Bir Yaz Gecesi Rüyası

16 dk

Şampiyona defalarca peri masallarına sahne oldu ama Danimarka'nın hikâyesi biraz daha özeldi. O takımın yıldızlarından Kim Vilfort ile 1992 yazını ve öncesini konuştuk…

Saat 11.00 olmuştu. Socrates'in 'teknoloji uzmanları' olarak kameralarımızı açabilsek de ses sorunlarıyla boğuşuyorduk. Kulaklık takıp çıkarma, sistemi açıp kapama gibi çok 'bilinmeyen' yöntemlerimizle… Sonra İnan'ın telefonuna bir mesaj geldi. Bir gece önce randevu aldığı Kim Vilfort, Kuzey Avrupalı olmanın verdiği dakiklikle soruyordu: "İptal mi ettik?" İnan soğukkanlılığını korusa da biraz gerilmiştik. 11.32'de 'gecikmeli' de olsa Vilfort'un karşısına çıktık. Amacımız Danimarka'nın 1992 şampiyonluğunu konuşmak olsa da Uche'ye kadar uzanan geniş bir sohbet bizi bekliyordu. Ama hâlâ gergindik. Soğukkanlı bir şekilde geçmişi anlatan Vilfort'a bir noktada Euro 1992'nin simgesi haline gelen kişisel trajedisini de sormak zorundaydık.

Brondby, Avrupa'da başarılar elde eden ilk Danimarka kulübüydü. O takımın Danimarka futbolundaki yeri nedir?

Danimarka futbolunda profesyonelleşmenin ilk örneğiydi Brondby. Oyuncularının tam zamanlı bir şekilde futbol oynayarak para kazanabildiği ilk kulüptü. 1986'da gerçekleşmişti bu. Ülkedeki bütün yetenekler Brondby'nin kapısını çalıyordu. Bosman Kuralları henüz gelmemişti, iki yabancı hakkı vardı. O yüzden de en iyi Danimarkalı yetenekleri seçmeleri, bir araya getirmeleri ve beraber tutmaları mümkündü. 1986'dan 1991'e kadar kadro iskeleti hemen hemen aynıydı. O kadro, Euro 1992'deki takımın da merkeziydi. Olağanüstü yetenekleri bünyesinde barındırıyordu ama aynı zamanda bir takımdı.

O grupta takım arkadaşlarımla birlikte bir ruh, bir karakter inşa etmiştik. Muazzam bir kazanma arzusu vardı herkesin oyununa yansıyan. İlginç olan da o takımdaki oyuncuların büyük çoğunluğu büyürken profesyonellik yoktu. Futbol oynamak ve milyoner olmak üzerine planlar yoktu, amaç hangi maç olursa olsun, kazanmaktı. Basit bir açıklama belki ama Brondby'nin başarısında da 1992 Avrupa şampiyonluğunda da bunun etkisi vardı. Bir de tabii dünya çapında büyük bir kaleciye sahip olmamız işleri kolaylaştırıyordu. Yani Peter Schmeichel'a...

O grubun milli takıma yaptığı etkiden söz ettiniz. Taktiksel etkisi de var mıydı?

Danimarka futbolunun temelinde 4-4-2 vardı, bilhassa evimizde oynadığımız maçlarda fizikselliği artırıp yüksek seviyede pres yapmamızla ünlüydük. Sadece en yetenekli takım değildik, aynı zamanda en kondisyonlu ekiptik. Avantajımız profesyonellikti, rakiplerimizden erken bir şekilde futbolumuzu modernize etmenin faydalarını gördük. Tek işi futbol olan bizdik uzun bir süre boyunca. Lakin söylediğim gibi her şeyin başında karakterimiz vardı. O kadroda yoğun antrenmanı kaldırmayacak kimse yoktu. Milli takımı oluşturan iskelet dedim ya, o iskeletin dışında kalanlar bile inanılmaz sıkı çalışıyordu. Belki Uche'yi bu manada en iyi örnek olarak kullanmayabilirim ama diğer taraftan fantastik bir oyuncuydu. (Gülüyor.)

Türkiye'de de bir efsanedir Uche, onu anan herkes de sizin şu an yaptığınız gibi övmeyi ve gülümsemeyi eksik etmez…

O kadar hızlı, o kadar sakindi ki… Şöyle söyleyeyim, onun fiziğine ve çabukluğuna bakınca insan "Acaba 100 metreci olabilir miydi?" diye düşünmeden edemezdi.

1970'lerin sonunda Sepp Piontek, Danimarka Milli Takımı'nın başına geçmişti. Ülke futboluna nasıl bir iz bıraktı?

Piontek göreve geldiğinde Danimarkalı futbolcuların başka meslekleri ya da okulları vardı. Öğretmen veya memur olmayı düşlüyorlardı. Futbol oynuyorlardı çünkü yeteneklilerdi ve bu oyundan keyif alıyorlardı. Piontek'in ilk etki yaptığı alan da bu oldu. Gerçek bir Alman zihniyeti getirdi Danimarka futboluna ve başlarda bu tartışma yarattı. Ama bu çarpışma, Danimarka futboluna olumlu yansıdı. İki zihniyet bir araya geldi. Biraz Alman, biraz Danimarka.

Nasıl bir karışımdı bu?

Danimarka zihniyetinin temelinde futbol oynamanın insana verdiği keyif vardır. Hepimizin aklının bir kenarında futbolun dünyanın en önemli meselesi olmadığı fikri yer alır. Futbol dışında da bir dünya vardır, orayla da ilgilenmeniz mühimdir. Kazanmak isteriz, mücadele ederiz ama temelde hepimiz kariyer düşüncesi olmadan eğlenmek için başlamışızdır. Ama Piontek'in gelişiyle birlikte bu eğlencenin yanına golleri ekleyebilmek için daha yoğun çalışmamız gerektiğini de anladık. 1992'de bunu görebilirsiniz. Bir turnuvada ilerlemek için planınıza sadık olmak zorundasınız.

"Piontek'in, gerçek bir Alman zihniyeti getirdi ve bu çarpışma, Danimarka futboluna olumlu yansıdı."

"Piontek'in, gerçek bir Alman zihniyeti getirdi ve bu çarpışma, Danimarka futboluna olumlu yansıdı."

Euro 1984 Piontek'in takımının adını duyurduğu ilk kupaydı…

Az kalsın o turnuvaya gidecektim, biliyor musunuz? O sene forvet olarak forma giyiyordum ve ligde gollerimle öne çıkmıştım. Geniş kadroda düşünülen oyuncular arasına adımı yazmıştı.

Unutamadığınız Euro 84 maçı?

Belçika maçı, Danimarka futbolunun önünde uzanan parlak geleceğin habercisiydi. Çünkü öyle bir atmosferde, 2-0 geriden gelip 3-2 kazanmak bambaşka bir karakterin göstergesidir.

Euro 1988'de takıma girdiniz. O turnuvadan aklınızda neler kaldı?

Son anda davet edilmiştim. Sepp'in kadrosunu belirlerken yaptığı bazı sürprizler vardı, Jesper Olsen ve Jan Molby ile sorunlar yaşanıyordu, basın da sürekli bu konuyu yazıyordu. Sepp onların yerine beni ve Björn Kristensen'i kadroya almıştı ki bu epey sürpriz bir hamleydi. Devasa bir tecrübeydi benim için. İlginç olan, bir yandan da öğretmenlik eğitimimi tamamlıyordum, turnuvayla sınavlarım aynı döneme denk gelmişti. Takımdaki yaşlı, tecrübeli oyuncuların performansı vasattı, o yüzden grup maçlarının sonu yaklaşırken forma şansı bulmuştum. Ve o kupayla birlikte Sepp, jenerasyon değişimi gerektiğine karar vermişti.

1990 elemelerinde Romanya'ya kaybettiniz ve Piontek görevinden ayrıldı. Sonrasında sancılı bir sürecin sonunda Richard Moller Nielsen'le anlaşıldı.

Sepp'in bırakması şaşırtıcıydı çünkü 1990 elemelerinde kötü değildik. Romanya'ya geçilmiştik ama yine de sürpriz olmuştu karar pek çoğumuza. Arkasından başka bir Alman teknik direktörle anlaşılmıştı ama imza aşamasında iş yattı. Akabinde Sepp'in yardımcılığını yapan Richard Moller'e döndüler yeniden. Richard, alt yaş gruplarında da hocalık yapmıştı, hepimizi yakından tanıyordu. Son dakika çözümü olarak ona dönmüşlerdi, kafalarındaki adayı bulamadıkları ve arayacak zamanları kalmadığı için. Ama kötü bir çözüm değildi.

1992 elemelerinde aslında kötü performans sergilemediniz. Hatta tek bir mağlubiyet aldınız, o da Yugoslavya'ya karşı. Ama o yenilgi sonrasında takım karıştı, Molby ve Laudrup Kardeşler gibi yıldızlar takımı terk etti…

Molby ve Laudrup Kardeşler'in ayrılık nedenleri aynı değildi, gerekçeler farklıydı. Temel olarak Laudrup Kardeşler, milli takımda oynamanın onlara artık keyif vermediğini düşünüyordu. Biraz yorulmuşlardı, biraz da milli takımdaki anlayıştan sıkılmışlardı. Fakat onların ayrılığından sonra takım olarak daha iyi performans ortaya koymuştuk. Bireysel anlamda değil, takım olarak öne çıkmıştık.

"Laudrup Kardeşler için milli takımda oynamak artık eğlenceli değildi" dediniz. Sizin için nasıldı? Siz de takımdaki yeni oyun stilinden bunalıyor muydunuz?

Ben eğlendim. Kazanmak her zaman eğlencelidir. Futboldaki en önemli şey buydu benim için artık. Ki Richard Moller'le genç milli takımlarda da çalışmıştım. 1988 Olimpiyat Elemeleri'nde çok keyif almış ve bayağı gol atmıştık. Yani o da çok gol atan takımlar inşa etmek isterdi. Tamamen savunma delisi falan değildi. Ama realist bir koçtu. Elinde golcü bir takım yoksa başka türlü kazanmanın da yollarını arardı.

Euro 1992'den bahsedelim. Aslında gruptan Yugoslavya çıkmıştı ama daha sonra savaş nedeniyle bileti siz aldınız. Yugoslavya'nın kupadan ihraç edileceği haberini duyduğunuzda neredeydiniz?

Aslında nihai karardan önce bazı fısıltılar duymuştuk fakat sonucun böyle olacağını kimse kestiremedi. Şaşırmıştık. Aramızda büyük toplantılar, konuşmalar da yapmadık. Federasyondan bizi arayıp aniden "İsveç'e gidip turnuvada oynamalısınız" demişlerdi. Üzerine düşünmeden hazırlandık. Ama ne kadar az süremiz olursa olsun, iyi karakterde bir kadroyduk. Bir yandan da Danimarka'da yerel kupalar devam ediyordu, bir kısmımız oradaki maçlardan milli takıma katıldık.

Turnuvadan birkaç ay önce de Türkiye'yle bir hazırlık maçı yapmıştınız. Brian Laudrup'un uzun aradan sonra milli takıma döndüğü maçtı o. Brian Laudrup'un dönüşü takımı nasıl etkilemişti?

Brian'la birbirimizi tanıyorduk, milli takımdan önce de kadronun bir kısmı onunla birlikte Brondby'de forma giymişti, Almanya'ya transfer olmadan evvel. O yüzden ne kadar kaliteli bir oyuncu olduğunu biliyorduk. Ayrıca hücum hattımızda sıkıntılar vardı. Laudrup'un dönüşüyle derinliğimiz artmıştı.

Hayatın Parçası

Euro 1992 zaferinizden esinlenen Sommeren '92'yi izlediniz mi?

Bir belgesel değil. İyi hissetmenizi sağlayan bir film. Ama bu filmler böyledir. Perdedeki birçok olay da gerçeklerden uzak. Filmde yansıtıldığının aksine harika otellerde kalmıştık, Brian Laudrup akşam saat 10'dan sonra antrenman yapmamıştı ya da Richard Moller, Michael ve Brian'la soyunma odasında özel olarak konuşmamıştı. Ama filmde kötü hissetmenize neden olacak bir şey yok. İzleyenleri mutlu kılıyor çünkü bizim yaşadığımız bir çeşit peri masalıydı. Danimarka'da ünlü bir masal yazarımız vardır, Hans Christian Andersen. Film de biraz o tondan, Andersen'den Masallar...

Biliyorum çok konuşmak istemiyorsunuz ama insanlar Euro 92'yi hatırladığında Kim Vilfort'un hikâyesini anmadan geçmiyor. Kızınızın hastalığı, maçları bırakıp onun yanına gitmeniz, kupa sonrası hayatını kaybetmesi… Filmi izlerken turnuvanın diğer yanını hatırlamak sizin için zor oldu mu?

Kızımın hastalığı, 1991'de başladı. Hikâyeyle ilgilenen sadece bir gazeteci vardı ilk zamanlarda. Daha sonra diğer gazeteciler de ilginç buldu ve şampiyonayla özdeşleştirdiler. Ben hayatımı sürdürmeye devam ediyordum aslında. Tek alternatifim 1991'de futbolu bırakmaktı. Karar vermek zorundaydık, eşim evde kalmayı seçti ve ben de devam ettim. Kızımız için ikimizin de işlerini bırakması zor olacaktı. Ama Euro 1992, başka bir ülkede olsaydı katılamayabilirdim. Türkiye'deki maçtan bahsettik… O maça gitmedim, üç günlüğüne evde olmak daha iyiydi. Yani yaşadıklarımdan çok insanların efsaneleştirdiği bir olay oldu. Futbolla özel hayatımı ayırmam gerekiyordu. Kızımın hastalığı futbolla alakalı değildi. Hayatın bir parçasıydı. Benim bakışım böyleydi.

Euro 1992 öncesi hazırlık süreniz azdı. Takım içinde nasıl konuşmalar geçiyordu, beklentiler hangi yöndeydi? Yarı final gibi hedefler koyuyor muydunuz?

Hayır, öyle bir hedefimiz yoktu. Ama kalitemizin de farkındaydık. Siz de söylediniz, elemelerde çok da kötü oynamamıştık. Fakat tuhaf bir durumun merkezinde olduğumuz açıktı. Özellikle Avrupa kulüplerinde oynayan futbolcularımız hazırlıksız yakalanmıştı, tatildelerdi. Danimarka'da ise turnuvalarımız devam ediyordu, o hafta maç oynayıp milli takıma gitmiştik. Ama sakindik. Oyuncu grubu olarak paniğe kapılmadık. "Yapmamız gerekeni yapacağız" dedik. Turnuvada da bu zihniyetimiz işimize yaradı. Tamam, kötü başlamıştık ama "Şu an harika bir deneyimin ortasındayız, mücadeleye devam" dedik.

Ve gerçekten de sıkıntılı başlamıştınız. İngiltere beraberliği, İsveç yenilgisi…

İngiltere'yle berabere kalmak iyi bir sonuçtu. Sıkıntılı olan İsveç yenilgisiydi. Üçüncü maçta Fransa'nın karşısına çıktık ve o gerçekten harika bir mücadeleydi. En nihayetinde, dört puan gruptan çıkmamıza yetmişti.

Brian Laudrup bir röportajında, yarı finalden önce Hollanda'nın rahat olduğunu ve bir sonraki turu düşünmeye başladığını söylemişti. Danimarka'nın planı neydi?

İlk planımız, kaybedecek bir şeyimizin olmamasıydı. Maç da lehimize olaylarla başladı tabii ama Hollanda'nın stilini biliyorduk, kendilerinden eminlerdi. Aslında daha önce nasıl oynadılarsa yine o oyunu oynadılar. Ama biz rahat olmak, tadını çıkarmak zorundaydık. Zaten oraya gelerek büyük bir iş çıkarmıştık. O maç birlikte oynadığımız en iyi milli maç olabilir. Penaltılar ya da maçın değişkenlerine baktığınızda özellikle de… Uzatmalarda şanslıydık belki ama normal süreyi çok iyi oynamıştık. Başardık çünkü rahattık: "Tamam, bakalım ne olacak? Alt tarafı bir maç" dedik.

Dördüncü penaltıyı attınız o maçta. Bir futbol izleyicisi olarak hep penaltı noktasına giden oyuncunun neler düşündüğünü merak ederiz.

Ben Brondby'de de penaltı attığım için çok sorun olmadı. Ama çizgide çok aktif bir kalecilerinin olduğunu hatırlıyorum. Bu yüzden penaltı noktasına geldiğimde biraz durdum. Çok yavaş hareket ettiğimi ve hakemin ceza sahasına girmem gerektiğini söyleyene kadar beklediğimi hatırlıyorum. Penaltılarda kalecilerin birçoğu vuruştan önce bir yöne hareket eder. Atacağım yönü seçerek gitmezdim hiç; önemli olan kalecinin hangi yönü seçeceğidir bana göre. Onun dışında bir şey düşünmem. Penaltı noktasına giderken çok fazla şey düşündüğünüzde atışı gole çevirmeniz daha da zorlaşıyor.

"1992 zaferindeki duygu tek vücut olmakla açıklanabilir. Kim olduğu, neyle ilgilendiği önemli değil, hep birlikte bu mutluluğu yaşadık."

"1992 zaferindeki duygu tek vücut olmakla açıklanabilir. Kim olduğu, neyle ilgilendiği önemli değil, hep birlikte bu mutluluğu yaşadık."

Finaldeki stratejiniz neydi? Almanya'nın odaklandığınız zayıf bir noktası var mıydı?

Kazanacaklarına kesin gözüyle bakıyorlardı, en zayıf noktaları buydu. Bizim tarafta ise Richard Moller maçtan önce şunu söylemişti: "Yapabileceğimiz en önemli şey sahaya çıkıp keyif almak!" Sonrasında kazanacağımıza emin olduk. Ama bu seviyede kazanma kapasitesine sahip olan çok az oyuncu vardır. Oraya gelmeden önce birçok şey kazanmıştık. Oynarken bunu hissetmezsiniz ama bu sizi besler. Aynı taktikle maça hazırlanmıştık. Laudrup, özgürce istediğini yapabileceğini alanları buldu ve çok iyi kullandı. Gol atmadı belki ama başka şeyler yaptı.

Finaldeki ikinci gol sizden geldi. Hatta birkaç dakika önce de ona yakın bir bölgeden kaçırdığınız bir gol de var.

O gol sık sık karşıma çıkar. Danimarka televizyonları iki yılda bir o golü yayımlar. Futbol oynamaya 10 yaşımda başladım ve 22 yaşıma kadar hep santrfor oynadım. Pozisyona hâkimdim. Benzer durumlarda nerede ne yapılması gerektiğini biliyordum. Ceza sahasının dışından atmıştım o golü ve vuruşu yaparken kalecilerin normalde nerede durabileceğini biliyordum. Yani orada golü yapan daha çok içgüdülerdi bence.

Hangi noktada "Gerçekten kazanabiliriz!" dediniz?

Sanırım benim golden bir dakika sonra… Çünkü 1-0 önde olduğumuzda yarı finalde başımıza gelenleri yaşayabilirdik. Benzerini Roma Brondby maçında da yaşamıştık. Rudi Völler son dakikalarda golü attı ve UEFA Kupası Finali'ne çıkamadık. Ama ikinci golü attığımızda "Tamam" dedik. 12 dakika kalmıştı ve savunmada kalecinize pası kullanabildiğiniz için skoru tutmak biraz daha kolaydı. Hatta golden bir-iki dakika sonra Almanlar da bana kalırsa "Evet, artık çok zor" demeye başladı. Çünkü hızlı bir gol bulmaları lazımdı. Biz de yapacak bir şeylerinin kalmadığını hissetmeye başladık. Eğer 1-1 yapan golü atsalardı bence kazanamazdık.

Şampiyonların ülkelerine dönüşteki kutlamaları hep özeldir. Sizinki nasıldı?

En özeli oydu. Çünkü futboldan da öte bir durum vardı. Biz o zaman Danimarka'da neler olduğundan habersizdik, internet yoktu. Yarı finalden sonra bir şeyler sezmiştik. Yaz tatiliydi, hava güzeldi ve üç hafta önce Avrupa Birliği ile ilgili bir referandumda (Maastricht Antlaşması Referandumu) "Hayır" kararı çıkmıştı. Biz de futbolda bir zafer kazanınca bütün insanlar bir araya gelmişti. Futbolla ilgilenen, ilgilenmeyen herkes mutluydu. Bugünlerde o birlikteliği sağlamak, ülkeyi bir araya getirmek zor çünkü bazı başka etmenler insanların arasına giriyor. Ama 1992 zaferindeki duygu tek vücut olmakla açıklanabilir. Kim olduğu, neyle ilgilendiği önemli değil, hep birlikte bu mutluluğu yaşadık. Güzel hava, harika bir kupa, referandum… Fantastik bir histi ve öyle de kutlanmıştı.

Peter

Peter Schmeichel, Hollanda ve Almanya maçlarında dünya çapında bir kaleci olduğunu göstermişti.

1991'den 1994'e kadarki dönemi belki de kariyerinin en iyi yıllarıydı ve kalecilik meziyetleri çok üst seviyedeydi. Üst seviye bir takımsanız ekibinizde en az üç-dört dünya çapında oyuncu olmalıdır. Goller atan bir forvet, iyi paslar atan orta saha ve birçok kurtarış yapabilen kaleci… Biz o kaleciye sahiptik.

Euro 1996'da Davor Suker'in aşırtması kupa tarihinin en ikonik anlarından biridir. O golden sonra Peter Schmeichel'ın tepkisini hatırlıyor musunuz?

Tabii ki hatırlıyorum. Schmeichel bu gibi durumlara düşmekten nefret ederdi. Kötü rüyalar gördüğüne eminim o gece çünkü gerçekten nefret ederdi. Bu gibi şeylerin üstesinden gelmek onun için biraz daha zor olurdu.

İnsanlar sizinkiyle 2004 Yunanistan'ın şampiyonluğunu sık mukayese eder…

Bana göre biz daha eğlenceliydik. (Gülüyor). Ama evet, benzeşen durumlar var. Kazanmak zorunda olduğu maçları oynaması gerektiği gibi oynayan takımlar… Bence futbolu daha ilginç kılan şey bu; diğer sporlarda sürprizin yaşanması daha zor. Hentbol, buz hokeyi… Hepsinde favoriler daha sık kazanır. 100 metreye bakın, kazanabilecek üç sporcu sayarsınız.

Bugünlerde futbolu antrenörler üzerinden konuşuyoruz. Şimdi baktığımızda Richard Moller Nielsen'in o kupadaki payını nasıl değerlendirmemiz gerek? Basın tarafından çok eleştirilen bir antrenör aslında…

Basının yarısı Richard Moller'le devamlı sorun halindeydi. Örneğin o zamanlar Danimarkalı gazeteciler 'Yılın Koçu'nu seçerdi. 1992'de 'Yılın Koçu' seçilen Richard Moller olmadı. Ona karşı olan gazeteciler oy vermedi çünkü. Richard Moller'in rakip oyuncular hakkındaki bilgisi hep fantastikti, bizi müthiş hazırlardı. Ayrıca inandığı oyuncuları seçmekte ve ne durumda olurlarsa olsunlar, o oyuncuları iyi oldukları için milli takıma alındıklarına inandırmakta çok başarılıydı. Hangi noktalarda iyi, hangilerinde kötü olduğumuz ya da maçı kazanmak için neye ihtiyacımız olduğu konusunda gerçekçiydi. Hiçbir zaman futbol romantiği olmadı. Çok çalışkandı ve temeli böyle kurdu. İnsanların zaman zaman yaptığı 'Sıkıcı' yorumunun sebebi de buydu.

Onun amacı temeli kurup "Nasıl kazanırız?" sorusunun cevabını düşünmekti. Eğer bizden iyi bir takımla oynuyorsak, 11 oyuncuyu tek tek ele aldığımızda, onlar bizi yenerdi. Ancak takım olursak kazanabilirdik. Kendi kazanma biçimine saygısı vardı. Belirli oyuncuları sıklıkla seçerdi. Biz onu tanırdık, o oyuncuları… Kafalarımızda fazla soru işareti yoktu. Küçük takımlarda harika bir oyunla değil, birbirinizi tanıyarak daha iyi ekip olursunuz. İleriye fırlayacak oyuncuyu ezberlediğiniz zaman başarılı olursunuz çünkü onu iyi tanıyorsunuzdur ve ne zaman fırlayacağını kollamışsınızdır. Birlikte ne kadar maç oynarsanız o kadar iyi takım olursunuz.

Socrates Dergi