Brexit ve Futbol

15 dk

Brexit, siyasi sahnede İngiltere’yi Avrupa’dan kopardı. Futbol sahnesinde ise bu ayrılık zaten defalarca kez yaşanmıştı.

Büyük Britanya’da yapılan Brexit referandumunun üzerinden bir sene geçti. Yüzde 52’yle, Brexit’e evet kararı çıkmıştı bu referandumdan. Brexit, yani British exit, yani Büyük Britanya’nın Avrupa Birliği’nden çıkması... Bu kararın siyasi ve iktisadi sonuçlarının ne olacağı hâlâ tartışılıyor. Futboldaki sonuçları da o kadar değilse bile, biraz...

Aslında futbolda daha önce bir Brexit yaşanmıştı. Gerçi ilki, Brexit değil sadece Eng-Exit idi. (Gerçi kimi yorumculara bakılırsa politik düzlemde de Brexit’in varacağı yer bu olabilir; İrlanda ve İskoçya Avrupa Birliği’ne devam etmeyi seçebilirler). Hatırlayalım: Juventus-Liverpool arasındaki 1985 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’ndeki Heysel faciasından sonra UEFA, İngiliz kulüplerini beş yıl bütün Avrupa kupalarına katılımdan men etmişti. Liverpool’u, altı yıl. Nitekim 1990’da yasak kalktığında Liverpool İngiltere şampiyonu olduğu için, İngiltere 1990-91’de de Şampiyon Kulüpler Kupası’nda temsil edilemedi. Başbakan Margaret Thatcher, ‘Demir Leydi’ lakabının hakkını vererek bu yasağı can-ı gönülden destekledi, hatta Liverpool’a ebedi boykot uygulanmasını talep etti! “Holiganlar” dediği taraftarları kriminalize etme ve ‘ehlileştirme’ stratejisi, onun işçi sınıfını sindirme politikasının önemli bir parçasıydı.

İngiliz kulüplerinin yokluğu, ‘diğerleri’, yani ayağı kıta toprağına basanlar için bir fırsat olmuş muydu? Gerçekten büyük bir rakip devre dışıydı zira. Düşünün ki İngiliz kulüpleri hem Şampiyon Kulüpler Kupası/Şampiyonlar Ligi’nde hem UEFA Kupası/Europa League tarihinde, kazandıkları şampiyonluk ve oynadıkları final sayısıyla İspanya ve İtalya’nın ardından üçüncü sıradalar. (ŞL 12 şampiyonluk/19 final, UEFA 7/13) Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda ise tam sekiz kupayla birinci sıradalar. Nitekim bu Eng-Exit döneminde ‘olağan favorilerden’ olmayan birçok takım şampiyonluk yaşama fırsatı bulmuştu: Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Steaua Bükreş ve PSV Eindhoven mesela, Kupa Galipleri’nde Sampdoria ve Mechelen, UEFA’da Göteborg, Bayer Leverkusen, Napoli... Steaua, Sampdoria, Leverkusen, Mechelen ve Napoli için bunlar ömürleri boyunca kazandıkları tek uluslararası kupalardır. O hâlde, İngilizlerin yokluğu ‘kenardakiler’ için bir ekstra fırsat anlamına gelir mi?

Diyelim ki öyle olsun; peki, değer mi buna! Zevk verir mi? Her futbol delisinin çocukluğundan itibaren adını öğrendiği, dünya futbol kültürü mirasının kıymetli bir parçasını teşkil eden İngiliz kulüpleri olmazsa futbol eninde sonunda biraz ‘mahallî’ kalmaz mı?

Bu arada, tüm Avrupa’yı kapsayan yarışma organizasyonlarının hiç de ‘doğal’ bir şey olmadığını hatırlamak gerek. Tıpkı bütün ortak Avrupa kurumlarının İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ‘doğal’ bir şey olmaması gibi... Bütünleşmiş bir futbol Avrupa’sının meydana gelmesi, hâyli zaman almıştı.

Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası, ancak 1955- 56 sezonunda kuruldu, Kupa Galipleri Kupası 1960-61’de (1999’a kadar sürdü bu turnuva). Bir de 1955-1971 arası oynanan Fuar Şehirleri Kupası vardı –bu turnuvaya iki İngiliz ‘fuar şehri’nin takımları da katılıyordu; Birmingham ve Londra. Bu turnuva da 1971-72’de UEFA Kupası’na dönüştü (malum, 2009-2010’dan beri Kupa Galipleri’ni yutarak Europa League oldu). Bu turnuvalar, dünya savaşları sonrası Avrupa’da ‘uluslararası dostluğa katkıda bulunmak’ amacıyla da tesis edilmişlerdi. Ondan önce, sadece ‘bölgesel’ turnuvalar vardı Avrupa sathında. Mitropa Cup vardı mesela; Avusturya, İtalya, Macaristan, Çekoslovakya kulüplerinin katılımıyla 1927 ile 1940 arasında oynanan Orta Avrupa Kupası. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, İspanya, İtalya, Fransa, Portekiz takımlarının katılımıyla düzenlenen kısa ömürlü (1949-1957) Coupe Latine (Latin Kupası) ise o kadar rağbet görememişti.

Modern futbolun gelişme tarihi, onun gitgide bir ‘İngiliz olayı’ olmaktan çıkmasının tarihi değil midir bir bakıma? 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Almanya’da bile 'İngiliz hastalığı' diye bahsediliyordu bu spordan! 1914 yılbaşında Flandre cephesinde İngiliz ve Alman askerlerinin savaşa kendiliğinden bir mola verip siperlerinden çıkarak karşılıklı futbol oynamaları (kimilerine göre bir efsane, kimilerine göre yaşanmış vaka) henüz kıta ve Britanya takımları düzenli müsabaka yapmaktan çok uzakken, futbolun ‘sınır tanımayan’ ruhu adına adeta ilâhî bir mesaj vermişti.

İngiltere menşeli futbolla ilişkilenmek, anakaradakiler için ayrı bir heyecan ve bir meydan okuma vesilesi olurken adadaki futbol ahalisi için de bir ‘exit’ idi; bir çıkış, bir huruç, bir hicret yani. Başka bir anlamda bir çıkış, bir huruç: ‘insularite’den, ‘adasallıktan’ çıkış. Adada yaşamak, bir kapanmışlık, bir tecrit, bir terk edilmişlik ruh hâline, bir otistik vaziyete yol açar ya... Futbolda ayrıca kendine mahsus bir etkisi olmamış mıdır bu adalı hâleti ruhiyesinin? En geç 1953’te Wembley’de Macaristan’a 6-3 yenildikleri Match of Century’den (Asrın Maçı) beri, kıtadakilerin de futbol oynamayı pekâlâ becerdiklerini onlara hayretle düşündüren daha birçok vesile çıktı aslında... Hatta milli takımlar düzeyinde neredeyse üçüncü dünya düzeyine gerilediler. Yine de sonsuz bir kendine güven bakidir İngiltere futbol ortamında, sanki hâlâ kıtadakilerin bu işi nasıl bu kadar iyi becerebildiğine biraz şaşırıyordurlar!

Ada-kıta karşılaşmaları, bu gibi tuhaf hisleri ve hayretleri gıdıklamaya devam ediyor. Başka hisleri de gıdıklıyor. Örneğin büyük üstat Simon Kuper gibiler Premier Lig’in cazibesinin sarsılmazlığına inanmaya devam ededursun; futbol bilgesi Nick Hornby, 2013’te bir söyleşide oligarkların ve şeyhlerin İngiliz futbolunu ‘mahvettiğinden’ dert yanıyordu. Hornby, futbol kültürü itibarıyla daha ‘demokratik’ bulduğu Bundesliga’ya gıpta ediyordu –bu arada Britanyalı taraftarlar arasında neredeyse her hafta sonu Bundesliga maçlarına hac seferi düzenleyenler olduğu da biliniyor. Ama ne olursa olsun, Premier Lig’in cazibesi futbol gurmeleri için hâlâ karşı konulmaz tatlar sunuyor –hele bir de geçen sene Leicester City’nin anlattığı peri masalından sonra. Premier Lig, futbolda hem İyi’nin (en kaliteli oyun) hem Kötü’nün (ticarileşme) çıtasını belirlemeye devam ediyor.

Evet, eskiden beri böyle değildi. Ama artık, Britanyalıların ‘dâhil’ olması ve bütün ‘Avrupalıların’ -Kazakistan’dan İsrail’e kadar- bir arada olması, futbol gerçekliğinin alışılagelmiş bir parçasına dönüşmüş durumda. Birbirlerine alıştılar. Futbol Avrupa’sının çatısı, başta Avrupa Birliği’nin politik çatısı olmak üzere, sair Avrupa çatılarından çok daha geniş. Genel olarak, futbol Avrupa’sının sair Avrupa’dan daha ‘misafirperver’ olduğunu söyleyebiliriz.

Politik özerklik taleplerine hürmetimiz baki kalmak üzere... Ölçekleri küçültmek, yerele kapanmak, futbolun tadını kaçırır. Hangi Barcelona taraftarı, istediği kadar Katalan milliyetçisi olsun, bir Katalunya Ligi’yle ve Celtic-Rangers rekabetinin çeyreği bile etmeyecek bir Barcelona-Espanyol derbisiyle yetinebilir ki?

‘Çalışma İzni' mi?

Brexit’in, İngiltere’nin Avrupa futbolundan boşanması anlamına gelmesini kimse beklemiyor. Ama başka dertler çıkabilir.

Brexit tartışmaları sırasında en çok konuşulan dertlerden biri, İngiliz kulüplerinin Avrupa’nın dört bir yanından genç yetenekleri kapma imkânını ellerinden alabilecek olmasıydı. Genç derken, iyice gençleri, 16 yaşından ufak ergenleri kastediyorum. FIFA’nın transfer kuralları, 16 yaşından küçüklerin ülke dışına gitmesini men ediyor. Avrupa Birliği üyeliği, bütün Avrupa’yı ‘ülke içi’ kılıyordu. Brexit yürürlüğe girince, Avrupa ve İngiltere birbirleri için ‘dış ülkeye’ dönüşecekler ve İngiliz kulüpleri ışıltı saçan çaylakları artık avlayamayacak.

Dahası, daha önce AB üyesi ülkelerin vatandaşı olan oyunculardan istenmeyen çalışma izni, ‘normal’ olarak yasal zorunluluk hâline gelecek. Bu iznin verilmesinin koşulu ise FIFA sıralamasında ilk onda yer alan ülkelerin vatandaşı olan oyuncuların, o ülkenin son iki yılda yaptığı milli maçların yüzde 30’unda oynamış olması. 11 ila 20. sıralarda yer alan ülkelerin vatandaşı olanlarda bu oran yüzde 45’e, daha alt sıralarda yer alan ülkelerde yüzde 60 ilâ 75’e çıkıyor. Premier Lig'deki oyuncuların yaklaşık 100’ünün, bu ölçütlere göre çalışma izni alması mümkün değil. Fransa milli takım oyuncuları Dimitri Payet, Anthony Martial ve N’Golo Kante dâhil.

Brexit’in hayata geçmesinin aşağı yukarı iki yıla yayılması bekleniyor. Bu zaman zarfında İngiltere Futbol Federasyonu’nun bu düzenlemeleri ‘gevşetmesi’ de bekleniyor. Belli ki bunun nice lobileri, kulisleri olacak.

Frexit?

Fransa’da ırkçı ve yabancı düşmanı Front National (Ulusal Cephe) lideri Marine Le Pen’in son ikiye kalmayı başarması ve Mayıs başındaki ikinci turda yüzde 34’e yakın oy alması, milliyetçileşme ve sağa kayış eğiliminin kazandığı ivmeyi açıkça gösterdi.

Avrupa Birliği’nden çıkmayı ve Fransa’nın ‘kendine dönmesini’ savunan Front National, futbolda da otarşist. UEFA’dan çıkmayı falan savunuyor değiller ama Le Pen’in spor danışmanı Alexandar Nikolic son seçim kampanyasında, bütün profesyonel takım sporlarında yüzde 70 Fransız kotası getireceklerini ‘vaat’ etti mesela. Front National’in ideoloğu Eric Zemmour’un hâyli yaygın okunan Suicide Français (Fransız İntiharı, 2014) kitabında sol gösterip sağ vurduğu bahislerden biri de futboldur. Kökeninde bir ‘proleter sporu’ olan futbolun ‘küreselleşme yüzünden’ proleterlerin elinden alındığını yazar. Tepeden tırnağa ‘Fransız’ olan eski futbol nostaljisinin ikonu, 70’lerin Saint-Etienne’idir onun gözünde, günümüzün yozlaşmış Fransa futbolunun simgesi ise Katarlıların satın aldığı Paris Saint-Germain.

Zemmour’a göre son 20 yılın çok etnili, çok renkli Fransa Milli Takımı da solcuların iddiasının aksine, entegrasyonun başarısının değil de başarısızlığının kanıtıdır. Zira siyah, Müslüman, göçmen oyuncular milli marşı söylemiyorlar, ‘Fransızlığa’ aidiyet göstermiyorlardır. Oysa 1950’lerde, 60’larda Just Fontaine, 70’lerde ve 80’lerde de Tigana, başarılı asimilasyon numuneleriydi, Zemmour’a göre.

Avrupa Futbol Sahnesinde Irkçılık

Simon Wiesenthal Merkezi’nin her yıl hazırladığı ‘en vahim 10 antisemitist vaka’ listelerinde, son yıllarda Avrupa’daki futbol taraftarları düzenli olarak yer alıyorlar. İlkin 2013 listesine, 'Avrupalı spor seyircileri' anonim adıyla girdiler. 2014’te, 10. sırada Büyük Britanya’da antisemitizmin yükselişi bağlamında anılan örneklerde futbol ortamı da vardı. 2015’te Hollanda, İtalya, İngiltere, Polonya ve Hırvatistan’daki futbol maçlarındaki tezahürat örnekleri, 9. sırayı tuttu. 2016’da, Hollandalı ırkçı taraftarlar 7. sırada yer aldılar. Geert Wilders’in göçmen düşmanı ırkçı hareketinin ‘şampiyonluğa’ oynar hale geldiği Hollanda’da, sadece antisemitist değil, siyah oyunculara karşı ırkçı tezahürata da epeydir sık rastlanıyor. Bereket, kulüpler ayak diriyorlar. Son iki yılda, başta Feyenoord ve ADO Den Haag olmak üzere kimi kulüpler, onlarca taraftarlarına bu nedenle tribün yasağı getirdiler.

Bir de ‘parti milliyetçiliği’ var: özellikle büyük turnuvalar vesilesiyle, parti eğlencesi havasında yaygınlaşan milliyetçilik. Özellikle Almanya’da, dört bir yanı bayrakların bürümesiyle, yumurtadan dona kadar her şeyin kırmızı-sarı-siyaha boyanmasıyla tezahür eden bu milliyetçiliğin de göründüğü kadar masum olmadığını ileri sürüyor kimi siyaset bilimciler. Onlara göre bu Almanya/Almanlık gazlaması, ülkede gelişen yabancı ve göçmen düşmanlığına alttan alta katkıda bulunuyor.

Tanıl Bora

27. Sayı
Haziran 2017



Socrates Dergi