Bu Gezegenin Çocuğu

12 dk

Hep kullandığı sözde olduğu gibi Nasuh Mahruki'nin hayatı, en büyük macerası. 50 yıllık bu yaşamın kapılarından birkaçını araladık.

Etiler’de geniş kapılı bir eve giriyoruz. Etraftakilerin hiçbirine benzemeyen... Burası Nasuh Mahruki’nin çocukluğunu geçirdiği, şehirdeyken yaşadığı ve işi olmadığı sürece dışarı çıkmadığı evi. Tavuk ve horozların kuş yuvasının etrafında dolaştığı uzun duvarlarla çevrili bahçeye yeşil renk hâkim. Kendi ifadesiyle bir “gezegen çocuğu” için şaşırtıcı değil. Ülkenin dağcılık hafızasının başlangıç çizgisi Mahruki, aynı zamanda Everest’e çıkan ilk Türk. Dağlardaki hikâyelerine tesadüf etmediyseniz, hayat kurtarmayı kendisine şiar edinip kurduğu AKUT’u mutlaka işitmişsinizdir. Veya onu Doğu’ya yaptığı dev motosiklet yolculuklarından biriyle de biliyor olabilirsiniz. Dünyayı tanımaya çabalayan bir adamı tanımak, aynı uğurda atılan adımlardan biri diyorsanız doğru yerdesiniz.

İstanbul’da geçen çocukluk ve lise yıllarının ardından Bilkent Üniversitesi’ne geçiyorsunuz. Doğa ve dağcılık kulüplerinin daha yaygın olduğu Ankara’ya gitmemiş olsaydınız yolunuz yine dağcılığa çıkar mıydı?

Yolum bir şekilde doğayla, sonrasında da dağcılıkla kesişirdi sanırım. Çocukluğumdan beri büyükbabamdan kalma bahçeli bir evde yaşıyorum. Hayvanlarla iç içeyim. Doğa sporları yapma fikri, üniversitede olmasa bile mutlaka karşıma çıkardı fakat erken yaşta başlamanın çok büyük avantajı oldu. Üniversitenin ilk senesindeki tanışma durumu, ikinci yılda bu işe yoğunlaşmaya dönüştü. İki sene sonra başlasam daha farklı bir kariyerim olurdu.

Büyüdüğünüz ve hâlen yaşadığınız evin kariyerinizdeki rolü nedir?

Ev Etiler’de. Benim çocukluğumda yemyeşil bir semtti. Şimdiki gibi her yer beton kaplı değildi. Kışın karda kızak yapar, yazın köpeklerimizle Bebek’e inerdik. Kendi içimizde maceralar yaşardık. Benim için açık alan her zaman çok önemli oldu. Dağlar ve doğa bunu en üst düzeyde yaşayabildiğiniz yerler. Yaptığım spor da hem zihinsel hem fiziksel bir spor. Bütün duyularını, yetilerini en üst seviyede bilemen, keskinleştirmen, kuvvetlendirmen gereken ve hepsini eşgüdümlü kullanmanı isteyen tehlikeli bir iş. Ama aynı zamanda insanı çok da iyi terbiye ediyor tabii.

Yüksek irtifa dağcılığı yapabileceğinizi yirmili yaşlarda anlamışsınız. Bu bir karar anı mıydı yoksa daha çok bir süreç mi?

“Deneyebilirim” diyorsun fakat ancak gidip yaptığında gerçekten yapabileceğini anlıyorsun. Önce o ilk 7000’lik tırmanışını yaşaman lazım. Üniversitedeyken Türkiye’nin 8000’e çıkan ilk dağcısı olmayı kafaya koymuştum. Daha önce 8000’lik dağları hedefleyen bile yoktu. Dolayısıyla Türkiye’de bir bilgi birikimi de oluşmamıştı. Benim derdim bu işi başarmaktı. Fakat nereden başlayacağım? Nasıl yapacağım? Nereden gideceğim? Hiçbir fikrim yoktu çünkü kimsenin fikri yoktu.

Bir yandan kendi imkânlarımla araştırmalara devam ederken bizim okula misafir gelen bir matematik profesörüyle tanıştım. Dağcılık yapıyormuş. Kulüpteki haftalık toplantılarımızdan birine katıldı, St. Petersburg’da dağcılık yaptığından bahsetti. Daha sonra onun ekibinin, benim de mezun olduğum yaz Khan Tengri Dağı’na tırmanışa gittiklerini öğrendim. Kovalasam bile karşıma çıkan bir fırsat yok, ben de katılıp katılamayacağımı sordum. Mezun olduktan üç hafta sonra, diplomamı cebime koyup yaklaşık 500 dolara Kazakistan’ın yolunu tutmuştum! Oradan Kırgızistan’a geçtik ve hayatımda ilk kez gördüğüm Rus dağcılarla birlikte, Khan Tengri Dağı’na tırmanan ilk Türk oldum. Bu yüksek irtifada ilk testimdi ama daha fazlasını yapabileceğimi anladım. Hızlıydım, yetenekliydim ve yaptığım şeyden keyif alıyordum.

O daha fazla şeyden biri de K2 oldu. En zor tırmanışınız... Nasıl hatırlıyorsunuz?

K2, bütün yeteneklerini sonuna kadar kullanmanın hatta onun da ötesinin gerekebileceği zor ve sert bir tırmanış. 1998 ve 1999’da kimse tırmanmamıştı. 1997’de de bizim kullandığımız Abruzzi sırtından değil, başka bir rotadan çıkılmıştı. 2000’de K2’ye son dört yılın ilk Abruzzi sırtı üzerinden tırmanışı gerçekleştirdik. İki İtalyan ve bir Brezilyalı vardı benimle birlikte. Rota uzun süredir kullanılmadığı için sıkıntılar ve zorluklar bugüne göre daha fazlaydı. Oksijen veya yüksek irtifa taşıyıcımız yoktu, ipimiz de çok kısıtlıydı. Son etabı tamamen ipsiz ve emniyetsiz geçtik. İnişte de geceye kalınca, 8200 irtifa bandında birbirimizi kaybettik. Geceyi açıkta geçirmek zorunda kaldık. Orada çıkacak bir rüzgârda hepimiz hayatımızı kaybederdik, neyse ki hava iyiydi. Ben gittiğimde o güne kadar K2’nin zirvesine ulaşan her üç dağcıdan biri hayatını kaybederken; yola çıkan sekiz dağcıdan biri geri dönemiyordu. Bir tırmanış asla zirvede bitmez.

Devreye 8000 irtifalar girince sorunlardan biri de halüsinasyonlar oluyor. Siz hiç yaşadınız mı?

8000’in üstünde şartların zorluğu size dinlenme şansı vermiyor. Sürekli yola devam etmek zorundasınız. Uykusuzluk, aşırı yorgunluk, açlık ve susuzluk süreci tetikliyor. Vücut yine iş yapabiliyor fakat zihin hayal âleminde.

K2’de zirveye çıkışımız fazla uzun sürmüştü. Gece 12’de çıkıp ertesi gün güneşin batmasına az bir süre kala vardık zirveye. Bundan dolayı da dönüşümüz geceye kaldı. Rota, sürekli alarm hâlinde olmanız gereken çok sert bir rotaydı fakat biz yorgun ve uykusuzduk. K2’de Bottleneck diye çok tehlikeli bir yer var; 8200'lerde falan. Üzerinde de dev buz duvarları... Ben Bottleneck’ten aşağı indim fakat diğerleri inemedi. Birbirimizi kaybettik ve tüm geceyi açıkta geçirdik. Sert, buzlu bir zemine kazmamı saplayıp onun üzerinde uyudum. Kelimenin tam anlamıyla can çekiştim o gece. Orada halüsinasyonlar gördüm. Bir dejavu duygusuydu. Sanki bunu henüz iki gün önce yaşamışım da yine aynı duruma düşmüşüm gibi hissediyordum. Hatta kendime kızıyorum, “Aptal herif niye aynı şeyleri yaptın yine” diye. Fakat bu dejavunun avantajı “Bunu yeni yaşadım ve atlattım, bu sefer de atlatacağım” düşüncesini vermesiydi.

Aynısı 1998’de Lhotse’de de başıma geldi. Altı kişilik bir ekiptik ve hepimiz profesyonel, daha önce Everest’e çıkmış dağcılardık. Lhotse’ye de o sene hiç çıkılmamıştı. İlk biz çıkacaktık fakat erken gelen bir siklon nedeniyle ana kamp bütün tırmanışları durdurdu. Belirli bir zamanda inmemiz gerekecekti. Yukarıda oturup tartıştık: Bir kamp atlamayı, yani iki günde çıkacağımız mesafeyi tek günde çıkmayı göze alırsak, o siklon dağı vurmadan zirveye çıkıp geri dönebilecektik. Bunun üzerine neredeyse bir gün kafa patlattık ve en sonunda şansımızı denemeye karar verdik.

Herkes oksijen kullandı, bense sadece gerekirse diye yanıma aldım. 8516 metrelik parkurun son 70 metresine kadar çıktık. Fakat orada beşinin de oksijeni bitti. Ben kullanmadığım için o kadar etkilenmedim oksijensizlikten. Son 70 metredeyiz, zirveyi görebiliyoruz... Fakat onlar dönmeye karar verdi. Ben o 70 metreyi iki buçuk saatte güç bela çıktım. Halüsinasyonu da işte inişinde gördüm. Aşağıda bir kulübe var ve orada beni limonata bekliyor gibi düşünüyordum. Müthiş bir motivasyon aracı aslında. İnsanı ayakta tutuyor ve sürekli bir umut kaynağı oluyor.

Everest’e iki yolculuğunuz arasında tam 15 yıl var. Hayatınızda ve bakış açınızda yaşadığınız değişimler bu iki ziyaret arasında gözünüzün önünden geçti mi?

İlkinde çok fazla bilinmeyen ve onların getirdiği bambaşka bir büyüklük vardı. Çok heyecan vericiydi. İkincisiyse daha çok keyifli bir dağcılık serüveni. Orada işin tadını çıkardım. Onun dışında Everest’e hem kuzeyden hem güneyden tırmanarak dağın karakterini daha iyi anladım. Dünyanın en yüksek dağından bahsediyoruz, onu tanımanın özel de bir anlamı var.

K2’de Kaybolan Bardak

Hazırlık süreci, irtifa kampları, tırmanış... Zirveye ulaşmak uzun ve zahmetli iş ancak insan doğası gereği orada uzun süre kalmak mümkün değil. Peki bir dağcının zirve ritüeli nedir? Söz Nasuh Mahruki’de: "Önce bir oh çekiyorsun! Orda olmanın getirdiği coşkuyu, heyecanı ve mutluluğu deli gibi yaşıyorsun. Sonra muhakkak fotoğraf. Etrafı, o manzarayı içine doldururmuşçasına seyrediyorsun çünkü oraya gelen çok az insan var. Çok az insanın görebildiği ve görebileceği bir şeyin ayrıcalığını yaşıyorsun çevreyi seyrederek. İçindeki duyguları iyice yaşayıp, ne hissediyorsan hissedip sonra pılını pırtını toplayıp dönüyorsun. Çünkü tırmanış zirvede bitmiyor, ana kampa sağ salim dönünce bitiyor. Bir de her zirvede aynı Türk bayrağıyla fotoğraf çektirme adetim vardı, K2’de kamp uçunca o da gitti maalesef..."

İşin macera kısmı apayrı keyifli ama dağcılık bir yandan da disiplin ve dikkat işi. Yıllar geçtikçe bu durum dağcılıktan aldığınız hazzı azalttı mı?

Kesinlikle hayır. Her an ayrı bir keyif, her gittiğim dağ yepyeni deneyimler demek. Soğuk, kar, buz, kaya her zaman var fakat farklı kombinasyonlarda karşımıza çıkıyor. Ben de zaten bunu sevdiğim için oradayım

Kırgızistan’ın 7000'lik zirvelerinden Pobeda’da zirve yolunda bir sürü dağcının cansız bedeninin yattığı bir sırttan bahsedilir, çıkarken burayı görüyorsunuz. Yine birçok arkadaşınızı tırmanışlarda kaybediyorsunuz. Tüm bunlar yaşam ve ölüme bakış açınızı nasıl değiştirdi?

Hiçbir zaman ölümden korkmadım zira yaşamın değişmez parçası. Hiçbir zaman düşünmedim de. Tabii ki ölmemek için her şeyi yapacaksın. Önemli olan da bu. Her şeyden önce ölümü doğal kabul ediyorum. Dağcılığın riskli ve tehlikeli olduğunu, bu spor sonucunda insanların yaralandığını, sakatlandığını ve öldüğünü biliyorum. Kaç kere gözümün önünde arkadaşlarımı kaybettim. Bir sürü badireyi kendim atlattım. O yüzden tırmanışta bir ölüm gerçekleştiğinde şok yaşamıyorsun. Neticede istatistik olarak baktığında da bazılarımız hayatını kaybedecek. Bu böyle bir spor, göktaşı düşmüş muamelesine gerek yok. Ölüm durumunda ilk önce kazanın sebeplerini anlamaya çalışıyorsun. Niye böyle bir şey yaşandı? Tekrar yaşanmaması için ne yapmalı? Böyle bir durumda başta aile olmak üzere herkes sebep istiyor neticede. Onlara mantıklı bir açıklama yapmak senin vazifen. O yüzden meseleye önce analitik bakıyorsun. Duygularını çok fazla karıştırırsan yanlış ders çıkarırsın. Sonuçta ölüm diye bir olay varsa mutlaka bunun derin sebepleri vardır ve bu tek bir sebep değildir, birden fazlasının çakışmasıdır.

Peki artık dağcılığı bıraktınız mı?

Biraz öyle oldu. Gezi Parkı’nda olayların patladığı ilk gün Taksim’de polis ile göstericilerin arasında kalarak bir motor kazası yaptım. Bacağım, dirseğim ve omzum kırıldı. Bir sene titanyum plakalarla dolaştım. Yedi-sekiz ay önce de aynı bacağımdaki ön çapraz bağlar koptu. Zaten diğerine göre biraz inceydi, iyice örselendi. Günlük hayatıma etkisi yok ama bir performans durumunda sıkıntı yaşayabilirim.

İnsanlara hep kendilerini ve hayatı tanımaları gerektiğini öğütlüyorsunuz. Bunun için de “En kötü ihtimalle çıkın, uzak bir yere gidin” diyorsunuz. Sizin için bu kendini ve hayatı tanıma süreci nasıl işledi? Hâlâ sürüyor mu?

Seyahat etmek insanı alıştığı ortamın dışına çıkartıyor. Rutinin dışına adım attığın zaman da farklı seçenekler, olaylar, insanlar ve deneyimlerle karşılaşıyorsun. Tüm bunlar sayesinde normalde hayatında kullanmadığın ama ihtiyaç duyabileceğin yeteneklerini ortaya çıkartma fırsatı yakalıyorsun. Mesela motorla seyahattesin... Bir yerde motosiklet bozuluyor. Bazen yağmurda, gece ya da çok korkunç bir trafikte. O şartlar altında senin elindeki tüm kaynakları kullanarak bir çözüm üretmen lazım. Ve üretiyorsun da! İstisnasız her seferinde hem de. En kötü ihtimal motosikleti yüklüyorsun bir kamyonete, götürüyorsun bir yere, yine çözüyorsun. Bu senin sorun çözme, kriz yönetme kabiliyetlerini geliştiriyor. Aynı zamanda insan ilişkilerin de kuvvetleniyor. Uluslararası seyahatlerde sınırlardan geçiyorsun, bazen oralarda sorun çıkıyor ve bürokrasiyi anlama yeteneğin gelişiyor. Neticede seyahat her açıdan seni besliyor, olgunlaştırıyor, büyütüyor.

Bir de tabii başka kültürlerin içine giriyorsun. Bu kültürlerde başka tercihler, beğeniler, doğrular ve yanlışlar var. Onları deneyimleyerek doğduğun andan itibaren bütün dünyada öyle olduğunu zannettiğin gerçekliğin aslında hiç öyle olmadığını görüyorsun. Hayatla, varoluşla, dünyayla hatta tanrıyla ilgili sorgulamalar yaptırıyor sana bu durum. Öğrendikçe bütünlüğün çeşitlilikten kaynaklandığını anlıyorsun. Deneyimledikçe daha çok şey görüp tanımak ve seyahat etmek istiyorsun. Sonuçta dünyayı tanımaya çabalıyorsun. Hepimiz bu gezegenin çocuğuyuz. O yüzden en akıllıca şey seyahat etmek.

Paulo Coelho yeni çıkan otobiyografik romanı Hippi’de, Amsterdam-Nepal arası bir otobüs yolculuğu ekseninde benzer şeylerden bahsediyor. Hippi kültürü kariyerinizin şekillenmesine etki etti mi?

1950’lerde Jack Kerouac başta olmak üzere Amerika’daki beat kuşağı o gezgin kültürü yaratmıştı. Ardından Woodstock, Avrupa’daki 'çiçek çocuklar' derken ben bu kültürden Bilkent’te okurken 1988-89 gibi haberdar oldum. Çok muhteşem bir şey. Hakikaten doğaya ve insana bambaşka bakmayı sağlıyor. Doğu kültürlerinin düşünsel zenginliğiyle kendini olgunlaştırmaya çalışmak ve bir taraftan da bu seyahati yapmak bana çok cazip geldi. Yıllarca hayalini kurdum böyle bir yolcuğun ama nasıl yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Motosiklet bile kullanmıyordum o zamanlar. 1997’de motosikletle şuradaki garajdan çıktım kız arkadaşımla birlikte. 26 gün sonra, 9000 kilometreyi devirip Katmandu’ya vardık.

Motosiklet yolculuklarınız da özgürlükle ilintili yine...

İstediğin şeyi, sevdiğin şekilde yapıyor olmak zaten özgürlük. Motosiklette bir de sürat var. Sürat başka bir duyguyu getiriyor. Motosiklete atın gelişmişi de diyebiliriz. Atalarımızdan getirdiğimiz o becerinin ve yaşam deneyiminin bu çağdaki dışavurumu aslında. Süratlisin ve o süratini devam ettirebilmenin tek yolu olan biten her şeyi görebilmen ve ona göre pozisyon alabilmen. Bu yetenek meselesi zaten ihtiyaç duyduğunda ortaya çıkıyor, sınandıkça gelişiyor. O yüzden ihtiyaç duyacak koşullara kendini kontrollü ve bilinçli bir biçimde sokuyorsun. Dağcılık ve motosiklet böyle deneyimler.

AKUT Çatısı Altından Olimpiyata

"2009’da kurduğumuz, çok başarılı bir spor kulübümüz var. Hayal ve hedeflerimizden biri olimpiyatlara sporcu yetiştirmekti. Dokuz yılda buna ulaştık. PyeongChang’daki 2018 Kış Olimpiyat Oyunları’nda Alp disiplininde yarışan Özlem Çarıkçıoğlu bizim sporcumuzdu. Artık AKUT Spor Kulübü, olimpik bir spor kulübü oldu."

Sartre ve Proust gibi filozofların, “Varlığımız tekil olsa da sorumluluğumuz evrensel” görüşüne inanıyorsunuz. AKUT’un kurulmasında bu felsefe mi etkili?

Hepimiz etrafta olan bitenlere duyarlı insanlarız. Bu kadar kendimizle ilgili olmamızın başka bir yansıması da çevremizle ilgili olmamız. Nasıl kendimizi geliştirmeye çalışıyorsak çevremizi de geliştirmeye çalışıyoruz. Sonuçta sen çevrenin bir parçasısın. 1994’te Bolkar Dağları’nda bir kaza meydana geldi. Dağcılar olarak hemen o olaya müdahale ettik. Büyük bir grup hâlinde 14 gün uğraştık ama o kazadaki çocukları bulamadık. Ondan sonra bu konudaki boşluğun dolması gerektiğini daha iyi anladık. E kim çözecek? O dönem Türkiye’nin en yetkin dağcıları olduğumuzdan sorumluluk bize düşerdi. Gönüllü bir sivil toplum kuruluşu olacağız ve Türkiye’deki bütün dağ ve doğa sporları kazalarında müdahale edeceğiz dedik. 1995’te ülkede arama kurtarmayla kimin uğraştığını araştırırken doğada hiç kimsenin konuyla ilgili kabiliyeti olmadığını gördük. Aslında jandarma sorumlu ama jandarma bir teknik rotada ne yapabilir ki? Bir de Türkiye’nin aslında doğal afet ülkesi olduğunu anladık orada. Depremler, seller aslında kader değil ülkenin gerçeğiymiş. Bunun üzerine 14 Mart 1996’da resmi olarak AKUT’u kurduk ve o gün bugündür aynı misyonla çalışıyoruz.

1999 Depremi peki?

Hiç kimsenin yaşamaması gereken bir deneyim. Savaş gibi bile diyebiliriz. Karşında korkunç bir yıkım ve tükenmişlik... Her şey bitmiş. İnsanlar dışarıda, bütün mallarını mülklerini kaybetmişler. Evlerine giremiyorlar çünkü evleri artık enkaz hâlinde. Bir de enkaz altına kalan insanlar var, seslerini duyuyorsun, konuşuyorsun. Hâlâ yaşayanlar var ve maalesef hepsine yetecek gücün yok. Hepsi aynı dili konuştuğun kendi insanın. Ben başka ülkelerde de bu tarz afetlere müdahale ettim ama yabancı bir ülkenin insanına müdahale ederken yaşadığın duygular ile kendi ülkenin insanına müdahale ederken yaşadıkların çok farklı. Ülkendeki acıyı çok daha fazla hissediyorsun.

2000-2002 yılları arasında AKUT, eleştirilere maruz kaldığı zor bir dönemden geçiyor. Orayı nasıl atlattınız?

Orada çok sıkı bir yönetim kurulumuz ve AKUT’un davasına hâkim bir lider kadromuz vardı. AKUT’un ruhu 1999 depreminde şahlanarak ortaya çıkmıştı zaten ve çok güçlü bir şekilde hepimizin içindeydi. Sağlam durarak bütün iftiraları ve karalamaları boşa çıkardık. Kamuoyunun önüne çıkmamız engellendi, haberlerimiz paylaşılmadı. Kurtarma yapıyoruz ama medyada yok. Yahut AKUT’un adı çıkartılarak, ‘kurtarma ekipleri’ diye geçiliyor. Sanki bizden başka kurtarma ekibi varmış gibi… O dönemler öyle geçti derken baktık ki hayat hep öyleymiş. Bazen daha psikopatlar gücü ele geçirince daha fütursuz ve acımasız oluyor. Bazıları ise biraz daha korkak, daha dikkatli ama yine bütün işleri güçleri seni engellemek.

Hayat, böyle yani…

Socrates Dergi