Bir Yazarın Rüyası
13 dk
Muhammed Ali kariyeri boyunca edebiyatçıların ve gazetecilerin gözdesiydi. Arşivlere daldık, bu tutkunun izini sürdük.
74 yaşında hayata gözlerini yuman Muhammed Ali, kariyerine başladığı ilk günden itibaren basının gücünün farkındaydı. Sürekli röportaj verdi, manşetleri süsleyecek alıntılardan kaçmadı ve her zaman sahneyi dolduran görünüşü, gülüşü, çenesi ve savaşı ile yazarların gözdesi oldu. Harper’s Collins yayınevinin başında bulunan David Hirsey, bu etkiyi şöyle yorumluyor: “Ali; ırk, politika, din tartışmalarını, sporu, ünü, komediyi ve trajediyi birleştiren kusursuz bir prizma. Aynı zamanda, sıra dışı bir kaleydoskop. Ona gözlerini çeviren herkes farklı bir görüntü elde edebiliyor. Gelecek nesillerin de bu sonsuz sayıdaki bakış açısına katkıda bulunacağını düşünüyorum.” Muhtemelen öyle olacaktır ama şimdi geçmişe dönme vakti. Bakalım Ali’yi, kalemler nereden ve nasıl görmüş?
Joyce Carol Oates - On Boxing (1994)
17 Ocak 1942’de Louisville Kentucky’de, bir kölenin torunu olarak Cassius Marcellus Clay adıyla doğan Muhammed Ali, 12 yaşında başladığı boks kariyerinde 18 yaşına bastığı an, tam 108 amatör dövüşte yer almıştı. 391 kişinin olduğu lise dönemini 376. sırada tamamlayarak ortalama altı bir öğrenci izlenimi veren bu genç adamın, sadece boksunun göz alıcılığıyla değil, keskin zekasıyla da yirmili yaşlarında dünyayı hayrete düşürmesi nasıl mümkün olabilir? 1966’da bir doğal yetenek sınavında 78 puan alıp ordu için gereken asgari puanın oldukça altında kalmıştı. 1975’te bir muhabire ‘pek iyi okuyamadığını’ ve kendisi hakkında yazılan şeylerden toplam on sayfa dahi okumadığını itiraf etmişti. Bir televizyon röportajında, hayatında başka hangi işlerle meşgul olabileceği sorulduğunda nasıl cevap vereceğini bilemeyerek uzunca bir süre sessiz kaldığını hatırlıyorum. Sonunda, başından beri bildiği tek şeyin boks olduğunu söyledi.
Robert Lipsyte - The New York Times Magazine (1971)
Boks onun için her şeydi; kendini beğenmişliğini, şöhret tutkusunu ve fiziksel enerjisini yansıtabileceği bir yer bulmuştu. Yaptığı işte kısa sürede iyi bir noktaya ulaştı ve çabalamaya devam etti, büyük bir istekle çalıştı, kendinden daha tecrübelilerin başının etini yedi, bilgileri kendi işine geldiği gibi yonttu. Stili, nadir bulunan çabukluğu ile olağanüstü kondisyonuna dayalıydı ve darbe almamak için yumruk atma fırsatlarını feda ederdi. Çevresindeki insanlar, Ali’yi tekniğini değiştirmeye ikna etme çabalarından bir süre sonra vazgeçtiler; çünkü o çoktan bir şampiyon olmuştu bile.
Jimmy Cannon - Nobody Asked Me About (1978)
1960’lara dair her şeyi onda bulabilirdiniz. Sanki o yılları temsil etmek için dünyaya gelmişti. Sorunlar, yabanilik, zoraki bir memnuniyet, saçmalıklar, isyan, ırk çekişmeleri, garip inançlara olan ilgi, gösteriş sevdası, yeni dünya düzenine dair değişen değerler, ailelerinin görüşleriyle dalga geçen jenerasyonlar ve Vietnam hakkındaki fikirler… Bunların hepsi Muhammed Ali’de beden bulmuştu.
David Remnick - The New Yorker (2016)
Muhammed Ali sivil haklar mücadelesinin, Vietnam’ın ve Kara Panterler’in ortasında en büyük heyecan ve provokasyon kaynağımızdı. Ali’nin 1964 ile 1980 arasındaki hikâyesini herhangi bir kitaba sığdırmak mümkün değildi. Çok fazla zafer, çok fazla kriz, sonlar, yanlış sonlar, geri dönüşler, komik patlamalar, davalar, trajik sahneler. Bütün bunlar arasında sıradan olan tek şey boks kariyerini nerede bitireceğini bilmemesiydi, çok kaldı ve çok yara aldı.
Norman Mailer - Life (1971)
Muhammad Ali’nin egosu, tüm zamanların en rahatsız edicilerinden bir tanesi. Sahneye hükmederken asla geri adım atıyormuş ya da yerini başkasına kaptırıyormuş gibi görünmüyor. İki metrelik dev bir papağan gibi, yüzünüze sahnenin ona ait olduğunu haykırıyor. “Gel şuraya da beni alt et bakalım zavallı” diyor ve devam ediyor: “Yapamazsın çünkü kim olduğumu, nerede olduğumu bilmiyorsun. Ben insan zekasını sembolize ediyorum, sen ise benim bir melek mi şeytan mı olduğumu dahi kavrayamıyorsun.” Tüm bu yıllar boyunca, Amerika’ya verdiği mesajın özü bu. Devlet başkanından sonra ülkenin belki de en tanınmış ikinci figürünün bir aziz mi, yoksa bir günahkar mı olduğunu anlayamıyor oluşumuz, hâkim Amerikalı düşünüşüne göre tahammül edilemez bir durum. Belki de her ikisidir! Richard Nixon, -en azından- anlaşılabilir görünüyor. Ondan nefret edebilir ya da ona oy verebiliriz ama en azından onun hakkında birbirimizle fikir ayrılığına düşebiliriz. Clay hakkında bizi kahreden şey, bu fikir ayrılığını kendi içimizde yaşamamız. O büyüleyici biri -çekiciliği ve iticiliği aynı potada eritiyor. Bu yüzden de bizde bir saplantı halini aldı. Onu düşünmemeye çalıştıkça, buna daha fazla mecbur kalıyoruz. O, Amerika’nın en büyük ‘Ego’su. Ayrıca, insan zekasının vücut bulmuş en çevik hali, 20. yüzyılın gerçek ruhu, toplulukların ve medyanın prensi. Şimdilerde, belki de geçici olarak, devrik bir prens.
Joyce Carol Oates
Ali’nin gizemi tam olarak da sıradan, hatta toy kişiliğinden ortaya çıkmış bu ruhani kusursuzlukta gizli. Zamanın akışında, birçok Amerikalının hakaret ettiği bir isyankârdan, -özellikle de Vietnam’la ilgili genel hayal kırıklığının üzerine- bir kahramana evrildi. Bir hain olarak nitelenen genç adamın zamanımızın en ikonik figürlerinden birine, ırkların ötesine geçen bir merhamet figürüne dönüşmesi... Samimi, koyu bir ışığın, kulak tırmalayan detayları dışarıda bırakarak geçmişi aydınlatışı…
Robert Lipsyte
Amerika’nın tam anlamıyla ilk uluslararası spor kahramanı, dünyanın her yerinde tanınıyordu. Gana’nın başkenti Akra’daki geleneksel taşıma araçlarına Cassius Clay adı verildi, İstanbul’da yaşayan çocuklar üzerinde onun resmi olan tişörtleri giydiler ve bir defasında da Stockholm’deki gazetecilere neden siyahi kadınları tercih etmesinin pozitif ayrımcılık olduğunu açıklamaya çalışırken zorlu anlar yaşadı. Sarışın kadınlara karşı bir şeyi yoktu.
John Schulian - Ali'nin Hayatı ve Farklı Dönemleri (1991)
Afrika’nın ve Asya’nın ortasında Amerikan başkanının kim olduğu hakkında en ufak bir fikri dahi olmayan insanlar, Muhammed Ali’nin kim olduğunu bilirler. Herhangi bir sporcunun olması gerekenden ya da olmasını beklediğinizden çok daha önemli bir insandı. Savaş karşıtı hareketler için önemliydi, ırk onuru için önemliydi, insana nasıl sevileceğini öğretmede önemliydi. O kadar sıra dışı bir insandı ki onu düşündüğümde, bunu neredeyse sonradan gelen bir düşünce gibi hatırlamam gerekir: “Ah evet, her şeyin yanında, çok muhteşem bir dövüşçüydü.”
Joyce Carol Oates
1960’larda baş döndürücü bir şöhrete kavuşsa da mükemmelliğinin oturduğu dönem 1970’lerdi. Uzun bir ceza dönemi sonrasında yeniden dövüşmesine izin verildikten sonra, en iyi dönemini geride bırakmış, ayakları yavaşlamış, nefesi kısalmış, ümitsizlikten beslenen hünerinden uzak kalmış halde, daha genç boksörlerin kendi kendilerini yumruklamasına yol açan, bedenini inatçı bir atlete çevirerek, sporunun boyutlarını bir kez daha genişleteceğini kim tahmin edebilirdi ki? Artık bir kelebek gibi uçamasa da canlı koca bir çanta gibi kendini ringlere dayayıp çaresiz Foreman gibi rakiplerin onu nakavt etmeye çalışırken kendilerini tüketmelerine izin veriyor.
John Schulian
Muhammed Ali, 35 yaşında, belki de bu ülkede daha önce herhangi bir siyahinin sahip olamadığı bir gücü elinde bulunduruyor. Beyaz çoğunluğa duymak istemedikleri şeyleri anlatıyor, tıpkı Martin Luther King’in yaptığı gibi. Fakat ikilinin aldığı sonuçlar arasında bir fark var. Barış için dua eden Martin Luther King, beyazları korkutuyor. Beyazları korkutup kaçırıyor. Şiddeti iş edinen Muhammed Ali de aynı şeyi yapıyor ama beyazlar sürekli ona geri dönüyor; çünkü Ali güvenli, Ali bir sporcu, bir şampiyon. Yaşlandıkça, ağzından çıkan her şeyi daha evvel bir, iki ya da yüzlerce kez işittiğimizi düşünmeye başladık. Lakin yaratıcı gücünün kendisini gösterdiği o nadir anlarda, karşımızdaki şey daha önce gördüğümüz her şeyden daha sert, daha yırtıcı oluyor.
Jose Torres - Black Sports (1978)
Ali’yi bildiğiniz yöntemle açıklayamazsınız çünkü ringde sürekli olarak yanlış şeyler yaptı. Ringde öne eğilmedi. Vücuda yumruk atmadı. Geri çekilerek yumruk attı. Ellerini fazlasıyla aşağıda tuttu. Yumruktan sonra dümdüz geri çekti. Hatta kombine yumruklar bile atmadı, hızlı ve anlık yumruklar attı. Ama bunlara rağmen iki sebeple kazandı, hız ve sihir. Liston karşısında Ali gözleri yüzünden maçı bırakmak istedi ama Angelo Dundee onu zorladı ve Ali kazandı. Bu sihirdir. Foreman karşısında hiç şansı yoktu ama bir sihirbaz gibi rakibinin kafasını karıştırdı. Bu sihirdir. Eğer en formdaki Mike Tyson ile en formdaki Ali karşılaşsa Mike daha güçlü başlardı ama işin içine çok fazla sihir dahil olurdu.
Vic Ziegel
Muhammed Ali’ye dair beni en çok etkileyen ve en iyi hatırladığım şeylerden biri, spot ışıkları en parlak olduğu zamanlarda en iyi olmak gibi nadir bulunan bir beceriye sahip olmasıydı. Birçok kişi spot ışıklarından ürker ama Ali bunu hoş karşılardı. Büyüsünün bir kısmı, onu ringde ve dışında en iyi performanslarına itmesiydi. Onu daha iyi bir insan yapıyor gibiydi. Nasıl da kendi gibi davrandığında ve o ışıklar altında nasıl da o kadar parladığına hep şaşırmışımdır. Komik bir şey. İsmimi bile bildiğini sanmam. Eskiden beni ne zaman görse, “Basın adamım” derdi ama sorun etmezdim. Birçok gazeteci gibi ben de Ali’nin bir yazarın rüyası olduğunu düşünürdüm.
Jose Torres
Muhammad Ali’yi dikkatlice izlediğinizde, son yıllardaki ring performansının nasıl da gençliğine duyduğu özlemi takıntı haline getirmiş bir adamı yansıttığını göreceksiniz. “Artık o kadar hızlı değilim,” diye böbürleniyor genelde, sonra devam ediyor: “Ve eskisi gibi seri yumruk çıkaramıyorum.” Kendi gençliğine bir saldırı mı bu? “Ama artık ayaklarım yere daha sağlam basıyor ve daha güçlü yumruklar atabiliyorum.” Yaşına bir teselli mi? Bir de onu spor salonunda izleyin. Asıl rekabetin baskısından arınmışçasına, idmanlarında hala Cassius Clay olduğu günlerdeki gibi performans veriyor. Sürekli hareket ediyor, seri ve isabetli yumruklar çıkarıyor, bir arının becerisiyle gelen yumruklardan arınıp tıpkı onlardan biriymiş gibi vuruyor. Ve iplere dayandığında, bu genelde kendi tercihi oluyor. Basitçe, ustalaştığı bir alışkanlık için antrenman yapmaya devam ediyor: Hilekârlık.
David Remnick
Ali; geride kalan yüzyılın en sıra dışı sporcusu, durması gerektiğini reddetmesiyle hâyli sıradan bir iş yapmıştı. Aynı, kahramanları Jo Louis ve Sugar Ray Robinson gibi heyecan ve takdir için sızlıyordu. Bir arkadaşına anlattığı gibi “Hayatta hiçbir şey, o koridordan ringe çıkarken seyircilerden gelen seslerin ve ‘Ah, Ali’ bağırışlarının yerini tutmuyor. Bunu duymak için insan bütün hayatını verebilir.”
John Schulian
Ali’nin beyin hasarıyla yüz yüze gelebileceği bu noktayı anlamak için bilim adamı olmanıza gerek yoktu. Eskiden konuştuğu gibi konuşamıyordu. Eskiden yürüdüğü gibi yürüyemiyordu. Herbert Muhammed, Ali’yi önemseseydi ona dikkat etmiş olurdu. Onunla konuşabilir, ona öğüt verebilir, onu o gece (Holmes-Ali maçı) ringden uzak tutmak için tüm gücünü kullanabilirdi. Ama bunun yerine Herbert’ın tek yaptığı, Ali’nin bazı beyin hücrelerinin bozulması için onu ringe göndermekti. Don King... Yalancı, hırsız, adi herif. Orada durdu ve şöyle dedi: “Ah Muhammed, seni seviyorum. Senin yanındayım Muhammed, sen mükemmelsin.” Ve sonra, Ali’nin mahvoluşundan iyi bir servet kazandı.
David Remnick
Eski rakiplerinden Floyd Patterson ile röportaj yapmıştım ki o dönemler travma kaynaklı akıl hastalıklarından muzdaripti. Birkaç cümleyi bile zor bir araya getiriyordu. Bir başka eski rakibi Sonny Liston birkaç sene önce uyuşturucudan hayatını kaybetmişti. Ali ise eşi Lonnie ile Michigan, Berrien Springs’teki çiftliklerinde yaşıyorlardı. Parkinson hastasıydı ve durumunun, aldığı darbelerden (Frazier’dan, Earnie Shavers, Ken Norton, Larry Holmes gibi isimlerden ya da hayat boyu dövüşmekten) kaynaklanmadığına inanmak çok zordu. Fakat yine de herhangi bir pişmanlık belirtisi göstermiyordu. Oturmuş, Liston ile yaptığı dövüşleri beraber izliyorduk ve o, gençliğine hayran olmaktan kendini alamıyordu: “Çoook güzel.” Emekliliğinden ve şimdi ölümünden sonra, Ali’nin hikâyesi bütün dünya tarafından biliniyor. Onun şimdiki mirasçısını, halihazırdaki dünya ağır siklet boks şampiyonunu bugün kaç kişi biliyor? Muhammed Ali’nin hayatı, 62 sene önce Lousville’de çalınan sevgili kırmızı bisikletinin intikamını almak için başladığı sporu geride bırakacaktır.