Bizim Şarkımız

7 dk

Futbolla yolu kesişen herkes Şampiyonlar Ligi müziğini nerede duysa tanır. Peki bu efsane eser nasıl ortaya çıktı? Yaratıcısı Tony Britten, Socrates'e konuştu.

"O gün parçayı seslendiren iki İtalyan kadının ne hakkında şarkı söylediklerine dair hiçbir fikrim yoktu. Bilmek de istemiyordum. Bir şey hakkında şarkı söylüyorlardı ve bu çok güzeldi. Müzik, bizim sıkıcı ve küçük kafesimize gelen, bu duvarların ortadan kalkmasını sağlayan güzel bir kuş gibiydi. Kısa bir süre için Shawshank'taki herkes kendini özgür hissetti."

Shawsank Redemption filmindeki meşhur opera sahnesini hatırlarsınız. Andy Dufresne, yasak olduğu halde hapishane mikrofonlarını kullanarak Mozart'ın Le Nozze di Figaro adlı eserini tüm mahkûmlara dinletir ve sonra yukarıdaki cümleleri sarf eder. Sahne, aslında müziğin gücünü ve evrenselliğini anlatmak için yeterlidir. Bazı müzikleri nerede ve nasıl duyarsak duyalım, bize bir şeyler hatırlatırlar. Geçmişe, geleceğe ya da şimdiye dair bir şeyler. Kim bilir, belki de müziğin insanı özgür kılması bu gücünden kaynaklanıyordur.

Tony Britten'ın 1990'lı yılların başında bestelediği Şampiyonlar Ligi müziği de böyle hissettirir. Her duyduğumuzda, ilk önce yıldızlardan oluşan bir bayrağın dalgalanışı akla gelir, sonra Şampiyonlar Ligi'ne dair hatırımızdakiler dökülür. 1999 finali, Zidane'ın Leverkusen'e vurduğu vole, İstanbul mucizesi, Mourinho'nun Camp Nou'daki koşusu... Şampiyonlar Ligi müziği, farklı anıların fonu olmuştur yıllar içinde. Şimdi, sözü İngiliz müzisyene bırakma zamanı.

Bugün UEFA Avrupa Ligi'nin, EuroLeague'in ve başka pek çok büyük organizasyonun marşları var. Müzik, markalar için çok önemli. Fakat doğru müziği bulmak cidden çok zor. Mesela sorunlardan biri: Müzik en evrensel sanat dillerinden biri olsa da bu tip organizasyonlarda kullanmak için müzik sipariş eden insanlar bazen aradıklarını tam olarak ifade etmekte zorlanıyorlar. Doksanlı yılların başında, yepyeni bir organizasyon için müzik ve görüntüler üretmeye çalışırken 'marka' kelimesi henüz kimsenin diline pelesenk olmamıştı. Şimdi, milyonlarca sterlinlik bir pazar haline geldi. Ve tabii ki UEFA bu markayı, müziği ve görselleri, çok doğru bir şekilde kullanarak harika bir iş çıkarıyor.

TEAM Marketing ajansı, Dünya Kupası'nda sahne alan The Three Tenors'ın başarısından sonra Şampiyonlar Ligi için de 'klasik' bir şeyler yapma hevesindeydi. Avrupa'da futbolun holiganizm nedeniyle kötü şöhrete sahip olduğu bir dönemde oyunun kalitesini ve tarzını ifade etmemiz UEFA için mühimdi. Ben de onlara çok sayıda koro müziği gönderdim. Gönderdiklerim arasından, Handel'in Zadok the Priest'ini çok sevdiler. Bu da aslında nasıl devam edeceğime dair bir ipucu verdi. Ben, TEAM'den Craig Thompson ve yaratıcı ekipteki diğer isimler mesele üzerine epey tartıştık. Ama besteleme sürecinde de hızlı davrandık.

Aslında, bir pop veya rock şarkısı da tercih edilebilirdi. Ama bence o tarzlarla ilgili şöyle sorunlar var: Bu şarkılar; Queen'in We Are the Champions'ı gibi birkaç şarkı hariç, hızlı şekilde güncelliğini yitiriyorlar. Benim yaptığım müzik ise güncelliğini asla yitirmeyecek. Çünkü herhangi özel bir dönemle ilişkisi yok. Hatta çok ilginçtir; marşın funk, techno ve rock versiyonlarını yaptığımda yayıncılar şöyle dedi: "Çok güzel olmuş ama orijinal versiyonunu tercih ederiz."

Şarkı sözü olarak, TEAM ve UEFA'nın ortak olarak istediği bazı kelimeler varmış. Ama bana söylemediler. Bu yüzden ben de İngilizce'de 'Superlatives' dediğimiz 'Üstünlük' anlamı içeren kelimelerden oluşan bazı sözler yazdım. "En iyi, en büyük, en heyecan verici" gibi ifadeler kullandım ve diğer iki resmi UEFA diline (Fransızca ve Almanca) de tercüme ettirdim. Sonra hepsini bir araya getirdim. İşe yaramış gibiydi!

Bazı yanlış anlaşılmalar da var. Müziği direkt olarak Handel'den aldığımı ve biraz değiştirip gönderdiğimi zannedenler var. Oysaki çıkış noktasında Handel'i referans aldım. Bir adaptasyon değil bu. Ondan ilham aldım ve bambaşka bir eser yarattım. Bir başka yanlış anlaşılan nokta da şu: Bir yerde, Şampiyonlar Ligi müziğinin en iyi işim olup olmadığı sorulmuştu. "Buna ben karar veremem" dedim. Ben hep mümkün olanın en iyisini ortaya çıkarmaya çalışırım. Ama neyin iyi, neyin kötü olduğuna dinleyenler karar verir. Ama sanki, Şampiyonlar Ligi müziğinin bestelerim arasında en iyisi olmadığını söylemişim gibi anlaşılmış.

Elbette bu konuyla tanınmak keyifli. Ortaya çıkardığım işle gurur duyuyorum. Ve bu konuda konuşmaktan da mutluluk duyuyorum. Tıpkı şu an olduğu gibi. Ancak 'ünlü olmak' pek de ilgimi çekmiyor. Yaptığım diğer işlerin hiçbiri futbolla ilgili olmadığı için mutluyum da hatta.

Futbol camiasından harika geri dönüşler alıyorum. Mesela geçenlerde Stefan Effenberg ile bir televizyon programına katıldım. Çok nazikti. Şarkımın her seferinde tüylerini diken diken ettiğini söyledi. Pep Guardiola ve Gareth Bale gibi futbol insanlarından da benzer sözler duymuştum. Bu harika bir his. Zaten ben de futbolu seviyorum. Sadece fanatik değilim. Güney Londra'da büyüdüm. Yaşadığım şehrin takımı Crystal Palace. Onları daima destekliyorum ama maça gitmeyeli de uzun zaman oldu. Şimdi konuşunca fark ettim, tekrar maça gitmeliyim.

Şampiyonlar Ligi'ndeki her maça da gitmiyorum. Fakat zaman zaman finallere ya da başka önemli maçlara davetiyeler alıyorum. Onun dışında elimden geldiğince televizyondan takip ediyorum. Gerçi BT Sports üyeliğim yok. O yüzden maç izlemek şu sıralar epey zor benim için.

İngiltere'de çok zor bir dönemden geçiyoruz. Sanırım Brexit, İngiltere'nin şimdiye kadar başına gelen en çılgın, en bölücü, en berbat şey. Ben bir Avrupalıyım. Bence, müzik ve hatta kültür; İngiltere ile Avrupa arasındaki ilişkileri onarmaya yardımcı olabilir. Bu konuları, 2017'de İstanbul'daki Mustafa V. Koç Spor Ödülleri töreninde anlatmıştım. Orada "Müzik ve spor hayatı daha iyi hale getiriyor" düşüncesinin tartışılması beni heyecanlandırmıştı.

Socrates Dergi