. Ama üçüncü gün bambaşka… Rusya maçı öncesi biz şok olduk. Böyle bir ilgiye inanamadık, salona gireceğiz, dışarıda bir sürü insan var… Polis kalkanlarıyla, korumalarla gidiyoruz, insanlar bize camlardan el sallıyor… Biz sürekli kampta olduğumuz için aldığımız sonuçların dışarıdaki yansımasını bilmiyoruz. Ama az da olsa bir fikrimiz var, o da şundan; kamp yaptığımız Ankara'da iki-üç saatlik serbest zamanımız vardı, bir yerlere gidip bir şeyler içiyorduk, kimse bizden hesap almıyordu, üstüne hepimize özel ikramlar yapılıyordu. Nereye gitsek, "Hoş geldiniz, sizi destekliyoruz" diye karşılanıyorduk. Ama yine de tribünde böylesi bir ilgiyi hayal bile edemezdik.
Rusya’nın efsane kadrosu diyebiliriz o takım için. Dünyanın belki en iyi takımıyla oynuyoruz, kazanmak mümkün değil gibi. İnanın o maçı hatırlamıyorum; sadece başlangıcını ve sondaki sevinci anımsıyorum. Herkes ağlıyordu. Otele dönerken de yine camlarda, yollarda insanlar durup bizi alkışlıyordu. Önümüzde yedi tane polis arabası, arkamızda yedi tane; yolları falan açıyorlardı. Biz kendimizi önemli hissettikçe bir sorumluluk duygusu ve özgüven kazandık. Bizim sporcularımızın maç hâlleri genellikle kırılgandır. Arka arkaya iki sayı verdiğimiz zaman üçüncü de gider. Toparlanamayız, hemen kendimize gelemeyiz, modumuz düşer. O bizde hiç olmadı. Bir sayı veriyorduk, hop, öbür sayıda işi mutlaka çeviriyorduk. Her topun peşinden koşuyorduk, her sayıya seviniyorduk. Tabii hepsi seyirciyle beraber oluyordu, resmen seyirciyle beraber oynuyorduk o maçları. Sayı aldığımız zaman birbirimizin sesini duymuyoruz, öyle bir ortam. Hâlâ inanamıyorum. Böyle böyle finale kadar gittik.
Finale gelirken gücümüzü son damlasına kadar kullanmışız, final birazcık ağır geldi. Ama sonraki senelerde bu turnuvanın güveniyle bütün maçlara inanarak çıkmaya başladık. Anlatabildim mi, size o hissi verebildim mi bilmiyorum ama çok değişik bir duyguydu. O şampiyona bittikten sonra sokakta dolaşamaz olmuştuk. Herkes yolda durduruyordu, teyzeler "Gel kızım, seni öpeceğim" falan… Hâlâ taksicisi, polisi, "Aa siz Filenin Sultanı değil misiniz? Ne maçlardı ama…" diyor.

Finalden sonra hedef büyüttük ve insanların da bizden beklentileri arttı. Artık Dünya Kupası'na gidememek ya da orada gruptan çıkamamak olmazdı. Biz çıtayı yükseltmişiz, insanlar bizi sevmiş, o sevgiye layık olmamız gerekiyordu, o şekilde devam etmeliydik. Kendi aramızda konuşuyorduk bunu. Açıkçası bize gösterilen o ilgi de çok hoşumuza gitmişti, bu neden sürmesindi ki? İşimize eskisinden de çok sarıldık. Aksi, hem kendimize hem de insanların sevgisine ihanet olurdu. Gerçekten de herkes işini yaptı. Birimiz biraz sallansa bir başkası gidip "Kendine gel" diyor, kaldırıyordu onu.
Biz Dünya Kupası için Japonya'dayız, Türkiye'de konuşulanlardan haberimiz yok. Ankesörlü telefondan arıyoruz Türkiye'yi, söylüyorlar bir şeyler ama… Mesela gidiyorum, "Ya kızlar, annemle konuştum, gazetelerin baş sayfalarında, ana haber bültenlerinde biz varmışız" diyorum, "Evet, bana da böyle söylediler" diyorlar. Bir şeyler duyuyorsun ama hissetmiyorsun. Biz ne zaman orada yedinci olup Türkiye'ye döndük, o zaman anladık ne kadar takip edildiğimizi. Gece 3'teki maçımızı saat kurup izleyen insanlar olduğunu öğrendik.
İtalya maçına çıkmadan önce kahvaltıda konuşmuştuk, "Bugün 10 Kasım, ne yapabiliriz?" diye... Sanırım Reşat Abi'nin fikriydi, "Türkiye saatine göre 9.05'te mola alacağım" demişti. Molada saygı duruşumuzu yaptık, rakip şaşkın şaşkın bakıyor, hepsi "Ne oluyor ya?" der gibi izliyor bizi. Tribünler desen öyle… Biz takım olarak o ânı hep birlikte, çok yoğun bir şekilde yaşadık.
Her şeyi dolu dolu yaşamayı, atraksiyonu severdik. Hiç "Şunu yapmasak mı" diyen yoktu aramızda. Herkesin toparlayıcı bir özelliği vardı takımda. Hani çıkıntı olanlar da vardı ama bir zaman sonra onlar da ayak uydurdular. Kimsede kötü niyet yok, herkes antrenmanını severek yapar. Ama bazen de kızlar "Pizzacıya, hamburgerciye mi gitsek" diyordu, izin veriyorduk, herkes serbest, dışarıda istediğini yiyor, Reşat Abi'nin haberi yok… Yaşıyorum şu anda bu anlattıklarımı tekrar. Çok güzeldi, bir sporcunun kolay kolay yaşayabileceği şeyler değil, bize denk geldiği için o kadar mutluyum ki… Bir de ilk olması insana büyük bir haz veriyor. Bir rüya gibi hâlâ. Tamam, yaşadım ama yine de rüya gibi. Rüyanda görürsün böylesini. Bunlar 2003'te oldu ama 2001'de bütün bunları rüyamda görüp "Ay ne güzel rüyaydı!" diye uyanmış olabilirim mesela…