Birlikte Güçlüyüz

16 dk

O, artık hedef büyüten ve gözünü yeni ufuklara diken Türk erkek tenisinin iki lokomotifinden biri. İlklerin sezonu biterken, Cem İlkel'e kulak veriyoruz.

Erkek tenisçilerimizin 2021'deki yükselişi, bir zamanlar Marsel İlhan'ı izlerken hissedilen duyguların yeniden tadılabileceğine dair umut aşılıyor. Amerika Açık ve Indian Wells'te ana tablo görerek kendi adına ilklere erişen; yol arkadaşı Altuğ Çelikbilek'le beraber sıralamada ilk 100'e doğru adım adım yaklaşan Cem İlkel de mevzubahis çıkışta hayati role sahip. Pandemi sırasında kendisiyle röportaj yapmak istediğimizde, "Henüz anlatacak bir şey başardığımı düşünmüyorum" diyerek bizi kibarca reddeden Cem'in kapısını son dönemdeki nefis performanslarından güç alarak tekrar çaldık. Şimdi çokça geriye, biraz da geleceğe bakma zamanı…

Pek fazla röportaj vermediğin ve hakkında kaynak bulmak pek kolay olmadığı için en başa dönmek isterim. Cem İlkel'in kortlardaki macerası nasıl başladı?

Aslında tam anlamıyla bir hobi gibi başladı. Hani çocuklar yaz okullarına gidip spor yapar ya, ben de ENKA'da farklı farklı sporlar yaptığım bir programa katılmıştım. Yüzme, basketbol, tenis… Orada en çok tenis arkadaşlarımı sevdim herhalde. Öyle spor aşkıyla değil anlayacağınız, arkadaşlarımla vakit geçirme fikrini daha çok seviyordum. Bizi sabah kulübe bırakırlardı ve orada tüm gün spor yapardık. Önce yaz aylarında başladım, ardından okul sonrasına döndü. O eğlenceli ortamdan kopamıyordum. Yoksa öyle çok başarılı bir tenisçi falan değildim.

Tenise 6-7 yaşında başladım ama uzun süre profesyonellik düşüncem olmadı. Hatta dürüst olayım aklımın ucundan bile geçmezdi. Ben 14-15 yaşlarındayken Türkiye'ye Gavin Hopper diye bir antrenör geldi, burada bir akademi kurup sistemi değiştirmeye çabaladı. O dönem okulu ikinci plana itip bütün gün tenis oynamaya başlamıştık. Bu sırada dersleri de dışarıdan alıyorduk. Hem okula gitmiyordum hem de tüm gün arkadaşlarımlaydım... Daha ne olsun? Ama tabii Gavin'la antrenman yaptıkça vizyonumuz ileriye gitti, daha profesyonel bir moda geçtik. İyi sonuçlar gelince tenisi daha çok sevmeye başladım, biraz doğal akış içinde gelişti yani bu durum.

Altuğ (Çelikbilek) ile yaptığımız sohbette de söz Hopper'a gelmiş, o da teknik nüanslardaki becerisinden bahsetmişti...

Gavin ile çalışmaya başlayalı 12-13 yıl oldu sanırım. Mazisine baktığınızda Mark Philippoussis, Monica Seles gibi önemli oyuncular var. Daha birkaç hafta önce Marin Cilic İstanbul'a geldi onunla antrenman yapmak için. Hatta sonrasında bir final oynadı, bir de turnuva kazandı. İnanılmaz bir hoca ki benim için sadece bir hoca değil. Aile gibi olduk, kızlarıyla beraber büyüdüm... Onun mentorluğu olmasaydı tenis oynamıyor olabilirdim.

Profesyonel tenisçi olma kararını hangi noktada verdin?

ITF gençler sıralamasında ilk 100'e girince ABD'deki iyi okullar size burs verebiliyor. Hem okuyup hem de onlar için tenis oynuyorsunuz. Benim niyetim buydu ilk etapta ama İstanbul dışında o kadar uzun süre yaşamayı gözüm kesmedi. Bu noktada profesyonelliği denemeye karar verdim. Gerçi şimdi ülke dışında daha çok vakit geçiriyorum, yani doğru kararı verdiğimden emin değilim. (Gülüyor.) 18 yaşım biterken profesyonel oldum, 19 yaşında sıralamada 400 numaraya sıçradım ki bu beklenen ya da Türkiye'de o zaman pek emsali olan bir şey değildi. Sonrasındaki yükselişim ise çok yavaştı. Geriye baktığım zaman sebebini aslında anlayabiliyorum. Pişmanlıklarım var çünkü yeteri kadar çalışmadım, yeteri kadar profesyonel olmadım zamanında. 400 ve 200 numaralar arasında beş-altı yılım geçti. 26 yaşına geldim ama demek ki bu dersleri almam gerekiyormuş. Umarım gelecek daha da iyi olur.

Pandeminin hemen öncesinde, Quimper'deki ilk Challenger turnuvası zaferini anımsıyorum da... O güne kadarki en iyi formunu tutturmak için talihsiz bir zamandı sanki?

2019'un Ekim ayında yeni bir antrenörle çalışmaya başlamıştım: Ivica Ancic. Bir dönemin iyi oyuncusu Mario Ancic'in de abisiydi... Onunla çok iyi bir sezon hazırlığı geçirdik. Sonra Aralık'ta bir spor psikoloğu ile anlaştım ve seanslara başladık. Yediğime içtiğime de dikkat etmeye başladım, 2020'ye güçlü girdim. Fakat söylediğin gibi pandemi patlayınca ne yapacağımızı bilemez hale geldik. Dört-beş ay neredeyse hiçbir şey yapmadık, oldukça tuhaftı.

Bunu birçok tenisçiye sordum, farklı farklı cevaplar aldım. Kimisi pandemide evde olmanın ve seyahat etmemenin rahatlatıcı olduğundan bahsederken kimisi bundan epey sıkılmış. Senin bu konuda fikrin nedir?

Hayatım o şekilde geçiyor olsa da ben uçağa binmeyi, başka ülkelere gitmeyi seven bir insan değilim. Mümkün olsa sabah dokuz akşam beş işe gider ve evimde otururum. Ailemle olmayı çok seviyorum, o nedenle pandemi arası bana inanılmaz iyi geldi. Hayatımın en mutlu dönemlerinden biriydi dersem hoş olmaz zira işin arka planında büyük bir trajedi vardı ama benim için evde olmak güzeldi. Profesyonel tenis oynarken yılın otuz haftasını seyahatte geçiriyorsunuz ve bunun nasıl bir lüks olduğunu anlıyorsunuz. Gerçi ben bu arada kendimi biraz fazla yemeğe verdim sanırım. Zira sezon tekrar başlayınca bıraktığım yerden devam edemedim. Neyse ki 2021 fena geçmedi...

Tıpkı senin gibi 2021'i harikulade geçiren Altuğ da birbirinizi nasıl yukarı çektiğinizi her fırsatta anlatıyor. Türkiye'nin erkek tenisindeki en üst düzey iki temsilcisi arasındaki bu kıskançlıktan uzak ve dostane rekabet ortamı nasıl oluştu?

Biz Altuğ ile çocuk yaşlardan beri arkadaşız ve böyle bir ilişkinin kıskançlığa dönüşmesi çok zor. Oldukça iyi geçiniyoruz. Demin de söylediğim gibi uzun bir süre sıralamada 200'lerde bekledim ama bu sene Altuğ'un yaptığı çıkış beni de yukarı çekti. Birbirimizi motive etmeyi sürdürmemiz çok önemli. Dünya sıralamasında önümüzde şu an aşağı yukarı 150 kişi var diyelim... Ben Altuğ'u geçersem bir şey kazanmam, onu geçersem sadece 149'uncu olurum. Beraber yükselirsek belki yüz kişi geçeriz. Birbirimizi aşağı çekmek yerine yükseltmemiz lazım. İşin içinde zaten ciddi bir dostluk olduğu için bunu tereddütsüz yapıyoruz. Turnuvaya gidiyoruz bazen hoca olmuyor, ben ona hocalık yapıyorum ya da o bana hocalık yapıyor; birçok şeyi, başarıyı ve başarısızlığı paylaşıyoruz. Zaten bence tenis, arkadaşlıklardan önemli değil.

Milli Görev

Davis Kupası oynamak mental olarak tenisteki en zor iş belki de. Bireysel turnuvada kaybedersem ben kaybediyorum, kimseyi bağlamaz o. Milli takım için kortta olduğunuzda elinizden gelenin en iyisini yapmanın farklı bir anlamı var. Biz geçen sene Grup 1 Play-off'una çıktık ve İsrail'le oynadık. Türkiye için çok büyük başarıydı. Hatta takımda 1 numara olduğum için kortu ben seçtim. Toprak zemini seçip çok büyük hata yaptım. Üstüne iki tekler bir de çiftler maçı kaybedip takımı resmen bitirdim. Ondan sonra yıkıldım, birkaç hafta kendime gelemedim. Bu nedenle ENKA'da Letonya'yla oynadığımız Davis Kupası eşleşmesini çok önemsiyordum. Takım olarak çok iyi hazırlanmıştık. Kaptanımız Marsel zaten Davis Kupası'nda ülke tarihinin en fazla maç kazanan oyuncusu. On sene oynamasına rağmen teklerde aldığı mağlubiyetler bir elin parmağını geçmez. Onun tecrübesi ve yanında Bora Ağabey'in de enerjisiyle çok iyi bir eşleşme geçirdik. Kadromuz çok genç. Ben 26 yaşında takımın en yaşlısıydım. Altuğ benden bir yaş ufak, bizim arkamızda Ergi (Kırkın) ve Yankı (Erel) var ki onlar da 21-22 yaşlarında. Bence bundan sonraki beş senelik periyotta yükselmeye devam edeceğiz.

Bu yaz İspanya'daki Pozoblanco Challenger'da dolu tribünler önünde final oynayışınızı izlemek, Türk tenis takipçileri için epey keyifliydi. Sen en yakın arkadaşlarından biriyle korta çıktığında neler hissettin?

Arkadaşınızla oynamak çok zor bir şeymiş. Maça girince onu rakip olarak görüyorsunuz, normali de bu ama öte yandan çok yakın arkadaşınız. Orada karışık duygular oluyor. Yine de sonuçta güzel bir maçtı. Ben biraz yavaş başladım, ikinci setin sonunda Altuğ "Şampiyon oluyorum" diye strese girdi galiba. Maç gitti geldi, aksiyonu fazlaydı. Dediğin gibi tribünler de doluydu. Avrupa'nın en önemli tenis ülkelerinden birinde iki Türk tenisçinin finale çıkması önemliydi. Altuğ da o dönem iki Challenger üst üste kazandı ki tenisçiler bunun ne zor bir iş olduğunu bilirler. İnanılmaz bir başarıydı bence.

Seni kısa süre sonra ilk Grand Slam ana tablona taşıyacak özgüvenin kaynağı oradaki iyi performanslar mıydı?

Vallahi yalan olmasın ben Amerika Açık'a Çeşme'den gittim. Az evvel konuştuğumuz finalden önce iki hafta oradaydım, sonra İspanya'ya gidip tekrar Çeşme'ye döndüm. İyi geldi, kafam dağıldı herhalde... Tenis oldukça stresli bir spor, kortta tek başınasınız ve zaman zaman fena geriliyorsunuz. Zaten New York'a da "Ben burada elemeden çıkacağım" kafasıyla gitmedim; "İlk maçı kazanalım sonrasına bakarız" diyordum. Elemelerin ilk turunu geçince o ivmeyle Fernando Verdasco'yla oynadım. Dürüst olmak gerekirse Verdasco da eski Verdasco değildi. Maça başladık, ben sanırım ismine fazla saygı gösterdim ve yavaş girdim. Sonra turnuvaya benimle seyahat eden Bora Abi'ye (Gerçeker) dönüp "Biz galiba bu maçı kazanırız" dedim. İkinci sette adam düşmeye başladı. 38-39 yaşında kolay işler değil. Son turda ise Jiri Lehecka isimli 19 yaşında bir çocukla oynadım. Rakip epey stresliydi ve kendimi ana tabloda buldum.

İlk tur rakibin Alex Molcan'ı kesinlikle iyi kura olarak değerlendirebiliriz ama birinci seti alıp 1-0 öne geçtikten sonra bir şeyler ters gitti. Sence sorun neydi?

Skor üstünlüğünü bulunca ben de heyecanıma yenik düştüm herhalde. Tenisin zihinsel kısmı oldukça önemli. İlk 200'ün geneline baktığınızda aşağı yukarı herkes aynı forehand'i, aynı backhand'i vuruyor ama günün sonunda fiziksel ve zihinsel olarak en güçlü olan kazanıyor. Novak Djokovic'ti sanırım, bu minvalde bir şeyler demişti. Ben mental eksikliklerim olduğunu düşünüyorum. Bazen çok kasılıyorum maçlarda. 2019 biterken psikolog ile anlaştım demiştim ya, o çok faydalı oldu bana. Nefes egzersizlerini ve stresin yüksek olduğu anlarda vücudu kontrol altına almayı öğretiyordu. Sonra turnuva kazanınca öğrendim diye düşünüp bir daha gitmedim. Saçmalık işte, gitmem lazımmış. Tekrar başlayacağım…

Davis Kupası'nın kısalmış yeni formatını da düşündüğümüzde artık tenisçilerin beş setlik maç oynamak için tek şansı Grand Slam'ler gibi görünüyor. Üç setlik maçlar ve artık birçoklarının pek aşina olmadığı beş setlik maçlar arasındaki zihinsel ve fiziksel farkı ne şekilde değerlendiriyorsun?

Üç setten beş sete geçiş muhakkak ki büyük değişiklik. Zaten maça hazırlanış, yaklaşım da gayet farklı olmalı çünkü kafaca üç set konsantre olmak ve beş set konsantre olmak birbirinden farklı şeyler. Federer, Nadal ve Djokovic'in yirmişer Grand Slam kazanmış oluşunu aklım almıyor. Sahiden inanılmaz. Seyirci açısından baktığımda ise finale kadar beş setin pek izlenebilir olduğunu düşünmüyorum. Bunun değişmesi hususunda fazlaca konuşma var son dönemde. Belki 'Büyük Üçlü' dönemi bitince işler değişir. 4,5 saatlik maç olur mu ya bir spor organizasyonunda! Ayrıca Amerika Açık ve Avustralya Açık çok sıcak oluyor. New York'ta en çok bundan etkilendim ben. O nemde nasıl beş setlik maç oynuyor insanlar çözebilmiş değilim çünkü ben çıkaramadım. Hatta bu nedenle yeni bir diyete başladım.

Konu sıcaktan açıldıysa sana bir de çölün ortasında yaşananları, 2021 Indian Wells'i sormak isterim. Kendi adına bir ilki daha gerçekleştirip 1000'lik turnuva ana tablosu görmek nasıl bir deneyimdi?

Ana tablodaki Jenson Brooksby eşleşmesi hayatımda oynadığım en keyifli maç olabilir. O devasa merkez korta bir çıktım ki acayipti… 17-18 bin kişilik yanlış bilmiyorsam. Örneğin ilk set tie-break'inde 3-2 öndeyken bir çapraz forehand vurdum ama Jenson nasıl olduysa inanılmaz bir winner'a gitti; tribünler yıkıldı "voaaavvv" diye… Orada olmaktan çok zevk aldım. Maçı iki yakın sette kaybettim ama büyük tecrübe oldu. Böyle turnuvalar ve böyle maçlar insanı fazlaca motive ediyor. "Bu çok güzelmiş; bunu tekrar yaşamak için, buralara gelmek için daha çok çalışmam lazım" diyorsunuz. Maçı oynuyorum, kafamı bir kaldırdım Bill Gates izliyor, birkaç milyon dolar atsaydı keşke bize de... (Gülüyor.) Şaka bir yana, hem çok keyif aldım hem motive oldum.

Indian Wells'te yakın kaybedilen Jenson Brooksby maçının senaryo açısından bir benzeri de Bergamo Challenger finalindeki Holger Rune mücadelesiydi sanki?

Bergamo için finale çıktığım en zor turnuvaydı diyebilirim. Neredeyse tamamı ilk 200 içinde yer alan çok iyi tenisçiler vardı ki bence ben de çok iyi oynadım. Ancak evet, finalde yine kazanabileceğim bir maçı kaybettim. Zaten sıralamada ilerleyip ilerlememek bu finallerde ne yaptığınızdan geçiyor. Finale ve şampiyonluğa verilen puanlar arasında dağlar var. Benim maalesef kupa maçlarındaki istatistiğim pek iyi değil. Beş Challenger finaline çıktım ve sadece birini kazanabildim. Onları da kazandığım zaman ilk 100'e daha çok yaklaşacağımı düşünüyorum.

Peki bu final kaybetme mevzusu üzerine bir teşhisin var mı?

Valla çözümü bulsam çözeceğim ama şu an bilemiyorum. Sanırım maçlar ilerledikçe fiziksel olarak biraz yoruluyorum ve o da kafamda şüphelere sebep oluyor. Çünkü mesela bazı final günlerine uyandığımda her yerim ağrıyor. Demek ki dört-beş maç üst üste oynayıp bir de finale çıkmayı kaldıracak fiziksel seviyede değilim. Buna çok daha iyi ve profesyonelce çalışmam gerek. Belki turnuvanın son günü bomba gibi kalkarsam kafaca kendime daha çok güvenir ve kazanabileceğimi hissederim.

Dünya sıralamasında 145 numaraya çıkıp kariyer zirveni gördüğün şu günlerde sen ve Altuğ için sık sık dillendirilmeye başlanan ilk 100 hedefi hakkında neler söylersin?

Ben tenise başladığım zamanlarda Marsel (İlhan) daha ilk 100'e girmemişti. Türkiye'de böyle bir şey yoktu bizim için. Söz edilemezdi ve söz edenle de dalga geçilirdi. Marsel'in başarısı bu yüzden inanılmazdır. Ona yapılan eleştirilere bakıyorum da komik geliyor. Benim gözümde kahraman gibidir. "18 yaşında geldi" falan diyorlar ama bizim aramızda yetişip ilk 100'e girdi adam. Ve o bunu yapınca hepimize yol açtı; "Bu olabilirmiş" deyip hedefi oralara koymaya başladık, imkânsız olmadığını gördük en azından. Marsel olmasa Altuğ ve ben buralarda olamayacaktık. İlk 100 öyle bir hedef ki, bunu başarırsan hayatın boyunca "Ben işimde iyiydim" diyebilirsin. Eğer ilk 100'e giremezsem, bir gün tenisi bıraktığımda pişmanlıklarla dolu olurum. Girersem de kendimi çok başarılı addederim.

Geçmişte Marsel İlhan'a yapılan eleştirilerin sosyal medyada şaka akımına dönüşmesi bir tenisçi için ekstra rahatsız ediciydi herhalde...

Diyecek fazla lafım yok. Türk futbol atmosferine baksak yeter zaten. Hiç birbirini yükseltmeye çalışan insanlar görüyor musun? Herkes birbirini aşağı çekme, birbirine laf sokma derdinde. Marsel'e neler diyorlar... Adamın ilk turda elendiği turnuva Avustralya Açık, onda da Stan Wawrinka'ya kaybetmiş mesela. Bizim standartlarımızda müthiş işler şey yapmış, 70 numaralara yükselmiş tenisçiyle dalga geçiyorlar. Ben Türkiye'de bazı şeyleri yaşamak zorunda olduğumuzu kabullendim ve bu yüzden fazla göz önüne çıkmak istemiyorum. Kimi zaman maç kaybettikten sonra Instagram'dan mesajlar geliyor. Küfür edenleri zaten saymıyorum da tenisle ilgili sayfa sayfa tavsiye yazıyor adam. Acaba nasıl oluyor bu ya? Benim Fatih Terim'e gidip "Hocam şunu niye şöyle yapmıyorsun?" demem gibi bir şey.

Fatih Terim demişken, epey fazla olduğunu duyduğum Galatasaray sevginden de bahsedelim...

Çok fanatik Galatasaraylıyım ama tekniğinden taktiğinden anlamadığım bir konuda ahkâm kesmem tabii. Yoksa futbolu tenisten daha çok seviyorum, fırsat bulduğum her maça gitmeye çalışıyorum. Bak demin Fatih Hoca deyince aklıma bir örnek daha geldi... Ona zamanında "Milan'dan kovuldu" diyorlardı ama Milan'dan kovulmak için önce Milan'a gitmeyi başarmak lazım. Marsel'in durumu da buna benziyor. Büyük turnuvaların ilk turlarında elenmek için önce oralara çıkman gerek...

Socrates Dergi