Ev Sahibi

13 dk

Birsel Vardarlı Demirmen, 'genç yetenek' olarak geldiği Fenerbahçe'de Türk kadın basketbol tarihinin en iyi oyuncularından biri oldu. Bu dönüşümü ondan dinledik.

Fenerbahçe Kadın Basketbol Takımı, Türk sporunun yakın tarihteki en istikrarlı ekiplerinden biri. Fakat aynı takım, sürekli değişimler de yaşadı. Birçok antrenör ve oyuncu kalıcı olmayı başaramadı. Birsel Vardarlı Demirmen ise 11 sezondur Fenerbahçe’de ve artık takımın kaptanı. Herkes gitti. O kaldı. Kariyerinin son yıllarına gelen oyuncuyla her şeyin nasıl başladığını, unutamadığı anları ve Fenerbahçe’nin üst üste altıncı kez yer alacağı Final Four’u konuştuk.

Basketbola başlama hikâyeniz oldukça ilginç. İzmirspor’un futbol takımına kayıt olmak istiyorsunuz. Sonra yolunuz basketbola düşüyor. O günlerde sizin için dönüm noktası neydi?

Aslında benim için dönüm noktası olan, basketbola başlamam. İzmirspor’un futbol takımı kapanmasaydı futbola başlayacaktım ve belki de basketbolun yanından bile geçmeyecektim. İzmirspor’da tekvando branşı da vardı ve annem beni oraya yazdırdı. Tekvando antrenmanlarına gitmeye başladım ama pek hoşuma gitmemişti açıkçası. O da 15 gün süren bir serüven oldu ve basketbola geçtim. Orada İzmir’deki ilk antrenörüm Namık Karaaslan’la tanıştım. Yetenekli olduğumu söylüyordu ve yine onun sayesinde okulumu değiştirdim. Basketbola başladıktan sonraki dönüm noktası olarak da onunla tanışmamı gösterebilirim.

Lise takımınızla dünya şampiyonu olmuştunuz. “Profesyonel basketbolcu olabilirim” dediğiniz ilk an o muydu?

Oraya gelmeden önce, daha 9-10 yaşındayken evimin hemen yanındaki okula gidiyordum. Namık Hoca beni uzak bir okula çağırdı. Ailem bana gitmek isteyip istemediğini sorduğunda “Tabii ki gitmek istiyorum, benim hayatım önemli” demişim. Dokuz yaşındaki bir çocuktan böyle bir şey beklemezsiniz. Lise ikinci sınıfa kadar İzmir’de okudum ve aynı şey İstanbul’a gelişimin öncesinde de yaşandı. Orta Doğu Koleji’nden teklif geldi. “Dünya Şampiyonası var bu sene, yatırım yapmak istiyoruz. Okulumuzda okuyup Migrosspor’da oynayacaksın” dediler. Ailem yine fikrimi sordu, yine gitmek istediğimi söyledim. Hiç düşünmedim, tamamen içgüdüsel bir karardı.

İstanbul’a geldiğinizde henüz 15-16 yaşındaydınız. O yaşta ailenizden uzakta kalmak sizi nasıl etkiledi?

İki-üç yıl çok zor geçti. İzmir’e arada sırada gidebiliyordum. Bazen de ailem beni ziyarete geliyordu. Onlara her veda edişimde ağlıyordum. Bir süre sonra İstanbul’a alışınca işler biraz daha kolaylaştı.

Migrosspor’da, genç yaşta takımın lideriydiniz. Fenerbahçe gibi daha çok sayıda yıldız oyuncuya sahip bir takıma geçiş sizi zorladı mı?

Migrosspor’da beş sene boyunca çok fazla süre aldım. Takım da kendini duyurmaya başlamıştı artık. Eurocup’a katılmıştık, hatta bir sezon ligi ikinci bitirdik. Buraya gelmemden bir sene önce Fenerbahçe’den teklif almıştım. Fakat Migrosspor’la kontratım devam ediyordu ve bonservis konusunda anlaşılamadı. Migrosspor’da iyi bir oyuncuydum belki ama artık başarılı olmak istiyordum. Fenerbahçe’den teklif gelince hiç düşünmeden o takımın parçası olmak istedim. Dördüncü senemde takımlar anlaştı, ben de Fenerbahçe’ye geldim.

Petar Naumoski’nin sizi çok etkilediğini söylüyorsunuz hep. Kendisiyle tanışıp sohbet etme fırsatınız oldu mu?

Birkaç defa birlikte kahve içtik. İlk karşılaşmamızda Migrosspor’da oynuyordum ve henüz 20 yaşındaydım. Benim idolümdü ve altyapıda da oyun tarzımı ona benzetirlerdi. İki-üç sene önce tekrar karşılaştık. Faruk Ilgaz Tesisleri’nde kahve içmiştik. Hayranı olduğumdan bahsettim ama muhtemelen bu, duymaya alışık olduğu bir şeydir.

10 yılı aşkın süredir Fenerbahçe’desiniz. Ve bu süreçte neredeyse her sene farklı bir antrenörle çalıştınız. Takım arkadaşlarınız da sürekli değişti. Sistemin her sene değişmesi sizi en çok hangi açıdan zorladı?

Bir dönem, Nevriye (Yılmaz) ve Esmeral’le (Tunçluer) birlikte takımın çekirdeğini oluşturuyorduk. Nevriye’nin ayrılışı ve Meral’in de basketbolu bırakmasıyla birlikte o üçlüden sadece ben kaldım. Hep o jenerasyonun parçası gibi görüldüm ama onlarla aramda üç-dört yaş fark vardı. Şu an takımın en yaşlı oyuncusuyum. Benim jenerasyonum da artık bitiyor. Yabancılar, antrenörler değişti sürekli. Ama yine de takımın amacı her sene başarılı olmaktı, ben de buna ayak uydurdum.

WNBA, takvimden dolayı Avrupalı oyuncular için genelde uzak bir ihtimal olmuştur. Siz de ABD’de şansınızı denemediniz. Teklif de almıştınız aslında. “Keşke kabul etseydim” diyor musunuz şimdi?

WNBA’le ilgili düşüncelerim hep değişiyor. Hâlâ da kararsızım. Hiçbir zaman WNBA’i kovalamadım. Indiana ve Atlanta’dan teklifler olmuştu. Milli takım daha ağır bastı ve gitmedim. Ama şu an genç oyuncular sorsa bana, “Gidin” derim. O dönem kendim için doğru karar verdiğimi düşünüyorum ama yeni bir vizyonu tecrübe edebilirdim. Bunun dışında bir pişmanlığım yok.

Caferağa Spor Salonu, Türk basketbolunda bir simgedir. Orayı evi yapan son büyük takım da sizdiniz. O salon size ne ifade ediyor?

Caferağa’da oynamak çok özel bir duyguydu. Daha fazla taraftarımız vardı. Salon da Kadıköy’ün ortasındaydı. Caferağa’yla aramızda başka takımlarla kurulmamış bir bağ vardı. Orayla özdeşleşmiştik. Aynı şeyi burada (Metro Enerji Spor Salonu) yakalayamadık. Ataşehir, Kadıköy kadar merkezi değil; bu da var.

O günlere dönüp baktığınızda aklınıza ilk gelen anı nedir?

Çok fazla şampiyonluğumuz, güzel anımız var orada. O güzel anlar dışında şöyle ilginç bir şey paylaşabilirim: Bir maçta oyun kısa süre durdu. Görevlilerden biri zemini silmek için sahaya girdi. Çekişmeli bir maçtı ama yine de Nevriye’nin yanına gidip “Nevriye, bu abinin ismi neydi?” diye sordum. Nevriye çok güldü buna. Resul Abi’ymiş, adını hiç unutmuyorum artık.

Euroleague'de altıncı kez üst üste Final Four’a çıktınız. Geride bıraktığınız beş Final Four’a baktığınızda sizi en çok etkileyen ve hâlâ unutamadığınız bir an var mı?

Oynadığımız o iki final, en etkileyici olanlardı. İlk finali Ekaterinburg’a kaybetmiştik ve daha ilk dakikalarda maç kopmuştu. İkincisinde de grupta yendiğimiz Galatasaray’a finalde yenildik. Final kaybetmek güzel bir şey değil tabii ki. Geçen sene de evimizde final oynayamamak çok üzücüydü bizim için.

Fenerbahçe son yıllarda Euroleague şampiyonluğuna hep çok yakındı, şansınızın en fazla olduğu sezon ise muhtemelen 2010-2011’di. Sonra Diana Taurasi’nin 'doping skandalı' patladı. O günleri anlatır mısınız biraz?

Taurasi’nin doping olayı yaşanana kadar namağlup gidiyorduk. Sonra o ceza geldi. Çeyrek finalde Spartak Moskova serisini kaybettik. O doping olayı bizi sarsmıştı. Sonraki sezon da şanssızlıklar yaşadık. Penny Taylor müthiş bir sezon geçirirken sakatlandı. Ros Casares o zamanlar Ekaterinburg gibi bir takımdı ve çok rahat şampiyon oldular. O sene şampiyon olamazdık ama belki final tecrübesi yaşasak, şu ana kadar şampiyon olmuştuk.

Türkiye Kadın Basketbol A Milli Takımı, son altı-yedi yılda tarihinin en büyük başarılarını kazandı. Siz de bu takımın parçasıydınız. Milli takım nasıl bu noktaya geldi?

Nevriye, Esmeral, Işıl (Alben) ve ben, takımın çekirdek kadrosunu oluşturuyorduk. Avrupa’da daha önce yenildiğimiz takımları yenebileceğimizi gördük. Bunun farkına varmamızla değişti her şey. Lige gelen yabancı oyunculardan da birçok şey öğrendik.

Kadın basketboluna ilgi olmaması sizi üzüyor mu?

Dediğin gibi; çok başarılı bir takımız ama medyada az ilgi görüyoruz. Bunun büyük ihtimalle parayla ilgisi var. Nerede para varsa orası daha popüler oluyor. Zaten Türkiye’de spor futbol üzerine kurulu. Erkek basketbolda da yatırımlar yapılıyor ve lig çok daha iyi durumda. Kadın basketbolda ise önceki dönemlere göre daha çok ilgi görüyoruz ama bu da başarılarla geldi. Daha iyi olması gerekir mi? Elbette, çok isterim ama öyle de bir umudum yok açıkçası.

Nevriye Yılmaz, Rio’daki İspanya maçından sonra takımın yemek bile yiyemediğini söylemişti. Hâlâ da o maçı unutamıyormuş. Sizi nasıl etkilemişti o maç?

Maçı verdik. O kadar avantajlı bir durumdayken bunu yapmamalıydık. Tamam, belki ABD’yi yenemezdik ama o maçı kazansaydık ikinci ya da üçüncü olup madalya alabilirdik. Böylece bir ilki daha gerçekleştirmiş olacaktık. Bir daha böyle bir fırsat gelir mi, orası meçhul. Son üç dakikada sekiz sayı öndeyken maçı verdik. Faul yapmamız gerekiyordu, yapamadık...

Kendi basketbol okulunuzu kurdunuz. Oyunculuk kariyerinizin ardından saha kenarında görev almak gibi bir planınız var mı?

Birkaç yıldır devam eden bir proje ve çok da memnunum böyle bir şey yaptığım için. Birçok öğrencimiz oldu. Onları basketbola yönlendirmeye çalışıyoruz. Kulüp de kurduk. Bu sene altyapıda oynuyorlar. Açıkçası, basketbolu bıraktıktan sonra kendimi nerede görmek istediğimden henüz emin değilim. Antrenörlük kısmı beni çekiyor. Ama bu kadar yoğun bir hayattan sonra yine bir o kadar yoğun bir iş yapar mıyım, pek kestiremiyorum.

Andre Agassi’nin otobiyografisini okuduğunuzu biliyorum. Agassi’nin sporla arasında sevgi/nefret ilişkisi vardı. Sizde de öyle mi?

Nefret demeyelim de yorgunlukla birlikte gelen ‘olumsuz hissiyatlar’ oluyor. Bütün sezonun verdiği yorgunluk, maçlar, kazanma, kaybetme… Bunlarla baş etmek insanı çok zorluyor. Sporun içinde olan bir şey bu. Genç yaşlarda bunu atlatmak daha kolay. O zamanlar daha hevesli oluyorsunuz. Yaş geçtikçe bunun altından kalkmak zorlaşıyor.

Son zamanlarda ne okuyorsunuz?

En son Sarunas Jasikevicius’un biyografisini okudum. Avrupa’nın en iyi oyun kurucularından biriydi o da ve kitabı da çok sevdim. Yine yakın zamanda Yalçın Granit’in Adanmak kitabını okudum. Türk basketbolunun nereden nereye geldiğini ve kimler sayesinde neler yapıldığını anlatıyor. Çok hoşuma gitmişti bu yüzden. Spor kitapları dışında, son zamanlarda biraz da klasiklere yöneldim. Eskiden fazla ilgimi çekmezdi ama yaşım ilerledikçe daha çok hoşuma gitmeye başladı. Eskiden seyahatlerde müzik dinlerdim ama şimdi kitap okumayı tercih ediyorum.

Socrates Dergi