Borg Çağı

12 dk

Björn Borg, 26 yaşında bir gün tenisi bıraktı. Eğer devam etse neler olurdu bilemiyoruz, ancak bu bile yeterli.

4 Temmuz 1982, Monte Carlo’da bir evdeyiz. Televizyonda Wimbledon Erkekler Finali var. İki Amerikalı; John McEnroe ve Jimmy Connors karşı karşıya. O dönemin tenis atmosferine hâkim birisi bu eşleşmeyi hemen garipseyecektir. Ancak dünyanın en iyi oyuncularından ikisi oynarken sorun ne? Sorun şu ki o yıllarda Björn Borg’u içermeyen herhangi bir Wimbledon finali ilginç bir manzara. Bu, 1976’dan beri görülmemiş bir doğa olayı. Bir yıl öncesinde burada yıkıcı bir final kaybeden Björn Borg, değil son maçta, turnuvada bile yok.

Peki arka arkaya altı final ve beş şampiyonluktan sonra Borg nerelerde? Uzakta değil, Monte Carlo’daki o evde televizyonun karşısına kurulmuş durumda. Yanında eşi, Rumen eski tenisçi Mariana Simionescu ve onu bu maçı izlerken çekmeye gelmiş belgesel ekibi var. Borg, 1982 yılının ilk üç ayını tenis oynamadan geçirmişti. Bunun sebebi biraz sakatlık ve çokça da tenisten sıkılmış olması. Kendi sözleriyle; oteller, uçaklar ve bitmek bilmeyen monotonluk… Raketi eline almadan geçirdiği o üç ayın, hayatındaki en güzel dönemlerden biri olduğunu söylüyor. Tenisin kitleleri peşinden sürükleyen, rock yıldızı görünümlü İsveçlisinin en büyük hobisi, aslında balık tutmak. O üç ay boyunca da raketlerden çok, oltalarla haşır neşir.

Tabii sonunda Borg geri dönüyor. Eline raket almadığı ve hatta tenis kortu bile görmeden geçirdiği günler sonrasında, oyununda zamanlama namına pek fazla şey kalmamış durumda. Kendi bile durumu için, “Aman tanrım, ben ne yaptım?” diyor. Ancak o düzeyde bir atletin, melekelerini geri kazanması sadece an meselesi. Fakat artık onun problemi oyununda değil; problem, onu eskisi gibi -kazanmak için- motive edemeyen zihninde. Bu, kaybetmekten nefret eden bir oyuncu için çok büyük bir sorun.

Borg, bir yandan belgesel ekibine röportaj veriyor ama ara sıra gözleri uzaktaki küçük televizyona ilişiyor. O günlerde tenisle arasına koyduğu mesafeye ve hissettiği tüm motivasyonsuzluğa rağmen dudaklarından bir anda şu sözler dökülüyor: “Keşke o iki adamdan biri ben olsaydım…”

Çizgi Dışı

Björn Borg’un, 70’li yıllarda tenise yaptığı etkinin büyüklüğüne bakmak için şimdi biraz daha yaklaşabiliriz. O, modern dönemde tenis dünyasının çıkardığı ilk pazarlama ikonlarından ve hatta dünya çapında kendisine uzmanlarca bu amaçla yaklaşılan ilk sporculardan biri. Borg öncesi dönemde ciddi bir tenis ülkesi olarak anılamayacak İsveç’ten çıkan bir oyuncunun tenis tarihine bu denli iz bırakmasının da aslında iki farklı nedeni var; çünkü o, hem kort içinde hem de kort dışında türünün ilk örneklerinden.

Onu bu kadar unutulmaz kılan şeylerin başında, geçmişten günümüz tenisine ışık tutan topspin’li geri çizgi oyunu var. Muazzam bir ‘doğal atlet’ olarak gençliğinde birçok farklı spor deneyen Borg, hiçbir zaman alışılageldik bir tenis tekniğine sahip olmadı. Ancak onu kariyerinin sonuna kadar çalıştıracak Lennart Bergelin, birçok antrenörün ilk anda yapacağını yapmadı ve ondan oyununu değiştirmesi için herhangi bir talepte bulunmadı. İsveçli antrenör, Borg’un tekniğindeki iyi yanları gördü ve artırdı.

Dönemin yakın tanıklarından, kendisi de Bergelin’le üç yıl çalışma fırsatı bulmuş tenis antrenörü Ali Göreç, Borg’un neden özel olduğunu şöyle açıklıyor: “1920’lerdeki videolara bakın; geri çizgiden savunma tenisini orada da görürsünüz. Bu bir devrim değildi. Borg’u özel kılan şey, o zamana kadar görülmemiş ayak oyunlarıydı. Kendini küçük ayak adımlarıyla vuruşa hazırlayan ve her seferinde topla mükemmel noktada buluşan ilk oyuncuydu.” Göreç ayrıca, Borg’un bunu o yılların servis vole karakterli oyununda yapmasını da üst düzey sezgilerine ve fiziksel yeterliliğine bağlıyor. Ona göre Björn Borg, hep ‘çizgi dışı’ bir oyuncu oldu.

Bütün bu özelliklerin yanında, kendisine ‘Ice-Borg’ denmesine neden olan bir reaksiyonsuzluğu da vardı. Bu, rakiplerini hep ürküttü. Borg, hem tenisi hem de onu icra ederken dışa vurduğu tavırla bir duvarı andırıyordu. Hatasız ve tepkisizdi. Oyunu aslında modernize olmamış bir Rafael Nadal gibiydi. Tıpkı Rafa gibi, hemen her topu karşıya geri gönderebiliyor ancak onun yapmadığını yapıp bir yandan duygularını da gizliyordu. Ancak Göreç bunu, “Ara sıra oyuncuların istim bırakması ve duygularını dışa vurması gerekir. Bu, zihin için faydalı. O belki de bunu hiç yapmadığı için 26 gibi erken bir yaşta kafaca yoruldu” şeklinde yorumluyor. Borg’un yaptığı açıklamalar da bunu destekler nitelikte; çünkü sık sık, o anlarda içinde fırtınalar koptuğundan kendisi de bahsetti. Yani, buz dağı içten içe eriyordu.

Fakat içerde tüm olup bitene rağmen, Björn Borg 11 Grand Slam şampiyonluğu kazandı. Bu, o dönem rekorun sahibi olan Roy Emerson’ın 12’sine bir adım kalması ve 11 şampiyonluğu bulunan efsanevi Rod Laver’ı yakalaması demekti. Borg, bunu kariyerinde sadece bir kez gidip üçüncü tur oynadığı Avustralya Açık ve dört finaline rağmen yüzünün bir türlü gülmediği Amerika Açık handikaplarına rağmen başarmıştı. Avrupa topraklarındaki Grand Slam’lerde ise görülmemiş bir şeye imza atmış; tam altı Fransa Açık ve beş Wimbledon şampiyonluğu elde etmişti.

Ali Göreç, bu iki turnuvayı zıtlık bakımından ateş ve su olarak tanımlıyor, Borg’un hakkını veriyor: “Onun oyun stiliyle Fransa Açık kazanmak daha kolay. Fakat aynı başarıyı Wimbledon’a da taşımış olması görülmemiş bir şey.” İsveçli, her iki Avrupa Slam’ini de üç kez aynı sene içerisinde kazandı. Ondan sonra sadece Rafael Nadal ve Roger Federer’in gerçekleştirebildiği bu başarının adı, şaşırtıcı olmayan şekilde zaman zaman ‘Borg dublesi’ olarak anılmakta.

İlk Seks Sembolü

Tabii Björn Borg’dan bahsedip bunu sadece raketle yaptıklarıyla sınırlandırmak olmaz. The Stylish Life: Tennis kitabında, tenisin imaj ve moda tarafı üzerine kapsamlı araştırmalarda bulunan gazeteci Ben Rothenberg, bize Borg’un tesirini açıklarken bu konu üzerine eğiliyor. Rothenberg’e göre Borg, zamanının iyi bir yansımasıydı. 60’ların şık ama tekdüze tenis atmosferi geride kalmıştı ve o, 70’li yılların renkli dünyasında ışıl ışıl parıldıyordu. Uzun sarı saçları, ikonik saç bandı ve FILA kıyafetleri bir gün Wes Anderson’ın The Royal Tenenbaums filmindeki Richie karakterine ilham verecek kadar dikkate şayandı. Tabii dönemin moda anlayışı da Borg’un ekmeğine yağ sürmüş, tarzını bulmasına yardımcı olmuştu. O, tenisin görsel tarihinin en unutulmaz imajlarından bazılarını tek başına yaratıyordu. Aynı zamanda da birçok kadın hayranı olan, tenis dünyasının belki ilk erkek seks sembolüydü.

Tüm bunların yanında, tarihin en iyi maçlarından bazılarını oynadığı, hem tarz hem oyun anlamında bir kontrastı olan John McEnroe’yla olan rekabeti de seyircinin tenise ilgisini bir an olsun azaltmıyordu. Bir tarafta, kortta sinirleri alınmışçasına sakin Borg; diğer yanda, patlamaya hazır bir volkan McEnroe… Ezeli rakibi bile yıllar sonrasında yaptığı açıklamalarda, Borg’un imajı ve popülaritesiyle kendisini ne kadar etkilediğini anlatacak ve bir gün onun gibi olmak istediğinden bahsedecekti. Bugün bakıldığında Björn Borg, sadece tenis tarihinin en ‘cool’ oyuncularından birisi değil, aynı yönde sembolleşmiş diğer birçok oyuncunun da idollerinden biri...

Elvis Sahneden İniyor

Yazının ilk bölümünde, Borg’un televizyon ekranına bakarken ağzından dökülenleri hatırlarsınız. Ancak üzgünüm ki o dilek bir daha hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1981 yılından, yani 25 yaşından sonra Borg, tekrar geçmişte olduğu oyuncuya dönüşemedi. Sadece bir turnuva oynayabildiği 1982 ve alışılmadık şekilde çok fazla maç kaybettiği 1983 sezonları onu yavaş yavaş kaçınılmaz sona itti. Israrlara rağmen kararını vermiş, emekliliğini açıklamıştı. Bunda, yıllar boyunca en üst düzeyde verdiği mücadeleler sonrası tükenmişliğinin payı vardı. Ancak tenis tarihçisi Steve Flink’e göre, bir sebebi de artık en büyük rakibi John McEnroe’ya çare üretemiyor oluşuydu. Özellikle de 1981’de ona karşı kaybettiği, ikisi Grand Slam finali olan üç maç, Borg’un çelik gibi özgüvenine hasarı vermişti. 70’lerin bir diğer sembol tenisçisi Arthur Ashe, “Björn oyundan daha büyüktü, teniste Elvis Presley veya Liz Taylor gibi bir etkisi vardı” diyerek, bu zamansız gidişin yaptığı etkiyi çok net tasvir etmişti.

Tabii ki tenis dünyasında o dönem başka parlak yıldızlar da vardı. Borg’un 1982 Wimbledon Finali’ni iç çekerek izlerken yerlerine geçmek istediği Connors ve McEnroe gibi... Mimiksiz Ivan Lendl ve Borg’un İsveç tenisine bıraktığı ayak izlerini takip eden Mats Wilander de alttan geliyordu. Yıllar, denkleme Stefan Edberg, Boris Becker ve Andre Agassi gibi figürleri de dahil edecekti. Erkek tenisi 80’lerde tarihi bir rekabet düzeyi görecek ve en iyi on yıllarından birini geçirecekti. Borg ise bir noktaya kadar büyük bir dişlisi olabileceği bu çarkın içinde kalmamayı seçti. Emekliliği sonrası verdiği bir röportajda, “Biliyorum ki yeniden tenis oynamak için yanıp tutuşacağım. Ama antrenmanların ve seyahatlerin ne kadar zor olduğunu bildiğim için muhtemelen asla geri dönmeyeceğim” diyordu. Bir noktaya kadar da bu söylediğinin arkasında durdu; tenis kariyeri sonrasında genellikle kendi adını taşıyan giyim markasıyla anılır oldu.

Borg, zirve günlerinde öyle kusursuzdu ki 90’ların başında tahta raketi ve artık yavaşlamış bacaklarıyla yaptığı geri dönüş denemesini hiç olmamış sayabilir, burada ondan bahsetmeyebiliriz. Bu sebeple, arkasında bıraktığı “1983’te tenisi bırakmasa ne olurdu?” sorusu hep cevapsız kalacak.

Eminim ki bunun cevabını bir tek tarihin en çok Grand Slam kazanan oyuncusu Roger Federer öğrenmek istemezdi...

Bir Buz Hokeyi Vuruşu Olarak Backhand

Björn Borg çocukluk yıllarını buz hokeyi oynayarak geçirdi ve orada edindiği kas hafızası onu teniste de yalnız bırakmadı. Borg, kendisinin de sık sık söylediği üzere backhand’ini bir buz hokeyi vuruşundan evirmişti. Çift elle başlayıp tek elle bitirdiği bu eşsiz vuruşa da tıpkı hokey sopasını tuttuğu gibi, raketinin kafası yeri gösterecek şekilde başlardı. Bu teknik olarak kusurlu ama etki olarak unutulmaz bir silahtı.

Buz Dağının Görünmeyen Tarafı: Lennart Bergelin

Bjorn Borg, birlikte büyük başarılar kazanacağı antrenörü Lennart Bergelin’in dikkatini ilk olarak 15 yaşında, kendisinden yaşça büyük oyuncuları rahatlıkla yenerken çekti. 1950’li yıllarda ilk 10 seviyesinde bir tenisçi olan Bergelin, disiplinli ve ağır çalışmayı her şeyin önünde tutan bir antrenördü. Genç yaşından itibaren oyuncusunu sadece kort içinde değil, kort dışı hayatında da başarıyla kontrol etti. Zaten birlikte kazandıkları ve Rafael-Toni Nadal ikilisi gelene kadar rekor olan 11 Grand Slam her şeyi anlatıyor. Borg’un tenis kariyeri sonrası özel hayatında yaşadığı dağılma da zaman zaman, Bergelin’in hayatından çıkışına bağlanıyor.

Socrates Dergi