
"Bırak da bir maça gideyim"
12 dk
Sinema ve futbol taraftarlığı ilişkisini konuşmak için Onur Ünlü’nün kapısını çaldık. Oysa ki onun tercihi konuşmaktan değil, maça gitmekten yanaymış. Belki de dediği gibi Ken Loach’u aramalıydık.
Sinema ve futbol izleyicilerini yan yana düşündüğünüzde aklınıza ilk ne geliyor?
Hemen her taraftarın yaptığı gibi kendimle takım arasında bağlantı kurdum. Benim işlerim iyi giderken takım da iyi gidiyordu, takım kötü giderken benim işlerim de kötü gidiyordu. Ama sinema ile futbol arasında bir bağ kurmadım. Şimdi yeni bir film çektim, Kırık Kalpler Bankası. Orada iki tane futbol takımı var; film bir maç sahnesiyle açılıyor, kavga ediyorlar, bir daha da maç falan görmüyoruz.
Genel olarak Avrupa’ya baktığımızda taraftarlık üzerine yapılan filmlerin fazla olduğunu görüyoruz. Taraftarlığı sinemaya yansıtmak kolay mıdır?
Sinemada temel mevzu çatışmadır. Kaybeden biri üzerine çatışma kurmak kolaydır. Taraftar da aslında süper bir prototiptir. Çünkü romantik bir tiplemedir. Ve bu tip bir romantizm benim çok ilgimi çeken bir şey değil. Kaybetme üzerine kurulan taraftarlık edebiyatını sıkıcı buluyorum. Sömürülmeye müsait ve güzel sömürülen bir şey. Bu herkesin yumuşak karnı. O yüzden taraftarlık filmleriyle özdeşleşmek doğaldır. Kazanan adam hikâyesi kimseyi çekmez. Kazananların hikâyesi Hollywood’un işidir. Hollywood dışında kalan biz ölümlüler, kaybedenlerin hikâyesini çekeriz. Dolayısıyla taraftarlık mevzusu sinemaya uygun.
O zaman tersten gidelim. Türkiye’de o tip filmler hiç yok?
Türkiye’de ne tip film var abi? Bak, Türkiye’de insanlar zaten iki-üç senede bir film yapabiliyorlar. Onu da ‘harcamak’ istemiyorlar. Üzerinde en fazla artistlik yapabildikleri filmleri çekmek istiyorlar. Dikkat edin, bu tür filmler çok film üretilen ülkelerde daha kolay yapılır. Çünkü adam arada bir tane de böyle film yapar. Biz öyle bir lükse sahip değiliz. İçten içe biliyoruz ki çok da inanılmaz bir film çıkmaz. O yüzden, buralardan kolayca bir futbol filmi çıkmayacak. Çok beklemeyin. Sosyolojik bir durum değil yani bu, ekonomik.
Siz de bu yüzden mi beklediniz bu filmi çekmek için?
Ken Loach filmindekilerden ezik olmasın ama benimkiler de ezik ama benim film, başka bir yerden bakıyor.“Aslında futbolu görmüyoruz ama film futbolla ilgili” falan gibi bir şey yok. Futbol fazla abartılıyor. Futbol sadece futboldur. Hayata falan da benzemez. Tuhaf şekilde, yarı aydınlar arasında arabesk ile futbolun yükselişi benzer oldu. 1990’lar... İnsanlar arabesk dinlediklerini ve maça gittiklerini aynı anda söylemeye başladılar. Kınamıyorum, durum olarak söylüyorum. Ben maça gitmenin muteber sayılmadığı zamanlara yetiştim. Lakin daha sonra futbolu hak ettiğinden daha entelektüel bir yere çekip okumaya da çalışmadım. Onun yerine maça gittim. 1979-80 sezonundan bu yana maça gidiyorum. Futbolun derin bir anlama gelip gelmediğine çok kafa yordum ama ben bir şey göremedim
O yüzden mi sizin için bir maça gitmek, çok da fazla sinemasal değer taşımıyor?
Tabii ki! Futbol maçına gitmek, futbol maçına gitmektir. Beslenmeye gitmiyorum ben oraya, beslemeye gidiyorum. Oraya gideceğim, destek vereceğim. Futbol taraftarının içinde bir derinlik yoktur mesela. Herkes aynı, hepimiz aynıyız. Aynılaşıyoruz. Biraz ibadethaneye gitmek gibi bir şey bu. Bir yerden sonra safta duruyorsun. Aynı hareketleri yapıyorsun, aynı şeylere sevinip üzülüyorsun. Bir sürü aynı insan.
Günlük hayat içinde futbolun sürekli yeniden üretilmesi beni sıkıyor. Çünkü çok seviyorum futbolu. Çok sevdiğim için bende kalsın istiyorum. Burada şu kaçırılıyor: Futbol, insan olmanın önemli parçalarından birisiymiş gibi algılanıyor. Halbuki 100 sene önce yoktu, tıpkı sinema gibi. 100 sene sonra ne olacak? Bilmiyoruz. Futbol şu anda var. Dolayısıyla hayatın kendisiymiş, bize hakikatin kapısını aralayacak bir şeymiş gibi davranmamalıyız. Mutlaka bir veridir. Şöyle bir okumak lazım. Asıl sinirimi bozan, oradaki aidiyet duygusunun abartılması. Bir süre sonra beni bir entelektüel olarak ilişkiyi kesmeye götüren de bu. İşte yok endüstriyelleşmesi falan filan... Tamam bunlar ciddi meseleler ama benim konum bu değil ki! Ben maça gidiyorum.
Biraz romantize edelim. Takımınız Kocaelispor’un seyirci sayısı Bölgesel Amatör Lig’e göre çok daha yüksek. Oysa başarıya endeksli bir kültüre aşinayız...
Bizde de öyle abi aslında. Takımın başarılı olması taraftarlar için birinci koşul. Çekirdek bir ekip var, onlar her zaman maçlara gidiyor. Ama diğerleri öyle değil. Bir de İzmit’te başka durumlar var. Belediye yeni bir Kocaelispor (Kocaeli Birlikspor) yarattı. Onlar iki üst ligimizde. Taraftarın ilgisinin böyle bir siyasi arkaplanı da var. “Hayır, biz buradayız” diyoruz. Mesela evet, bu durum sosyolojik okumaya muhtaç. Ama bunu bir eserde mutlaka o ‘loser’ taraftar edebiyatı ile üst üste getirmek can sıkıcı değil mi? Hep aynı şey olmuyor mu?
Filmlerde çok sık rastladığımız bir başka tema da radyodan maç izleme kültürüdür...
Çünkü filmi yapan çocukken öyle bir ilişki kurmuş futbolla. Bu yüzden bence sosyolojiden ziyade yönetmenlere bakmak lazım. Zira futbola dair bir şeyler düşündüğümüzde, aklımıza ilk çocukluğumuz gelir. Hem top oynadığımız hem takım tutmayı öğrendiğimiz zamanlar. O yaşlarda daha fazla futbolla, daha az dünyayla ilgiliyizdir. Film çektiğimizde ya da bir roman yazdığımızda ortaya çıkan duygular oradan geliyor.
O zaman bir 20-25 sene sonra maç izlemek için internetten link arayan çocukların hikâyesini izleyeceğiz.
Tabii ki! Mesela bakın, internet bir kültür olarak henüz sinemaya girmiş değil. Çünkü o çocuklar daha film yapmıyorlar. Mesela cep telefonu... Ben şunu fark etim ki filmlerimde neredeyse yok. O büyük çevirmeli telefonları kullanıyorum.
Türkiye’de Yeşilçam gibi sık sık film üretilen bir dönemde dahi futbol, filmlerin arasına çok az giriyor. Onun nedeni ne olabilir?
Taraftar demek kalabalık demektir. Bir filmde o kadar kalabalığı bir araya getiremezsin. Bunlar çok teknik sebepler. Maç çekmek de kolay değil. Kemal Sunal’ın Gol Kralı ve İnek Şaban filmleri vardı. Ne kadar kötüdür mesela. Belli ki maçtan önce çıkmışlar, arkada da taraftar var. Adam çekerken bunu kendisi de biliyor ama mecbur. Bir de tek kamerayla maç çekilmez. En az beş altı tane kamera lazım. O dönemde de kim altı kamera kaybetmiş ki sen bulacaksın! Bu sebepler, dışarıdan bakınca atlanıyor. Maç çekmek oyuncu için de sıkıcı. 10-15 kişi resmin içinde. Atıyorum bir pozisyon, bir daha aynısını yap, bir daha aynısını, bir daha aynısını…
Ama maç dışında da atlanmış sanki. Mesela Güneşli Pazartesiler’de bambaşka bir hikâye anlatılıyor ama bu adamlar gidip futbol maçı izliyor. Bizde bunun da göz ardı edilmesinin sebebi nedir?
Mesela dizilerde herkes Beşiktaşlıdır. Çünkü kimse sesini çıkarmaz. Karakterin Beşiktaşlı olmasıyla Galatasaraylılar ve Fenerbahçeliler ilgilenmez. Öte yandan,Hababam Sınıfı’nda net bir tavır konmuştur, bütün karakterler Fenerbahçelidir. Veya Osman Seden Beşiktaşlıdır ve hep bahseder, filmlerin içinde manasız yerlerde bile. Mesela adam iyi bir şey yapar, “Eeee ne de olsa Beşiktaşlıyız!” der. Bu düzeyde kullanılmış, garnitür gibi. Bir yandan da unutulmaması gereken Memduh Ün var mesela. O da Beşiktaşlı gerçi.
Peki bir maçı sinemaya aktarmak isterseniz, hangisini çekmek istersiniz?
Bu da zor bir soru. Orkun hangisini çekerdik?
Orkun Ünlü: İstanbul’da Beşiktaş’a beş gol attığımız maç olabilirdi herhalde.
Bir de Kocaelispor taraftarları arasında şöyle bir efsane vardır; “Turgut Özal ölmeseydi şampiyon olacaktık” denir. Özal’ın öldüğü gün ertelenen bir Fenerbahçe maçımız vardı. Onu çekmek isterdim. Oynanmamış maç. Enteresan olabilirdi.
O sezonun sonrası da tam filmlik aslında.
Aynen, sonrasında da şampiyon olamadık. Ama o sıra iyi gidiyorduk. Turgut Özal dendiğinde Kocaelisporlu taraftarların aklına o gelir. Öldü adam. Oynanan maç da bulabiliriz. Var yani.
Aslında bu daha iyi… Oynanmamış bir maçın etkisi tam sinemalık...
Aynen, bu daha iyi. Adam ölüyor maç erteleniyor. Madem ‘loser’ arıyorsun, al sana ‘loser’. Kaybedemiyor bile yani. Çünkü oynanmıyor. Bir hayal kırıklığı. Aslında bu duygu son filmimde biraz var. Kavga çıktığı için maç başlayamıyor. Bir hafta sonra tekrar oynanacak deniyor.
Spoiler mı bu?
Yok ya değil. İlgilenmiyorsun sen zaten maçla. Hatta karakterlerden biri, ‘’Maça hazırlanıyoruz’ diyor, diğeri ‘’Ne maçı?’’diye soruyor. Unutmuş yani. Öyle bir diyalog var.Size yeterince romantik malzeme veremedim galiba.
Olsun, bize ters tarafı da çok iyi gider.
Bütün bunlar bir süredir kafamı kurcalıyor. Futbol romantizmi, aydınlar arasında bitmesini istediğim bir şey. Çünkü bu kadar rezillik var ortada ama kimse merhem olamıyor. 35 senedir maçlara gidiyorum, bu kadar rezil, insanı futbolla ilgilenmesinden utandıran bir durum yaşamadık. Bunu eleştiren yazılar yazıyoruz. Ne oluyor, hiçbir şey! Demek ki mesele, her zaman olduğu gibi sistem meselesi. O yüzden, bunu bütün sistemden ayırıp kendi başına futbolu güzellemek bir işe yaramıyor. Bu, endüstriyel futbol sorunu bile değil. Orada bile değiliz. Biz daha 17. yüzyıl futbolundayız. Ve öylesine bakıyoruz. O zaman, abi bırak da ben bir maça gideyim. Zaten bu sene hiç gidemedim, bir maça gideceğim, bu kadar yani. Belki bu durumu yeniden üretmek de doğru değil. Bence dergiyi kapatın!
Ama biz yeniden üretmemeye çalışıyoruz. Gerçi belki siz okuyunca küfrediyorsunuzdur?
Estağfurullah, ama paradoksal olarak içindesin yani. Her nefes aldığımızda dünyayı yeniden üretiyoruz. Onun gibi.
İşte,bizimki de ekmek parası…
Keşke Ken Loach ile konuşsaydınız.
Ne yapmak lazım peki?
Bir şey yapılamaz. Taraftarın yapısı, “Burada bir sistem sorunu var, böyle yapmalıyız” denilecek bir yapı değil. Ne olursa olsun, kazandığı sürece onun sistemle ilgili bir sorunu yok. Dolayısıyla, taraftarın duruma yabancılaşması mümkün değil.
Yenildiği zaman yabancılaşabilir.
Şunu sağlarsan olur; bütün takımlar beş hafta boyunca yenilecek. İki takım oynuyorsa, ikisi de yenilecek. Bu, bir süre sonra krize sebep olacak. Belki o zaman millet kafayı kaldırabilir. Ama elle atılan gole sevinildiği sürece buradan çıkamayız. Bu zaten insan kalitesi ile ilgili. Elle gol atınca sevinen insan, bilmem nerede bomba patlayınca da sevinebiliyor. Aynı adam başka bir şey olduğunda da sırtını dönebiliyor. Ben, elle gol attığımda karşı takımdan arkadaşımın omzuna vurup ‘’Kardeşim kusura bakma, elle gol attık’’ desem ne olacak ki?
Ya da daha sonra biz bu hareketi öven bir yazı yazsak ne değişecek?
Evet. Biz çalıyoruz, biz söylüyoruz... Emek’te aynısı oldu. İlk gün Emek’e gittik, ikinci gün bir daha gittik. Biz diyelim ki 1000 kişiyiz. 15 metre ileride alışveriş devam ediyor. Oradakiler dönüp bunlar neden toplanmış diye bakmıyor bile. Bu mevzudaki sakıncayı halka anlatamadığın ve oradan bir dönüş alamadığın sürece bunu çözmenin bir olanağı yok.
Tıkandık mı o zaman? Bir çıkış yolu yok mu?
Genel sistem sorunu bu. Sadece futbolla çözülemez ki... Total olarak berbat vaziyetteyiz. Dolayısıyla futbolumuz da berbat. Kim bilir eskrimimiz ne halde? Ben bilmiyorum mesela. Büyük ihtimalle Türkiye eskrimi son 60 senedir zor günler geçiriyordur. Arada aklıma gelir benim Türkiye eskrimi.
Ne oluyor orada? Belki orada da çok ciddi sorunlar var. Rüşvet var belki, doping vardır mesela. Adam belki ısrarla kılıcı aşağıdan sallıyordur. Türkiye eskriminin antrenman durumu ne? Bilmiyoruz. Bence eskrime odaklanın. Ben size söyleyeyim, Türkiye’de eskrim berbat halde. Hislerim bu yönde.
Şöyle bir şey çıkıyor ortaya. Biz popüler olanla ilgilenmiş oluyoruz. Filmi yapanlar da öyle… Avrupa’da bisiklet filmleri yapıyorlar zira bisiklet orada popüler. Eskrim filmi var mı abi? Varsa da o adam dünya şampiyonu falandır, onun filmidir. Ya da Nazilerden kaçıp şampiyon olmuştur. Yoksa ‘loser’bir eskrim filmini kim, niye yapar? Anca ben çekerim onu. İyi fikir aslında…