Bir Zamanlar Kraldı

14 dk

Bazı hikâyelere ekran başında şahitlik ederiz. Ve sonra deriz ki: “Türk filmi işte...” Tanju’nunki de onlardan biriydi. Bazen Taçsız Kral, bazen Arabesk, bazen Koğuş, bazen de Mavi Mavi...

“Para kaybettim, özgürlüğümü kaybettim, ailemi perişan ettim, çevremdeki insanların kötü düşünmesine sebep oldum. Onları da geçtim Can, ben şimdi antrenörlük yapamıyorum, ben şimdi futbol da oynayamıyorum. Ben şimdi ne yapacağım Can?”

1996 yılının soğuk bir Kasım gününde, bugünlerde özgürlüğünü kaybeden gazeteci Can Dündar’a böyle diyordu Türkiye futbolunun altın ayakkabılı, taçlı kralı. Seksenli yılların ikinci yarısından sonraki on yıla hayalleriyle, başardıklarıyla ve kaybettikleriyle damga vuran bir adamın öyküsü bu. Ama önce başa saralım...

Yetmişlerin başında, Karadeniz’in tam ortası Samsun’da yaşayan herhangi bir çocuktu Tanju. Anne ev hanımı, baba memur, o ise iki kardeşine ağabeylik yapan bir ilkokul öğrencisi. Okul biter, Samsun’dan Bafra’ya, Bafra’dan dedesinin traktörüyle köye... Her yılın üç buçuk ayı orada geçerdi. Köyde karpuz çapalayan, tütün dizen, çobanlık yapan, Kızılırmak’ın serin sularında çimen o çocuğun günün birinde Monako Prensi ile birlikte kameraların karşısına geçip poz vermesi, ancak Türk filmlerinde gerçekleşebilirdi. Onun hayatı da başından sonuna tipik bir Türk filmiydi zaten. Hızlı geçen çocukluk, kurulan hayaller, bir hedef uğruna gösterilen onca azim, başarı, şöhret, daha çok başarı, aşk, ihanet, düşüş, hapis, kaybediş…

“Zeki ama çalışmıyor.” Birçok başarısız öğrenci için söylenen bu avuntu cümlesini o da çok duymuştu. Yine de buldu kestirmeleri; kâh kopyayla, kâh kanaat notlarıyla sınıfta kalmaktan kurtuldu. Bir yandan Samsun Yolspor’da futbol oynuyordu. Okul ve futbol birbirinin alternatifi gibiydi ve okula karşı beslediği olumsuz hisler, futbola daha da bağladı onu. Antrenmanlar bir kaçış gibi geliyordu. Okulda ne kadar başarısızsa, futbolda misliyle acısını çıkaracak gibiydi. Hemen her mahallede ‘ailesini kurtaracak’ bir çocuğun bulunduğu günlerdi. Kendi mahallesindeki de oydu. Babasına tavsiyede bulunuyorlardı; “Bu çocuk büyük futbolcu olacak, destek ver, kesme önünü” diye. "Eskiden lastik spor ayakkabılar vardı. Raf marka çok meşhurdu. Bana ancak 15 gün dayanırdı. Gelirimiz azdı ama yine de hevesimi kırmadılar" diye anlatır Tanju o günleri.

Sonra karar günü geldi. Aynı gün, iki farklı yola açılan iki kapı. Gerçek hayatta pek rastlanmayan keskin geçişler, Samsunlu Tanju’nun hayatına çok erken girmişti. Cebindeki üniversite sınavına giriş belgesini buruşturup çöpe attı ve genç milli takımın kampına katıldı. Bu adanmışlık, 1980’lerin başında ismini gazete sütunlarına taşıdı. Kimse okumasa da spor sayfalarının en görünmez yerindeki o beş satırlık ‘Genç milliler tek golle kazandı’ başlıklı haberlerin altında “Gol: Tanju” yazıyordu. Sınavdan sonraki pazartesi günü de öyle oldu.

Genç milli takımdan sonraki adım, şehir takımı oldu. Çiftlikspor’la başlayan, Samsun Yolspor’la devam eden yolda, sıradaki durak Samsunspor’du. Yavaş yavaş isim yapıyordu artık. Her şey yolunda giderken bir İstanbul deplasmanında stada giren Galatasaraylı Bülent’e (Alkılıç) gösterilen ilgiyi gördü. Bir yanda adım başı imza veren rakibi, bir yanda sessiz sedasız yürüyen Tanju. “Daha çok fırın ekmek yemem lazım” dedi ve çalışmalarını artırdı. O güne dek bir çalışıyorsa şimdi ikincinin de zamanıydı. Alt adalelerini geliştirmek için kumsalda çalıştı, tren raylarının üstünde denge kursları yaptı, Gerd Müller’in gol vuruşlarıyla dolu Betamax kasetler getirtti ve her antrenman sonrası sahada kalıp onu taklit etti. O ünlü kafa vuruşları, yarım voleler, röveşatalar işte tam da bu dönemde gelişti.

Birinci Lig’deki ilk sezonunda attığı 16 golle krallıkta ikinci olsa da Samsunspor’un küme düşmesine engel olamamıştı Tanju. Son maçın, son 10 dakikasında sakatlanmıştı ve 88. dakikada gelen gol, Samsunspor’u bir alt lige itmişti. Ertesi yıl, sezonun daha ilk aylarında Tanju’nun Galatasaray’a kiralanacağı haberi çıkmış, hatta genç golcü Finlandiya’yla oynanan ümit milli maçın ardından 1 Kasım 1984 günü Galatasaray antrenmanına katılmıştı. Ama o, ikinci ligdeki takımına dönüp gollerini sıraladı ve iki sezonda attığı dört düzineden fazla golle takımını tekrar en üst klasmana taşıdı.

Tanju’nun en az ceza sahasında buluştuğu topları filelere göndermekteki kadar başarılı olduğu bir başka konu, kendine hedef koymak ve hayal kurmaktı. Sonunu getiren üç hayalinden önce, bir tek hayali vardı Tanju’nun. Gollerini Galatasaray için atmak. Eski kaptan Naim’in Çarşambaspor’a transferiyle Samsunspor’un kaptanı olduğu 1985-1986 sezonunun devre arasında Erkekçe dergisine verdiği röportajda “Hasbi Dayı’yı (Menteşoğlu) kandırırsam, herhalde 1-2 yıl içinde Galatasaray’a giderim” ifadelerini kullanan Tanju, daha bu hayalini gerçekleştirmeden kendine yeni hedefler de koyuyordu: “En çok milli olma rekorunu Fatih’ten, en çok milli gol atma rekorunu Lefter’den ve bir sezonda en çok gol atma rekorunu Metin Oktay’dan almak istiyorum.”

İşe ‘Kral’ olmakla başladı taze kaptan. 12 ve 20 gol... Metin Oktay’ın 38 golle rekor kırdığı 1962-1963 sezonundan o güne dek oynanan 22 sezonda, kralların golleri bu iki sayı arasında değişiyordu. Ama şimdi Samsunsporlu bir oyuncu çıkıp 33 golle çıtayı bambaşka bir yere koymuştu. Bununla da kalmamış, lige yeni çıkan takımını sezon sonunda üçüncülüğe taşımıştı. Alman Bayer Uerdingen’in radarında olduğu konuşuluyor, Başkan Hasbi Menteşoğlu ise “Bizim büyüklerin gücü Tanju’yu almaya yetmez. Tanju yurt dışına gider” diyordu. Tanju ertesi yıl yurt dışına çıktı çıkmasına ama France Football dergisinin geleneksel ödül töreni için. Attığı 33 gol, ona Bronz Ayakkabı kazandırmıştı. Hollandalı van Basten ve Sovyet Protasov’un ardından Avrupa’nın en golcü oyuncusu oydu. Ödülünü almayı beklerken, hayranı olduğu Maradona’nın orada olup olmadığını basın mensuplarına soran Tanju, “Neredeyse podyuma çıkacak” cevabı alır almaz sahneye dönüp Arjantinli yıldızı gördüğünde coşkuyla alkışlamıştı. Ancak, yalnızca iki yıl sonra tekrar buraya gelecek ve Maradona’nın da bulunduğu salonun esas adamı olacaktı. Bunun için önce tacını bir sezon daha koruması, ardından nihayet Galatasaray’a transferi gerekti.

Kolay olmadı Tanju’nun transferi. Talibi çoktu. Galatasaray Yöneticisi Ergun Gürsoy ve İdari Menajer Ali Yavaş tarafından Adapazarı kavşağından alınıp yata bindirilerek Marmara’ya açıldı önce. Daha yattayken, 100 milyon lira avans aldı. Bu, o güne dek futboldan kazandığı paranın 35 milyon fazlasıydı. Önce Çeşme açıklarında saklandığı sanıldı, daha sonra ortaya çıktı ki bütün gazeteciler onları Çınarcık, Marmaris, Bodrum ve Çeşme’de ararken yat Heybeliada ve Büyükada arasında gidip geliyordu. Tanju “Merak etmeyin, ben sizi yarı yolda bırakmam, kimseye benzemem” dediyse de Ergun Gürsoy ona “Ben sana güveniyorum ama yine de tedbir alalım” yanıtını verdi. Saklandılar. Kalamış yakınlarında resmi imza atıldığında, hâlâ yattan inmemişlerdi.

Tanju’nun Samsun’da kurduğu hayaller bir bir gerçekleşiyordu. Çocukluk hayali tamamdı, Galatasaraylıydı artık. Meşhur üç hayalinden ilkine de henüz Samsun’dayken ulaşmış, güzel bir spor arabanın sahibi olmuştu. Bir diğer hayalini, transferi sonrası tacına göz koyduğu Metin Oktay’a konuştuğu röportajın satır aralarında, “Beğendiğin aktris?” sorusuna verdiği yanıtta görmek mümkündü. “Evliyim, mutluyum. Ancak beğendiğim kadınlar da var. Aktris olarak Hülya Avşar ve Burçin Orhon’u beğeniyorum” diyordu. İslam Çupi ise kaleme aldığı ‘Ceza Sahasında Bir Kırkayak’ başlıklı portrede, onu “Liseyi kafasında devirmiş işlek bir kültür ve zekâ sahibi. İstanbul’un futbolcu eriten renkli girinti çıkıntılarına ayak ve keyif sürmez. Çünkü dengeli bir koca ve iyi bir baba” sözleriyle tanımlıyordu.

Tanju, bu esnada her zamanki gibi gol atıyordu. Galatasaray’ın Almanya kampındaki altı maça altı gol sığdırmıştı ancak her zamanki açık sözlülüğü yine baş gösterdi: “Sahada biraz yalnız kalıyorum. Orta sahadaki arkadaşlar henüz oyun stilime yabancılar. Samsun’da ben elimi kaldırdım mı topla buluşurdum. Şimdi bu topları İlyas ve Uğur’dan bekliyorum.” Çok sonraları, aynı açıklıkla “Takım arkadaşlarım bana pas atıyordu çünkü ben gol attıkça onlar da başarı ve prim kazanıyordu” diyecekti. Galatasaray’daki en yakın arkadaşları, aynı odayı paylaştığı Prekazi ve Simovic’ti. İlk yarıyı 17 golle bitirdi. Türkiye’de krallık zaten kesindi de şimdiden rekoru kırıp kıramayacağı konuşuluyordu. Avrupa Gol Krallığı yarışında ise her hafta değişiyordu yeri.

Galatasaray şampiyonluğu garantiledikten bir hafta sonra Adana Demirspor deplasmanına giderken, maçtan çok Tanju’nun muhtemel rekoru konuşuluyordu. Öyle ki rekorun eski sahibi Metin Oktay, maçı izlemek için Adana’ya gelmişti. Yakın vakitte İslam Çupi’yle paylaştıkları rakı masasında “Samimi söylüyorum İslam, bilirsin. Bu yıl Tanju’nun gol rekorumu kırmasını çok istiyorum. Çünkü uzun süre kalan ve kırılmayan rekorlar toplumu tembelliğe sürükler” diyen ‘eski’ kral, maçtan birkaç gün önce veliahdıyla buluşup tacını takmıştı. Bu tacı temelli olarak almak içinse Tanju’nun iki gole ihtiyacı vardı. Önce ilk yarıda harika kafa gollerinden biriyle rekoru egale etti. Ardından, ikinci yarının başlarında, çizgi önünde top ve boş kaleyle baş başa olan Rambo Yusuf’un büyük jestiyle hayatının en kolay ve en unutulmaz golünü attı. Kalan dakikaları ve son hafta oynanacak Boluspor maçını boş geçecekti ancak rekor bir yana, Altın Ayakkabı için bile yeterliydi 39 gol. Attığı o son gol için yıllar sonra “Bazen ‘Acaba atmasa mıydım?’ diye düşünüyorum. O kadar dedikodu oldu, o kadar eleştirildi ki ister istemez üzüldüm. Oysa bu sadece bir sevgi, birliktelik göstergesiydi” açıklamasını yapacaktı. Maçtan sonra Metin Oktay, canlı yayında tacını Tanju’ya devrederken, tebrik ettiği yeni krala nasihatlerde bulunmayı da ihmal etmedi. Yıllar önce masasında oturduğu Eşref Şefik’in kendisine söylediği “Şöhreti, parayı, sevgiyi, iktidarı, silahı taşımak çok zordur” sözlerini Tanju’ya ileten -artık- ‘Taçsız’ Kral'ın yaklaşımını Tanju, yine yıllar sonra “Rekoru elinden gittiği için biraz üzgündü. Ama ‘Olur böyle şeyler’ deyip sırtımı sıvazladı” şeklinde yorumlayacaktı.

Aylar geçti, 1 Şubat 1989 günü kral, altın ayakkabısını almak için Monako’daki ödül törenine katıldı. Maradona, Van Basten, Rijkaard, Gullit gibi dünyanın en büyük futbol yıldızlarının davetli olduğu gecenin başrolünde o vardı şimdi. Kasetlerini izleyerek, taklit ederek büyüdüğü Gerd Müller, ona ödül vermek için oradaydı. Hayatı boyunca karşısına çıkan bütün rakiplerine kendi bildiği dille, golle cevap vermiş ve bu noktaya gelmişti. Ancak o gece yabancısı olduğu bir rakiple, yabancı dille karşılaştı. Almanya’ya göç furyasının olduğu yıllarda, liseyi Almanca okumuştu ve o gün kendisine sorulan sorulara karşılık yalnızca tiz bir “Nein” sesi ile karşılık verebildi. Aldığı övgüler, Fransızların “Bu muymuş ‘Kral’?” temalı alaycı yorumları ve Türklerin “Rezil etti bizi” sitemlerinin arasında seçilemiyordu bile. Yoksa kral çıplak mıydı? Hayır, yalnızca takım elbise üzerinde durmuyordu. Tam bir ay sonra, 1 Mart 1989’da, Tanju bu kez Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek final ilk maçı için Monako’daydı. Bu defa ayağında kösele ayakkabılar yerine kramponları vardı ve uçarak attığı golle skoru belirledi. Maçı anlatan Öztürk Pekin’in “İşte kral Monako’da!” haykırışı, bir aydır yaşananları en güzel özetleyen ifade oldu.

Galatasaray, Avrupa kupalarında tarihinin en büyük başarılarına koşarken, Türkiye Ligi’nde işler iyi gitmiyordu. 14 yıllık hasretin ardından üst üste iki şampiyonlukla yetinemeyen taraftar, teknik direktör Mustafa Denizli’ye büyük tepki gösteriyordu. Yönetim ise teknik direktörünün arkasındaydı. Monako’daki ödül töreninden bir hafta önce şöyle söylüyordu Tanju’nun transferini gerçekleştiren Ergun Gürsoy: “Tanju kamptan sürekli Hülya Avşar’ı arıyor. Bu iş artık sıkmaya başladı. Bu adam kendini Maradona mı sanıyor? Bir de Rıdvan’ın yılın futbolcusu seçilmesine isyan ediyordu, nedenini şimdi anlasın.” O günden sonra, Tanju ne zaman formsuz olsa bu mesele gündeme gelecekti. Hayalleri, Tanju’ya zarar vermeye başlamıştı artık. Uğruna aylarca belediyelerde uğraştığı, Başbakan Turgut Özal’a kadar çıkıp Neuchatel’i elemeleri karşılığında söz aldığı, sözleşme görüşmeleri sırasında kulübünden destek istediği üçüncü hayali, benzin istasyonunu da bir türlü açamamıştı.

Performansı gitgide düşüyordu. Bir başkası aynı futbolu oynasa belki göklere çıkarılırdı ama o Tanju’ydu, Türkiye’nin en ünlü sporcusu. Gol krallığını önce Aykut Kocaman’a, ardından Feyyaz Uçar’a kaptırdı. Şampiyonluk desen hak getire; Galatasaray, 1988-1989 sezonunda üçüncü, sonraki yıl dördüncü sırada kalmıştı. 1990-1991 sezonunda toparlandı Kral; attığı gol, oynadığı maçı geçti. Bronz ve altından sonra gümüş ayakkabıyı da alıp koleksiyonu tamamladı. Şöhreti, parayı, sevgiyi, iktidarı ve silahı taşımak gerçekten de zordu. Bütün şöhreti ve bütün parasıyla yaşadığı yasak aşk, üzerinde her daim baskı unsuru oldu. Sevgi ve iktidar ise “Benim adım Galatasaray’ın üstüne çıktı. Ben Galatasaray’dan daha büyüğüm” minvalinde sözler söylemesine yol açtı. Son olarak silah tutkusu girdi işin içine. Florya Tesisleri’nin arkasındaki basketbol potasını hedef tahtası yapan Tanju, üç gün önce kulüple anlaştığını sanırken imza atmaya geldiği kulüp binasında şoka uğradı. Her zamanki gibi kendisinden “Tanju Çolak” diye bahsederek şöyle anlattı o günü yıllar sonra:

“Cuma günü Başkan Alp Yalman’la oturduk, 3 milyara anlaştık, bana Galatasaray kaptanlığını da verdi. Pazartesi günü imzaya gelmemi istedi, gittim. Bülent Korkmaz, Erdal Keser, Tanju Çolak var. Bülent girdi içeriye, daha gencecik bebe, 2 milyara anlaşıp çıktı. Erdal girdi, beş golü var, o da aynı paraya anlaştı. Son olarak ben de formaliteden odaya bir girdim, Allah, içerisi gülmeyen insanlarla dolu, inanamıyorum! Bana bir iyi, bir kötü haberleri olduğunu söylediler. Öncelikle Marsilya istiyormuş beni. ‘Hayatta gitmem, siz beni cuma günü Galatasaray Kaptanı yaptınız’ dedim. Sonra diğer habere geldi sıra. ‘Biz düşündük, sana 2 milyar vereceğiz’ dediler. Cuma gününü hatırlattım, Başkan ‘Dün dündür, bugün bugündür’ deyince iki saat düşünme süresi istedim. Öğlen 2’de çıktım kulüp binasından. Gece yarısına kadar çalmadığım kapı kalmadı. Akşam 7’de sevgili hocam Mustafa Denizli’yi aradım, ‘Tanju’cum, benden habersiz hiçbir şey yapma, çözeceğim’ dedi. Beni devamlı Fenerbahçe Başkanı Metin Aşık arıyordu, 4.5 milyar öneriyordu, bense bahaneler yaratıp gitmemek için direniyordum. Yönetici Yurdaşen Karahasan gördü konuştuğumuzu, gece saat 00.30’da Alp Yalman’a ulaştı, ‘Başkanım, al kaptanla konuş, 2.5’a razı’ dedi. Alp Yalman ne yaptı biliyor musunuz? Üç gün önce kaptan yaptığı Tanju Çolak’ı telefona almadı.”

5 Haziran 1991 gecesini 6 Haziran’a bağlayan gece, saat sabaha karşı 03.00... Telefonun ucunda, bugün olduğu gibi o zaman da Galatasaray Teknik Direktörü olan Mustafa Denizli vardı. “Tanju, benim de yapabileceğim bir şey kalmadı” dedi Avrupa yakasından gelen ses. Pes eden Tanju, o saatte Metin Aşık’ı aradı ve 04.30’da imzalar atıldı. Bu imza, Türkiye’de futbolun başrol oyuncusu için belki de sonun başlangıcı anlamına geliyordu.

Tanju Çolak, birçok konuda eleştirilebilir. Ancak asla eleştirilemeyecek üç özelliği vardı. Birincisi, çok iyi bir golcüydü. İkincisi, çok iyi bir Galatasaraylıydı. Üçüncüsü, çok açık sözlüydü. Fenerbahçe’ye imza attığı gün, kameraların karşısına çıkıp “Çok üzgünüm” dedi, “Dört yılda Galatasaray’a neler verdiğim ortada. 120 gol atmış, Avrupa Gol Kralı olmuş, Galatasaray için tüm sevgisini, başarısını, aşkını ortaya koymuş bir Tanju Çolak var. Gitmemek için elinden gelen her şeyi yapmış, fakat bunu başaramamış...” Ve şöyle devam etti: “Ama ben profesyonel bir futbolcuyum. Fenerbahçe çok büyük bir camia, değerini biliyorum. Artık gollerim, alın terim Fenerbahçe için.”

Gerçekten de kendisine verilen ikinci fırsatın değerini bildi Tanju. Sahaya çıktığında görevini yaptı. Gol sayısı asla kendi standartlarının altına düşmedi. Bir defasında üç aylık gol orucuna girdi, onda da altı gol attığı Karşıyaka maçıyla dönüş yaptı ve sezonu gol kralı unvanıyla bitirdi. Hatta Galatasaray’a karşı oynadığı beş maçta tam sekiz gol attı. Ancak bu, işin sportif tarafıydı. Saha dışında bir an bile ortalığın durulmasına fırsat tanımadı Tanju. Fenerbahçe’nin en büyük transferi, en büyük problemi oldu. Geldiği gibi, Oğuz’la sonunda herkesin kaybettiği bir forma numarası kavgasına girdi. ‘Sakaryalılar Grubu’ ile yıldızı barışmadı. Disiplinsiz davranışlarıyla sürekli olay yarattı. Bir de hakkında açılmış dava vardı. Türkiye’ye kaçak Mercedes sokmakla suçlanıyordu ancak ‘koskoca Tanju Çolak’ hapse girecek değil ya, bu davayı pek kimse ciddiye almıyordu.

1993-1994 sezonu öncesi Fenerbahçe kulübü, Tanju ve Rıdvan'ın kadro dışı kaldığını açıkladı. Daha yeni gol kralı olmuş Tanju'nun adı, medya patronu Cem Uzan'ın büyük yatırım yaptığı İkinci Lig ekibi İstanbulspor'la geçiyordu.

Resmi teklif yapılmasına karşın, 3 milyarlık bonservis nedeniyle Ekim ayına kadar bir gelişme olmadı. Ama İstanbulspor maçlarında tribünde, hatta maç önü ve devre aralarında soyunma odasında bir kişi göze çarpıyordu. Ve bu maçların henüz ikincisinde, Tanju benzersiz bir olay daha yarattı. Daha İstanbulspor'a imza bile atmamışken, Belediyespor-İstanbulspor maçının devre arasında soyunma odasına inip hakeme küfrederek üç maç ceza aldı. Bu cezanın üçte ikisini Fenerbahçe oyuncusu olarak çektikten sonra, nihayet İstanbulsporlu oldu ve "Yeniden doğacağım" dediği yeni takımındaki mesaisine iki gol, bir asistle başladı. Bir maç dursa bir maç mutlaka atıyordu devrik kral. Ancak iki buçuk ay sonunda, isyan noktasına geldi. "İkinci ligde futbol yok, vahşet var. Sahalar çirkin, soyunma odaları yok, tekmeler havada uçuşuyor, hakemler mafya olmuş, önümüz kesiliyor. Sporu bırakmayı düşünüyorum" diyen Tanju, sadece iki gün sonra kendisini sporu bırakmak zorunda kalacağı yola götüren kararın çıkacağından habersizdi.

22 Aralık 1993. Tanju Çolak, 'toplu Mercedes kaçakçılığı’ suçundan 4 yıl 8 ay hapis cezası aldı. İki hafta sonra otomobiline el kondu. Yargıtay'ın vereceği son karar beklenirken, İstanbulspor'da oynamaya devam etti. Gollerini attı. Dünya Karması'na çağrıldı. Ardından 'ikinci kaçak Mercedes davası' nedeniyle milyarlık bir para cezası aldı. Hakkındaki son kararın verileceği duruşmaya raporlu olduğu gerekçesiyle katılmayan Tanju, Dünya Karması maçı nedeniyle duruşmanın ertelenmesini istedi. Duruşma başka gerekçelerle iki kez daha ertelense de nereye kadar... 13 Temmuz 1994 günü, Tanju'nun dünyası karardı. İnfaz yasasına göre 22 ay 4 gün hapis yatacak, federasyon talimatnamesi gereği ise bir daha hiçbir takımda futbol oynayamayacaktı.

Ceza sahasından çıkıp cezaevine gireceği gün geldiğinde, Tanju Makedonya'nın Üsküp kentine firar etmişti. Sağmalcılar'daki Kaçakçılar Koğuşu yerine, Grand Hotel'in 309 numaralı odasındaydı. Samsunspor'dan takım arkadaşı Ivanovski, o zor günlerinde en yakınındaki dostuydu. Birlikte yaptıkları antrenmanlarla, 7 Ağustos'taki Dünya Karması maçına hazırlanıyordu. Ancak hakkında yakalama emri çıkarıldığı için Üsküp'te tutuklanıp tek göz hücreye kapatıldı, ardından Interpol yetkilileri eşliğinde Türkiye'ye getirildi. Profesyonel futbol kariyeri böyle bittiyse de Tanju en iyi bildiği işi cezaevinde de yapmaya devam etti. Çocuk mahkumlardan oluşan bir futbol takımı kurup onlara antrenörlük yapan altın ayakkabılı, taçlı kralın cezası bitip tahliye günü geldiğinde, hem kendisi hem de "Bizi bırakma" diyen çocuklar hüngür hüngür ağlıyordu.

Avrupa Gol Kralı Tanju Çolak, ilk defa 12 yaşında, Türkiye penaltı yarışmasının Samsun şampiyonu olarak geldiği ve direkt olarak İnönü Stadı'nın çimlerine çıktığı İstanbul'da, şimdi yapayalnızdı.

Artık ne ayağında topu, ne İnönü Stadı'na çıkış vizesi vardı. 1996 yılının soğuk bir Kasım gününde, gazeteci Can Dündar'a bu yüzden sordu: "Ben şimdi ne yapacağım, Can?"

Socrates Dergi