Bir Şey Yapmalı
28 dk
Açık Radyo'nun kurucusu, yazar Ömer Madra ile hayatını, hayatlarımızı ve iklim krizini konuştuk. Metin Oktay'dan başladık, Greta Thunberg'e kadar uzandık.
Ayvalık'taki evinden röportaja bağlandığı anlarda Ömer Madra'nın kurduğu ilk cümlelerden biri "Hayatta hiçbir şeyin uzmanı değilimdir zaten ama spordan hiç anlamam" oluyor. Bu elbette doğru değil. Uluslararası hukuktan iklim krizine, müzikten edebiyata pek çok konuda yaptığı çalışmalarla iz bırakan, entelektüel sorumluluklarını hiç unutmayan biri var karşımızda. Zengin ilgi alanlarını Açık Radyo'ya da yansıtan Madra, aynı zamanda eski bir futbol takipçisi. Ve tabii ki onu bulmuşken meşhur Metin Oktay yazısını da soracağız. Başta. Sonra başka konulara gelecek sıra. Dünyaya açılacağız.
Bir dönem epey koyu şekilde Galatasaray'ı destekliyormuşsunuz, futbolu takip ediyormuşsunuz.
Evet ama sonra taraftarlıktan istifa ettim.
Önce maceranın başını konuşalım mı?
Bu işler Türkiye'de zaten aile içi işlerdir. Bizim aile öteden beri Galatasaraylıydı. Ben de bir ara fanatik diyebileceğim kadar taraftarlık yaptım. Hem English High School'da futbol da oynuyordum. Küçük arsalarda, Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşmalarını andıran ölesiye maçlar yapardık. O maçlarda ben Galatasaray kaptanı olurdum. Fenerbahçe'de de kaptan büyük diplomat Nabi Şensoy'du.
Öte yandan anneannem de bambaşka bir figürdü. Atatürk ve İnönü dönemlerinde maliye bakanlığı yapmış birinin eşiydi ama güreş meraklısıydı. Spor ve Sergi Sarayı'nda düzenlenen çok sayıda güreş müsabakasına onunla gittiğim için ünlü şampiyonları tanıma fırsatım oldu. Hiçbir zaman güreş merakım olmadı ama anneannem gibi çatlak bir hatunun etkisiyle maçlara gittim. (Gülüyor.)
Türkiye'nin güreşteki altın çağından bahsediyoruz. Müthiş yıldızlar izlemiş olsanız gerek.
Hepsini izledim. Futbolda da anneannemin torpilini kullanıyorduk. Necmi Rıza Ahıskan vardı, Osmanlı-Türk musikisi dalında hem bestekâr hem de şarkıcıydı kendisi. Onun sayesinde, 11 yaşındayken ünlü Macaristan galibiyetini izleme fırsatım oldu. Metin'in (Oktay) de üstüne insanlar yüklenmişken ayağının ucuyla topu ittiğine bizzat tanık oldum. Lefter'in (Küçükandonyadis) de iki golü vardı. Şu hayatta hem en beğendiğim hem de beğenmekten nefret ettiğim futbolcuydu çünkü Fenerliydi. (Gülüyor.) Böyle bir geçmişim vardı ama mesela Murat Belge'yle de basketbol oynardık. Genellikle yenilirdim ama olsun, yenilmeye doymazdım. Atletizm de yapardım. Özellikle Osman Ulagay'la…
Ömür boyu sporla bağlantılı kaldım. Biraz da çevreyle ve doğayla bütünleşmeye de dayanır bu. Dağcılık gibi şeyler hiç yapmadım ama sürekli tırmandım, ormanlara gittim. Ayvalık'ta Tomruk diye müteveffa bir arkadaşım vardı. Bir ara "Bu doğa tutkusu nereden geliyor?" diye uzun boylu düşünmüştüm. Sonra hatırladım ki Tomruk "Bırak hadi oyunu. Yürü şimdi, pikniğe gidiyoruz" derdi. Biz de malzemelerimizi alıp Çıplak Tepe'ye tırmanır, sandviç yapıp yerdik. O his, bağ bende kaldı.
Murat Belge'nin şöyle bir ifadesi var: "Hep cansiparane oynayan, fedakâr bir kaleciydi. Bir şeye baktığında nasıl bağlanır ve yaptığı işin hakkını vermek için nasıl çalışırsa kalede de o zaman öyle çalışırdı."
İltifat etmiş aslında ama bunda hafif manyaklıkla beraber bir gerçeklik payı var. Bir de bilye maçları yapardım. Romanımla Sana Bir Ses... adlı kitabımdaki bir bölümde Oğuz adlı başkaraktere bunu anlattırmıştım. Yüzlerce hatta neredeyse bine yakın bir torba bilyede hemen hemen kendim adlandırdığım bütün oyuncuları tanırdım ve onlara 11 kişilik çift kale maçlar yaptırıp şampiyonalar düzenlerdim. Başta arkadaşlarla oynardım. Sonradan bunu sürdüremedim çünkü ben fazla iyiydim. Vazgeçtim ve kendi kendime oynamaya başladım. Satranç takımının parçaları da seyircileri temsil ediyordu. Tezahüratı da kendim seslendirirdim. Fakat mesela Türkiye ve Galatasaray yoktu. Metin Oktay da yoktu çünkü ona karşı objektif davranamayacağım kaygısı vardı. Ancak özel maçlarda onu oynatıyordum.
Bu vesileyle bir anımı da hatırlamış oldum. Çok erken tarihlerde, dedemlerle bir yaz tatili için Uludağ'a gittik. Bizim kaldığımız yerden biraz ileride, Kirazlıyayla'da Galatasaray'ın kamp yaptığını duyunca kalp çarpıntısı geçirerek yalvardım ve beni götürdüler. O cesaret insana nereden geliyor bilmiyorum ama gidip "Metin Oktay ile görüşmek istiyorum" dedim. Hemen geldi. Olağanüstü nazikti. Üslubu benzersizdi. "Ben sizi çok beğeniyorum, harikasınız" filan demiştim. Siz de değil hatta, direkt sen demiştim. Sonrasında da imza istemiştim. İmzayla kalmadı. Kamil (Altan) vardı o zamanlar, Galatasaray'ın sağ beki. Onu çağırdı, "Arkadaşa bütün takımı gezdir. Herkes imza versin" dedi. Maalesef o imza defterini kaybettim.
Metin Oktay öldüğü zaman da bir yazı yazmıştım. Sonradan biraz ünlü oldu o metin. Galatasaray Müzesi'nde de duruyor dediler ama gidip görmedim hiç. Hem duygusal boyutları vardı hem de seyrettiğim maçların analizi.
"O cesaret insana nereden geliyor bilmiyorum ama gidip 'Metin Oktay ile görüşmek istiyorum' dedim. Hemen geldi. Olağanüstü nazikti. Üslubu benzersizdi."
Melih Aşık, "Türkçede yazılmış en güzel Metin Oktay yazısı" diyor sizin yazınız için. Birkaç farklı antolojide var o yazı.
Valla doğru dürüst takip etmedim. Son olarak bir derleme kitapta yayımlanmıştı, Taçlı Kral diye bir kitap. Onu hazırlayan Ahmet Çakır da "Ben izin almadım ama koydum. Kızar mısınız?" dedi. "Ne münasebet?" dedim. Ben Metin Oktay'ın kariyerinin büyük bölümünü izlemiştim. O yazıda bütün o unutulmaz gollerini anlattığım yerler de var. Benim ona tek itirazım antrenör (Leandro) Remondini sayesinde ya da yüzünden Sicilya'da bir takıma gitmesiydi. Defansif oynayan, ligden düşmemek için oynayan bir takıma, Palermo'ya gitmesi Metin'in üslubuna uyar mıydı, o konuda hâlâ tereddüdüm var. Hem çok önemli bir santrfor hem oyun kurucuydu ve defansif bir takım için bence doğru değildi. Orada da başarılı oldu ama bambaşka işler yapabilirdi.
Galatasaray taraftarlığından neden istifa ettiniz sonra?
Fatih Terim'e verilen 'İmparator' unvanıyla istifa ettim. İmparatorluğun iyi bir şey sayılması da ancak bizimki gibi kültürlere özgü bir şey olmalı. İmparator derken esas olarak Jül Sezar bilinir. O da benim bilebildiğim kadarıyla, Eduardo Galeano'nun da yazdığı gibi, yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük katillerinden biri. Bütün Galyalıları kılıçtan geçiriyor ve bunu çok ince bir anotasyon ile yazıyor. Kendi kitabının tarihçisi olduğu için çok büyük bir insan ve kahraman olarak biliniyor ama esasında herkesi köleleştirip katlediyor. Yapmadığı hiçbir şey yok ama yine de en büyük insanlardan biri sayılıyor. O yüzden bu imparator vurgusu, bana göre oldukça yanlış kurulmuş, çarpık bir anlayışın sonucu. Hatta biraz dalga da geçiyordum ara sıra. Fatih Terim'e 'Ave Caesar!' (Yaşa Yüce Sezar!) denmesi gerektiğini söylüyordum. Bir de Galatasaray, Karabükspor'a haber vermeden takımın antrenörünü transfer ettikten sonra ben taraftarlıktan resmen istifa ettim. Bir daha da hiçbir ilişki kurmadım.
"Fatih Terim'e verilen 'İmparator' unvanıyla istifa ettim. İmparatorluğun iyi bir şey sayılması da ancak bizimki gibi kültürlere özgü bir şey olmalı.
Ünlü yazınızda Metin Oktay için "Bu âlemin gelmiş geçmiş, yegâne sahici efsanesidir" diyorsunuz. Aslında sizin yaşamınızda böyle andığınız birkaç farklı figür var. Bu kadar büyük ifadelerle anmasanız da hayat serüveninizde Noam Chomsky'nin, Bill McKibben'ın, J. D. Salinger'ın, The Beatles'ın öneminden bahsedersiniz. Ama Metin Oktay için "Yegâne sahici efsane" diyorsunuz.
Dikkat isterim, bu âlemin diyorum. Futbol âleminin yani. O ayrımı yapmak lazım.
Diğer taraftan, Ortaköy'deki Ziya Bar'da onu son görenlerden müzisyen Tarık Öcal, Metin Oktay'ı şöyle anlatıyor: "Nazım Hikmet'ten bir şiir okudu. Hiçbirimiz ummazdık. Tabii ummamak bizim suçumuz. 'İşte bu şiiri bilmeyen ne top oynar, ne gitar çalar, işin özü bu kardeşim' deyip boynuma sarıldı. Metin Oktay çok büyük bir yürekti... Benzeri gelmeyecek..." Ben de hayatını yakından izlemiş biri olarak aynı kanıdayım. Benzeri gelmeyecek. Bu efsaneyi yaratan tüm unsurları, yazıda da belirttiğim gibi seyrettim. Onun için bir abartma gibi gelebilir ama değil. Bir de bu yazı, spor kültürü alanında çalışmalar yürüten bir dergide çıkmıştı. Ben Enis Batur ile birlikte uzun süre kültür, sanat ve edebiyat alanlarında pek çok derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptım. Hepsinden de hüsranla istifa ederek ayrıldık. İstifa benim için kader gibi bir şey. Hayatım boyunca 13 kez filan istifa ettim. Artık Açık Radyo'da istifa edecek yer yok. "Kime istifa edeceğim?" diye arkama bakıyorum bazen. 26 senedir devam ediyor.
Sporla analitik ilişkiniz nasıl değişti yıllar içinde?
Şimdi sporun durumu da tabii çok farklı. Mesela ben Formula 1 gibi sporların, özellikle fosil yakıtlı araçların topyekûn ortadan kalkması gerektiğini düşünüyorum. Bu araçların bir an önce ortadan kalkmaması halinde yeryüzünde insanlık diye bildiğimiz medeniyetin ve başka pek çok türün ortadan kalkacağı düşüncesindeyim. Örneğin yeri gelmişken konuşalım, Tokyo Olimpiyat Oyunları'nın yapılıyor olması insanlığın ve dünyanın nasıl yüzkarası bir duruma geldiğini gösteriyor. Yanılmıyorsam Japonya'da halkın yüzde 80'inden fazlası pandemi yüzünden olimpiyatın yapılmasına karşı ama kimsenin dinlediği yok. Elbette Alp Ulagay'ın dediği gibi sporcuların beş yıldır bu iş için uğraşıyor olmaları mühim ama oyunlarının düzenlenmesinin arkasında yatan nedenler farklı.
Geçen gün olimpiyat sponsorlarının bir listesini gördüm. Hemen kapattım o ekranı. Dünyanın belli başlı bütün şirketleri, başta petrolcüler olmak üzere oyunları destekliyor. Dave Zirin'in olimpiyatın düzenlendiği şehirlere ne kadar büyük bir yıkım getirdiğine yer verdiği bir araştırması vardı. Okuyunca insan inanamıyor. Bu şehirleri yepyeni birer şehir haline getiriyorlar. Küresel iklim değişikliğini, daha yeşil bir dünyaya geçişi bırakın. Tam aksine dehşet bir betonlaşmayı, gelir farklılığını ve hatta haydutluğu artırıcı etkileri olduğunu örneklerle gösteriyor.
Bir taraftan da şu sıra ekolojik bir medeniyete geçme konusunda başka bir alternatifin düşünülemeyeceğini yazan Jeremy Lent'in kitabını okuyorum. Anlam ağı üzerine çalışmalar yürütüyor. İnsanın içindeki rasyonel beyin ile ikinci beynin bağlantısı diyebiliriz. Bunu da son gelişmelerle, uzay çağıyla ve yapay zekâyla birleştiriyor. Lent, ekolojik medeniyete geçmenin yollarını da gösteriyor. İşin içinde milyarderlerin yasaklanması da var. Resmen yasaklanması yani. Bunu da çok rasyonel bir şekilde anlatıyor.
Bugünlerde milyarderler uzay yarışına girdi. Bu doğayı, dünyayı kurtarmaya çalışmak yerine yeni bir dünya, yeni bir rant alanı inşa etmeye uğraşıyorlar. Bu da herhâlde sizin söylediklerinizle bağlantılı.
11 dakikalık uzay seyahati midir, nedir o? Bir de döner dönmez Jeff Bezos, sanki yeni bir şey görmüş gibi dünyanın atmosferi ne kadar ince ve kırılganmış diye insanı çileden çıkaracak aptalca, küstahça laflar söylüyor. İlk söylediği şeylerden biri de "Hem plastik hem de fosil yakıt salınımlarından dünyanın kirlenmesini uzaya göndererek çözelim" gibi bir şeydi. Bu küstahlık karşısında insanın nefesi kesiliyor. Richard Branson da aynı kibri taşıyor. Elon Musk da öyle.
"11 dakikalık uzay seyahati midir, nedir o? Bir de döner dönmez Jeff Bezos, dünyanın atmosferi ne kadar ince ve kırılganmış diye insanı çileden çıkaracak aptalca, küstahça laflar söylüyor."
Siz hep sorumluluk kelimesinin altını çizersiniz. Peki ya devletlerin sorumluluğu gibi sporun da bir sorumluluğu var mı?
Genel olarak spor yöneticilerinin sorumluluğu var. Röportaj öncesinde genel yayıncılık etiği ve kavramı üzerine konuşalım demiştiniz. Şöyle bir şey var. Ben bu işle yaklaşık 24 yıldır uğraşıyorum, Açık Radyo'da binlerce yayın yaptık. Neyse ki akılalmaz şeyler olduğu için, bütün kıtalar yandığı veya sular altında kaldığı için artık en yakın arkadaşlarımın yaptığı "Ee Ömer, ne zaman sonumuz geliyor? Bir yıl ver" şakalarından kurtuldum. Artık sormuyorlar. Hatta Açık Radyo'nun internet sitesine de koyduk. Bakın diyorum; altı yıl, beş ay kaldı. Bir şey yapmazsak sonumuz gelecek.
Dediğim gibi, sporun sorumluluğu gibi bir şey söylemiyorum. Asıl sorumluluk, yeryüzünü biyolojik çeşitliliğinin yok oluşuna götüren milyarderler, özellikle petrol zenginleri. Dünya tam bir cinnet çağı yaşıyor. Petrolün, kömürün ve doğalgazın bitirici rolü bütün bilim insanları tarafından söylendiği halde yeni düzenlenen OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) Zirvesi'nde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman gibi üye ülkeler ve OPEC üyesi olmayan ama örgüte yakın olan Rusya gibi ülkeler, petrol üretimini artırma kararı aldılar. Bunun cinnetten, intihardan, cinayetten hiçbir farkı yok. Apaçık bilimin yok edilişi, hiçe sayılışı ve safsatanın bütünüyle hâkimiyeti. Bunda birinci sorun hiç şüphesiz fosil yakıtçılar ve onlara destek veren bankalar, mali sistem. Yani kapitalist sistem. İkinci sırada da siyasetçiler geliyor ama onlar da zaten kapitalistlerin satın aldıkları insanlar. Geçenlerde Norveç gibi dünyanın en medeni ülkesinde bile başbakan şu açıklamayı yaptı: "Kuzey Buz Denizi'nde petrol var ama doğalgaz arama faaliyetlerimize devam edeceğiz." Yalancılık ve sahtekârlık karşısında insan ne diyeceğini bilemiyor. Kanal İstanbul da aynı. Büyüme saçmalıklarıyla geçen bir hayatımız var.
'İklim Acil Durumu' denilen bir kavramla yüz yüzeyiz. İnsanların farkında olduğundan çok daha tehlikeli bir durumun içindeyiz. Şimdi kafaları bulandırıp canınızı sıkmayayım ama buradaki büyük sorumluluk medyada. Bunlara değinen tek kelimeye rastlamıyorsunuz medyada. Son zamanlarda bir-iki şey var. Onlar da Greta Thunberg'in söylediği gibi 'Sıcak hava dalgası vurdu' gibi haberler. Mesela sıcak hava dalgası Türkiye'yi de vurdu, Cizre'de geçtiğimiz yıllara oranla bir buçuk derecelik bir fark vardı. Bunlardan medyada bahsedilmiyor. Bahsedildiği zaman da Thunberg'in söylediği gibi sıcaktan bunalmış halde denize giren insanlara değiniyorlar. Mesela "Çeşme'de hayatımda böyle kalabalık görmedim" diyor belediye başkanı, "Bir milyon kişi var" diye de ekliyor. Denize giren insan manzaraları her yerde. Olayın farkına varılmasına yol açacak sınırsız sayıda makale yazıldı, yayın yapıldı ve film çekildi. Yeryüzünün en büyük bilim insanları da, aktivistleri de bunu yıllardır söylüyorlar ama medya bunların önünde bir engel. Çünkü satılmış. Milyarderlerin elinde bulunan bir medya var.
"Yeryüzünün en büyük bilim insanları da, aktivistleri de bunu yıllardır söylüyorlar ama medya bunların önünde bir engel. Çünkü satılmış."
Onun için de daima konuşmamız, dile getirmemiz lazım. Vazgeçmemek gerek. Tek yol mücadeleden geçiyor. Az önce andığım Jeremy Lent, bu yılın başında 'What Does An Ecological Civilization Look Like?' adlı bir makale yayımladı. "İnsanlık için anlamlandırmada bir dönüşüm gerekli" diyor ve ekliyor: "Dünyadan nasıl anlamlar çıkardığımız konusunda bir dönüşüme ihtiyacımız var." Yani bir çeşit devrime ihtiyacımız var. Hayatı doğrulayan bir devrim. Şimdiki halimiz Jeff Bezos'ların, bilmem kimlerin uzaya çıkma oyunlarından ve milyarderlerin soytarılıklarından ibaret. Hayatı değil, ölümü doğrulayan şeyler bunlar aslında. Buna izin verilmemesi gerekiyor. Lent de yazısında "Mevcut medeniyet servet biriktirmeye dayanıyor. Bunun yerine hayatı doğrulayan, olumlayan bir ekolojik medeniyete geçmemiz gerekiyor ve bunu yapabiliriz" diyor. İşin ilginç tarafı, bunun yapılabilir olduğunu gösteriyor ama herhâlde birtakım zenginlerden ve onların yardakçılarından oluşan bir ekibin çıkıp adam başına 350 ila 500 ton arası karbondioksit salarak uzaya çıkmalarıyla olacak bir iş değil bu. O yüzden Lent de doğal ekolojiye dayalı, insan toplumuyla doğal dünya arasındaki bütünsel simbiyozu, birbirine bağlı olarak yaşama hissini olumlayan bir sisteme geçilmesi gerektiğini söylüyor. İnsanların her birine evrensel bir gelir sağlanması lazım diyor; barınma hakkının ve sağlık hakkının doğal haklar olduğunu dile getiriyor. Şehirlerin yeniden yürüyüşe göre planlanması ve arabasız olması gerektiğini ifade ediyor. Ve en önemli üç şey de insanların topluluk içinde birlikte hareket etmesi, eğitim ve kozmopolitanizm.
Devrim dediniz, aktivistlik dediniz. Aslında bugünlerde birçok sporcunun toplumsal olaylar hakkında konuşması 1980'li, 1990'lı yıllara göre çok artmış durumda. Mesela siz, Muhammed Ali'yle ilgili geçmişte bize bir söyleşi verdiğinizde onun aktivizminin sizi nasıl etkilediğinden bahsetmiştiniz. Bugün de spordaki kanaat önderlerinin söyleyecekleri şeyler önemli olacaktır, değil mi?
Muhammed Ali gerçekten ender rastlanacak bir erken dönem figürüydü. Hem muazzam bir sporcu hem de muazzam bir aktivistti. Kaybetmeyi göze alarak olağanüstü esprili, özlü üslubuyla mücadeleyi elden bırakmadı. Askere gitmediği için, üç sene boyunca şampiyon olduğu halde yarışlardan mahrum bırakıldı. Sadece onun cesareti değil tabii. Martin Luther King Jr. de dahil olmak üzere Ali'nin arkasındaki siyah hareketinin büyük baskısıyla geri dönebilmişti. Yoksa harcayıp atacaklardı onu da.
İngilizce dilinde yazılmış en kısa şiirin Ali'ye ait olduğu söylenir hep. Harvard'da verdiği popüler bir konferansın sonunda "Hadi bir de şiir oku" diyorlar. "Tamam" diyor, dönüyor ve "Me? Whee!" diyor. Me, We. Olağanüstü bir şey. Bence tam Doğu sistemine ve taocu düşünceye uygun. Ubuntu'yu veriyor aslında. Sen ve ben. Ayrı olamayız.
"Muhammed Ali gerçekten ender rastlanacak bir erken dönem figürüydü. Hem muazzam bir sporcu hem de muazzam bir aktivistti."
Bugünlerde de arttı tabii böyle sporcular. Mesela Megan Rapinoe muazzam bir kadın. Amerikan futbolu gibi en olmayacak yerlerde bile diz kırma meselesi var artık.
Uzun yıllardır iklim değişikliği konusunda çalışıyorsunuz. Türkiye'de bu alana en erken yönelen entelektüellerden birisiniz. Türkiye'de yıllar içinde akademinin, medyanın, entelektüel çevrenin bu konuya daha duyarlı yaklaştığını görmeye başladınız mı yoksa hâlâ yeterli düzeyde eğilim yok mu?
İki türlü de cevap verilebilir buna. Biz 2006'da küresel ısınma için bayağı kalabalık bir şekilde sokaklara çıkmıştık. Alana girerken aramalar yapılıyor tabii. Ben elimde bir yangın söndürücüyle gitmiştim. Genç bir polis de yangın söndürücüyü alana sokarken "Küresel ısınmayı bununla mı durduracaksınız?" demişti. Ben de "Elimizden geleni yapacağız" demiştim. Tamamen bu kanaatteyim. Bu işin büyüğü küçüğü yok. İsveç gibi sahtekâr, karbon salınımında dünyada fevkalade yukarıda olan ve orman katili bir ülkede Greta Thunberg gibi birini gördüğünüz zaman bir şeyleri fark ediyorsunuz. Bu bahsettiklerimi de Greta'nın dikkat çektiği başka araştırmalar sayesinde öğrendim. İsveç eski ormanların ülkesi olarak bilinir. Hatta ben İsveç'te bir sene kalmıştım. Sosyal demokrasisinden etkilenmiştim ama insan bazı şeylerin farkına varamıyor. O zaman yazdığım İsveç övgülerini bugün yazmazdım. En azından hem över hem de bu taraflarını yazılarıma koyardım. İsveç'te büyük, eski orman kalmamış durumda. Yeni dikilen ormanlar var. Bu Türkiye'de de yanlış biliniyor. Asıl karbon tutanlar, eski ormanlardır. Yeryüzünün en iyi karbon yutağı olarak bilinen ormanı Amazon ormanlarıdır.
Bence son günlerde yeryüzünün bir numaralı haberi şuydu: Amazon ormanlarının bir kısmı yutak olmaktan çıktı ve karbon salan bir orman oldu. Bundan daha büyük, daha kötü bir haber olamaz derken şimdi de Sibirya çıktı. Biri bana otuz sene önce Sibirya'nın yanacağını söylese herhalde kahkahalarla gülerdim ama şu an durum öyle.
"Genç bir polis yangın söndürücüyü alana sokarken 'Küresel ısınmayı bununla mı durduracaksınız?' demişti. Ben de 'Elimizden geleni yapacağız' demiştim."
Metan, karbondioksitten daha kısa ömürlü ama kimi yoruma göre otuz kat, kimi yoruma göre seksen kat daha tehlikeli bir sera gazıdır. Onlar çıkacak ve geri dönüşü olmayan bir noktaya çok daha hızlı geleceğiz. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin raporları vardır. Bu raporları yeryüzünün gelmiş geçmiş en önemli bilim insanlarının bir kısmı yazar. Tabii hükümetler "Şuraları değiştirelim. Bu kadar tehlikeli olmayalım" diyor ama geçenlerde AFP harika bir iş yaptı, raporu sızdırdılar. Raporda "Yeryüzündeki canlılar başka hayat tarzlarına geçebilirler ama insan asla" diye bir ifade var. İnsan yok olacak diyorlar yani. Bunu Birleşmiş Milletler'in kurduğu bilim heyeti söylüyor ve medyada yer almıyor. İnsan bu durum karşısında çıldırır. İşte o yüzden Greta Thunberg ve arkadaşlarının yaptıkları muazzam. Bir kişiyle başlayıp 13 ay içinde 7,5 milyon insana ulaştılar ve olağanüstü devam ediyorlar.
Türkiye'den de birçok genç aktivist var. Atlas Sarrafoğlu, 11 yaşında başladı. Annesi sayesinde Açık Radyo'dan duymuş. Şimdi 13 yaşında program yapıyor. Dünyada bu gibi konularla uğraşan aktivistlerle de paslaşıyor, onlarla röportajlar yapıp yayımlıyor. Mesela bir keresinde Atlas, Hindistan'dan Licypriya (Kangujam) diye bir kız çocuğuna "Sen bu eylemlere nasıl başladın?" diye sormuştu. Licypriya da "Altı yaşındayken bir öğrenci grubu kurmuştum" diyor. Altı yaşında insanları etrafında örgütleyen bir çocuktan bahsediyoruz. Bugün dokuz yaşında. "Politikacılar hiçbir şeyden anlamıyorlar ve yalan söylüyorlar. Tek yol bastırmak. Beraber örgütlenip bastıracağız" diyor. İşte "Gelecek için Cumalar" hareketine devam ediyorlar ve devamlı büyüyorlar. Tek yolumuz budur. Onlara tüm kanalları açmamız ve onlarla beraber olmamız gerekiyor. Türkiye'de de bu farkındalık yükseldi. Beklendiğinden daha az olabilir ama İkizdere'de ve Artvin'de yaşananlar büyük mücadeleler. Artvin'dekiler 25-30 yıllık bir mücadele verdiler ve vermeye de devam ediyorlar. Bergama başarısız oldu ama şimdi de İda Dağı'nda Alamos Gold'a geri adım attırdılar. Çok büyük zorlukları göze almak gerekiyor.
Yine dönüp dolaşıp sorumluluk kelimesine geldik. İnsanların, entelektüellerin sorumluluğu...
Avustralya'nın ve dünyanın en büyük biyolojik çeşitlilik kaynağı olan, her türlü canlının bir arada yaşayabildiği mercan resifinde yapılmış Chasing Coral diye bir film var. Zack (Zackery Rago) diye bir oğlan başrolü oynuyor. Bütün dalışlarda orasının mahvolduğunu görüyorsunuz. İşte orada, filmin sonunda bu işe 45 senesini vermiş dünyanın en büyük uzmanıyla konuşuyor. Adamın adı John 'Charlie' Veron. Yirmi kitap yazmış, sayısız makale kaleme almış, hâlâ dalış yapan bir insan. "Ne hissediyorsunuz? Mercan kayalıkları 45 yılda gözlerinin önünde gitti" diyorlar. Charlie de "Çok kötü bir durum ama vazgeçmek yok. Vazgeçersem namerdim. Sana da söyleyeyim delikanlı, sen de mecbursun, mücadele etmek zorundasın" diyor. Ben de aynı fikirdeyim. Tek yol mücadele, başka yol yok.
"Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için" diyorsunuz zaten hep. Alexandre Dumas Pere'den ilham alarak...
Üç Silahşorlar'ın sloganı. Açık Radyo'nun ilk günlerinde kitabın tamamını okumuştum. Yetmedi, bir de Yirmi Yıl Sonra'yı okudum. O slogan muazzamdır ama. Dumas da çok büyük yazar. Biliyorsunuz, o da tam Fransız değil. Habeş kökenli, siyah birisi. O komünitenin, birlikte kalabilmenin önemini bilen bir yazar.
Pandemi sürecinde de gördük. Koronavirüs ilk çıktığında da insanlar, günlük alışkanlıklarından hemen vazgeçemediler. Öyle bir tehditle tam olarak karşılaştığını anlamadan kendine gelemeyen bireyleriz. Bu konuda umutsuzluğa düştüğünüz, "İnsana karşı umudumu yitiriyorum" dediğiniz oluyor mu?
Ben Charlie Veron gibi düşünüyorum. Genç dalgıç Zack'e "Bundan kurtuluş yok çünkü mücadeleden vazgeçersen yaşlanınca kendini beğenmezsin" diyor. Bir laf ancak bu kadar hoş olabilir. Bencilce bir şey aslında. Torunum "İnsanlar kendilerini iyi hissetmek için mücadele etmiş. Sen ne yapıyordun?" diye sorarsa "Ulan uğraşıyorduk işte" filan diyebilirim. Bu çok önemli bir duygu. Ama sadece o da değil. Ben hâlâ bir dönüşüm olabileceğini, alttan bastırmamız için hâlâ vaktimiz olduğunu düşünüyorum.
Belki de insanlığın o tehdidi daha net görmesi gerekiyor.
Çok önemli şeyler yapılması gerekiyor. Jeremy Lent "Simbiyoz, birlikte yaşama meselesi düşünüldüğü zaman dönüşümün ne kadar büyük bir efor gerektirdiğini, ekolojik bir medeniyetin ne kadar uzakta ve gerçekleştirilmesi zor bir şey olduğunu görüyorum. Evet, ürkütücü gelebilir ama imkânsız olmanın çok ötesindedir" diyor.
Böyle işte. Yapacağız. Siz de yazacaksınız.