Bu Oyunu Seviyorum

18 dk

1980’lerde NBA koridorlarında çalışan basketbol tutkunları bir gerçeğin farkındaydı: Oyunu sevmeleri yetmiyordu, sevdirmeleri de gerekiyordu.

6 milyon.

Mutlulukla aramda 6 milyon vardı. Hayır, ev almayacaktım, NBA TV alacaktım. 2000'ler başında Digiturk üyesiyseniz NBA TV izlemenin yolu ekstra 6 milyon vermekten geçiyordu. Paradan henüz sıfırlar atılmamıştı. Gazetede fiyatı gördüğümü ve aileme "Alabilir miyiz?" diye sorduğumu hatırlıyorum. Evde zaten sürekli futbol izleniyordu, bunun yanına ben Eurosport'taki olimpik sporları eklemiştim. Şimdi bir de NBA zamanıydı. Space Jam'le başlayan ilgim, Allen Iverson fenomeniyle çılgınlığa ulaşmıştı. Bir de tabii Hidayet Türkoğlu hayranı olarak desteklediğim ve zamanla Rick Adelman'ın oyun felsefesine âşık olduğum Sacramento Kings vardı.

O 6 milyonu bulmalıydım. Babamın iş nedeniyle sık sık seyahatte olması beni annem, iki ablam ve babaannemle baş başa bırakmıştı. Yine de spor sevgim kabul görüyordu. Derslerimi aksatmayacağımın sözünü vermem üzerine gerekli ödeme yapılmış, NBA TV alınmıştı. Böylece önce Kanal D'nin, sonra NTV'nin haftada bir maç verdiği günlerin pençesinden çıkacak, her gün maç izleyebilecektim. Hatırlayanlar çoktur, dönemin NBA TV'si altı saatte bir başa dönerdi. Bu da gecenin maçının dört kez yayımlanması demekti. Geceki maçı kaçırdıysanız sabah, öğleden sonra ve akşam izleme fırsatı bulabilirdiniz. Gürültüde ders çalışabilen ben, her gün eve gelir, televizyon karşısında ödevlerimi yapardım. O ödevler sırasında bir defter de NBA istatistikleri için tutardım.

O tutkunun çığ gibi büyümesinde bir başka etken daha vardı: Reklamlar. NBA TV, altı saatte bir dönen kuşaklar içinde aynı reklamları ekrana getiriyordu. 1992'de başlayan ve 2007'ye kadar devam eden "I Love This Game" sloganı, dönemin mottosuydu. O reklamlar sayesinde sadece günün yıldızlarını değil, 1990'lara hatta 1980'lere uzanan yüzlerini de kitlelere tanıtıyorlardı. Beethoven'ın '9. Senfoni'si eşliğinde smaç yapan Kobe Bryant, bağıran Pat Riley, ellerini açarak koşan Patrick Ewing ekranda beliriyordu. Birkaç dakika sonra 1987 NBA Finali Dördüncü Maçı gösteriliyordu. Magic Johnson, takım elbisesiyle çıkıyor, "Attığım en önemli şut" diyerek anlatmaya başlıyordu. Peşinden Sting'in sesinden Be Still My Beating Heart çalıyor, Tim Duncan'dan Grant Hill'e uzanıyordu kameralar. NBA, oyununu pazarlarken en öne mutluluğu koyuyordu. Kâh bugünüyle kâh geçmişiyle gülümsüyor; hepimizi davet ediyordu. Bu ailenin bir parçası olabilirdik.

***

"Bunu gördün mü? Gördün mü bunu?" 1980'lerde NBA maçlarını yayımlayan CBS Sports'un yöneticisi Ted Shaker, NBA'in patronu David Stern'den yediği bir fırçayı hiç unutamıyor. Bir play-off maçından sonra Shaker, tam da Madison Square Garden'dan çıkmak üzereymiş. Maç yayını sona ermiş, ekranda jenerik akarken toparlanmaya başlamış. O sırada telefonu çalmış, bir anda ahizenin öteki ucunda Stern'ü bulmuş. "Gördün mü bunu?" diye bağırmış Stern. "Neyi?" diye cevap vermiş Shaker. Stern devam etmiş: "Jeneriği akıtırken ekrana getirdiğiniz Madison Square Garden'ı gördün mü? Boş salonu gösterdiniz. Beni öldürmeye mi çalışıyorsunuz?" Shaker, o günden sonra bir daha kapanış jeneriğinde boş tribünleri göstermediklerini itiraf ediyor.

Gazeteci Pete Croatto'nun kaleme aldığı From Hang Time to Prime Time kitabında yer alan anekdot, belki küçük bir detay gibi duruyor ama NBA'in dönüşümünde ayrıntıların payı büyük. Elbette ligin kaderini değiştiren esas olaylar daha büyük gelişmelerdi. Mesela 1976'daki NBA-ABA birleşmesi, dönüm noktaları arasındaydı. Aynı dönemdeki Oscar Robertson Davası, oyuncuların kulüplerin kölesi olmasına engel olmuş, sınırsız serbest oyuncu statüsünün önünü açmıştı. 1983'te yürürlüğe giren 'salary cap' yani maaş tavanı uygulaması, takımların harcamalarını kısıtlarken ligdeki düzeni inşa etmişti. Zorunlu hale getirilen testler, NBA yıldızlarının uyuşturucu batağından çıkmasını sağlamıştı. 1979'da kabul edilen üç sayı çizgisi ise saha içindeki evrimin sebebiydi. Lakin Stern'ün sorduğu o soru, NBA'in sonraki adımını işaret ediyordu. Lig, televizyon çağına uygun hale gelmeliydi. Croatto da bunun hikâyesini anlatırken bildik yerden başlıyor. "Bird, Magic, Michael, Stern" diyor. Evet, 1980'lerde ligi onlar değiştirdiler ama yalnız değillerdi. Kitap, Nike'ın kuruluşundan Marvin Gaye'in milli marşı söylediği 1983 NBA All-Star'a, oradan NBC'nin sit-com'larına uzanıyor ve en çok da NBA Entertainment'ın etkisinin altını çiziyor.

Magic Johnson

Magic Johnson

Zaten kitabın açılışındaki kronoloji de her şeyi anlatır cinsten. Croatto, NBA'in yükselişini 1975 ile 1989 arasındaki bir dizi olaya bağlıyor. Hangi olaylar bunlar? 1978'de avukat Stern'ün lig için tam zamanlı çalışmaya başlaması, 1982'de NBA Entertainment'ın kurulması, 1983'te salary cap'in yürürlüğe girmesi, 1984'te NBA'in ilk 'All-Star Hafta Sonu'nu düzenlemesi, 1985'te Nike'ın Air Jordan serisini piyasaya sürmesi, 1987'de Milwaukee Bucks'ın ilk 'McDonald's Open'ı kazanması, 1988'de Spike Lee ile Jordan'ın reklam çekmeleri, 1989'da NBC'nin NBA yayın haklarını alması, aynı yıl Alexander Volkov ve Sarunas Marciulionis gibi Avrupalı yıldızların ABD'ye adım atmaları… Bu olayların hepsi aynı anlayışa hizmet etmişti. Basketbol sadece bir spor değildi, bir eğlenceydi. Stern'ün vurgulamayı sevdiği gibi NBA; eğlence, emlak, stadyum ve televizyon piyasasının içindeydi. Ve hepsi için mücadele edecekti. Her görüntü, her reklam, her bilet, her yayın hakkı için savaşacaktı. En başta da seyircisi için…

***

Altmışlardan itibaren büyürken NBA'in çözmesi gereken pek çok sorun vardı. Lig, önce ABC'de sonra CBS'de yayımlanan maçlarda ABD'deki rakiplerinin arkasında kalıyordu. Kanallar, final maçlarını dahi banttan veriyordu. Magic-Bird devrinin başları bile aynı sıkıntıdan muzdaripti. Magic Johnson'ın çaylak sezonunda, 1980 NBA Finali Altıncı Maçı'nda Kareem Abdul-Jabbar'ın yerine pivot pozisyonuna geçip 42 sayı, 15 ribaund, 7 asist yaptığı maç, tarih sayfalarına geçmişti. Gazeteci Harvey Araton da o gün salonda büyülenenler arasındaydı. Yazısını yazmış, evine dönmüştü. Araton kapıdan girdiğinde, ekranda CBS'in açık olduğunu fark etti. Saatler evvel izlediği, üzerine yazdığı maçın ikinci yarısı yeni başlıyordu. Amerikan halkı, Magic'in büyüsünü banttan izliyordu.

Yetmişlerin sonunda lig çevrelerine giren Stern ve beraberindeki ekip, daha fazla fırsat arıyordu. Takımların para kaybetmesini engellemek, oyuncuların daha çok kazanmasını sağlamak, ligi satılabilir hale gelmek için çok çalışmak gerekiyordu. Bu uğurda 1982'de kurulan NBA Entertainment da değerliydi. Lig yönetimi yayın haklarını para karşılığında bir kanala satmanın ve sonra da beklemenin akıllıca olmadığını görmüştü. Eğer bütün yayın ve pazarlama kararlarını kanallara bırakırsanız reyting raporlarının esiri olurdunuz. O yüzden de NBA, kendi görüntülerini işlemeye, klipler yapmaya, reklamlar ve belgeseller hazırlamaya başlamıştı. NFL'in aksine takımları değil; oyuncuları, yüzleri, karakterleri, hikâyeleri satmak istiyorlardı.

NBA'in parkedeki ürünü düzeltmek için en başta televizyonun bakışını değiştirmesi lazımdı. 1970'lerde lig, ne kadar özel yeteneklere sahip olduğunu anlatamamıştı. Sürekli savunmada kalmış, "Hayır, biz uyuşturucu bağımlılığından ibaret değiliz" demişti. 1980'lerde hücum başladı. CBS'e baskı yaptılar, yayınların takımları karşı karşıya getiren önemsiz maçlar olmadığını göstermeye çalıştılar. Yalnızca Magic ve Bird ile değil, Charles Barkley'den Isaiah Thomas'a uzanan çizgide bir sürü fenomeni işin için dahil ettiler ve her maçı fikirlerin, yeteneklerin, yüzlerin, prensiplerin savaştığı etkinlikler şeklinde sundular. Yerel yayıncılara önem verdiler, CBS'in yanında USA Network ile Kablo TV'de de aktif hale geldiler. Stern, her takımın maçlarının verilmesini, yerel bağların güçlenmesini istiyor, "Her yerde anlatılmaya değer bir öykü vardır" anlayışı güdüyordu.

Parke dışındaki değişim için ise reklama ihtiyaçları vardı. Stern ve ekibine göre en iyi reklam, sahadaki üründü. Oyuncuların yaptığı jeneriklik hareketleri ağır çekimde, güzel bir müzikle sunmak her şeyi değiştirebilirdi. Don Sperling yönetimindeki NBA Entertainment da bu fikrin üzerine gitti. Küçük bir ofiste kurulan birim, yeni mezun, basketbol tutkunu gençlerden oluşuyordu. Devre arası yorumcularının sıkıcı olduğunu fark eden lig, 35 küçük program hazırlayarak ligin 35'inci yılını onurlandırmıştı. 15 dakikalık o programlar, NBA'in NFL Today'den etkilendiği ve kendi renklerini, karakterlerini, çekiciliğini göstermeye çalıştığı ilk denemelerdi. Bir avantajları, Stern'ün daha başkan olmadan önce imaja, görüntüye verdiği önemdi. Stern, başkan Larry O'Brien'ın en güvendiği danışmanlarından biri olarak görev yaparken her takıma VCR cihazları alınmasında etkili olmuştu. 135 bin dolar harcanan bu operasyon sayesinde bütün maçlar kaydediliyor ve postalanıyordu.

Entertainment'a girenler günlerini baştan sona maç izleyerek ve her hareketi not ederek geçiriyordu. Örneğin aralık ayının sonundaki sıradan bir maçta, ilk çeyreğin sonunda Moses Malone göze hoş gelen bir smaç yaptıysa bunu kenara yazıyorlardı. Sekiz sene sonra yapılacak bir Malone derlemesinde veya smaç klibinde o hareket kullanılabilirdi. Belgeseller de NBA Entertainment için mühimdi. Lakers ve Celtics hanedanlarını anlatarak başladıkları ilk yılların ardından esas güçlerini 1980'lerin sonunda bulmuşlardı. Stern'den zor izin koparsalar da Detroit Pistons'a 'Bad Boys' etiketinin yapıştırılmasında NBA Entertainment'ın rolü büyüktü. 1989'da yaptıkları Come Fly With Me belgeseli ise Michael Jordan'ın dünyanın zirvesine yolculuğunu herkese gösteriyordu. Majesteleri, ilk yüzüğünü kazanmadan önce bir popüler kültür fenomenine dönüşmüş; en parlak yıldızının sırlarını gösteren NBA Entertainment da milyonlarca eve girmişti.

***

NBA, basketboldan fazlasıydı. Stern ve ekibi, Amerikan futbolu ve beyzbol karşısında ABD'de spor pazarlamanın ne kadar zor olduğunu biliyordu, bu yüzden de farklı yollara girdi. Don Sperling, From Hang Time to Prime Time'a süreci şöyle anlatıyordu: "Lig müzikle, eğlenceyle, oyuncularla iç içeydi. Popüler kültürü, şarkıları, eğlenceyi, NBA oyuncularını ve yaşam stillerini bir potada eritmiştik." 1980'den 1992'ye kadar süren "NBA Action: It's Fantastic" sloganı da bunun bir parçasıydı. Stern'ün bulduğu sloganı basketbol yıldızlarının yanında ünlülerle de parlatıyorlardı. Başkana göre mesele insanların sizin hakkınızda ne düşündüğü değil ne hissettiğiydi. Dolayısıyla Stern de NBA'in fantastik olduğunu hissettirmek istiyordu. Ekibi de maçlara gelen ünlülere kamera ve mikrofonla gidiyor, bu sloganı milyonlara aktarmalarını rica ediyorlardı. O reklamlar sayesinde yüzlerce ülkede ilk kez NBA izleyen insanlar, bu maçların fantastik olduğuna inandılar. Yalan yoktu, sahadaki ürün gerçekten de müthişti ama tek başına değildi artık. Etrafında büyük sloganlar, ünlüler, para, canlı yayınlar, bant programlar, belgeseller vardı.

NBA'in o dönem net bir kuralı vardı: Ligi iyi göstermek. Oyuncular arasındaki rekabetler pazarlanıyordu ama kavgalara geçit yoktu. Yıldızları kötü gösterecek herhangi bir şey yayımlanamazdı. NBA yönetimi, çocukların rol modelleri edinmesini istiyordu. Inside Stuff ve NBA Action gibi programlar tasarlayan lig, otuz yaş altındaki seyirciyi hedefliyordu. Öyle ki 1990'da yayın hakları için NBC ile 400 milyon dolarlık bir anlaşma imzaladıklarında cumartesi sabahları çocukların izleyebileceği Inside Stuff programını da pakete eklemişlerdi. Stern, en çok bu detaydan ötürü mutluydu zira ona göre NBC, The Cosby Show'u bile iptal edebilirdi ama Inside Stuff'ı yayımlamak zorundaydı. Bir çalışma arkadaşına "Bu sayede geleceğin NBA hayranlarını bulacağız, onlar da ailelerini maçlara sürükleyecek ve kendilerine NBA tişörtleri satın aldıracaklar" demişti.

Bu bakış açısı, gerçeğe de dönüştü. 1990'larda Jordan'ın benzersizliğini hem sahada hem saha dışında Nike'la beraber pazarlayan lig, istisnai bir başarı elde etmişti. Tabii NBA'in markalarla beraber yürüttüğü bu süreç, aynı zamanda oyunun tamamen ticarileşmesi, her bir detayının pazarlanması ve paraya dönüştürülmesi anlamına geliyordu. Ligin oyuna, tarihe, yıldızlarına, televizyona bakışı eninde sonunda parayla ilgiliydi. Siyah kültürünü oyunlarının merkezi yapmaları, klasik müzikten ya da pop'tan rap müziğe geçmeleri, hip-hop yaşam stilini programlarının kökeni haline getirmeleri de parayla ilgiliydi. Seyirci olarak yine de sömürülmüş hissetmek zordu. Büyük bir ailenin parçası olduğunuzu, o ailenin sadece bugününü değil, mazisini de bildiğinizi düşünüyordunuz. NBA, oyunla birlikte bir hayat biçimi satıyordu çünkü. Ve onu da güzel satıyordu.

David Stern

David Stern

I Love This Game kampanyası aynı anlayışın ürünüydü. 'Rüya Takım'ın 1992 Barselona'da ortalığı kasıp kavurduğu sene, NBA de "It's Fantastic" sloganının ömrünü tamamladığını düşünüyordu. Goodby, Berlin & Silverstein şirketiyle anlaşan lig, yeni bir fikrin peşindeydi. O şirketin yöneticilerinden Jon Steel, oyunun büyümesi için sadece finalleri izleyen veya henüz NBA ile tanışmayan insanlara ulaşmak gerektiğini düşünüyordu. I Love This Game sloganının bunu başarabileceğine inanmıştı. Pete Croatto'nun isabetli şekilde not ettiği üzere bu kampanyada da sadece slogan bulmakla yetinmeyecekler, partnerlerini de devreye sokacaklardı. NBC'de spor tarafının başında yer alan Dick Ebersol, kanalın dizilerinde de oyun aşkını pazarlayacaktı. 1990'ların en meşhur komedi dizileri olan Friends ve Seinfeld'i düşünün. Joey ile Chandler'ın televizyon koltuklarına dikilerek izledikleri NBA maçlarını, Jerry Seinfeld'in George Costanza ve Kramer ile birlikte kaydettiği Knicks maçlarını gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz, öyle değil mi? Bu görüntüler, belki de hiç basketbolla tanışmadığınız günlerde beyninize işlenmedi mi? Orada eğlenceli, heyecanlı, cool bir etkinlik olduğunu düşünmediniz mi? Joey ve Jerry o maçları kaçırmıyorsa, bazen kadınlarla randevularını bile buna göre ayarlıyorlarsa, biz de kaçırmamalıydık.

***

Ben de hiç maç kaçırmamaya çalıştım. NBA TV üyesi olduğum günden itibaren basketbol nereye giderse peşinden gittim. I Love This Game reklamlarıyla geçirdiğim çocukluğun ardından 2007 ile birlikte "Where Amazing Happens"a geçen NBA'i takip ettim. Kuşaklar değişti, oyuncular değişti, markaların ve rap müziğinin etkisi değişti fakat yine de NBA'in geçmişle bugün arasında kurduğu köprü aynı kaldı. Büyüdükçe, bu lig mesleğim haline geldikçe, internet sayesinde komplo teorisyenliği yapmak kolaylaştıkça basketbolun dehlizlerine de girdim. Hakem skandallarından harcanan takımlara, bahis ve reklamcılığın ligin merkezine yaptığı yolculuğa, NBA'in sosyal ve kültürel hatalarına yakından bakma şansım oldu. Ben de bazen kandırıldığımızı, aptal yerine konulduğumuzu düşündüm. Fakat bir şey hiç değişmedi. Eninde sonunda hep oyuna sadık kaldım.

O yüzden bugünlerde sıkıldığımda sadece YouTube'da eski maçlara değil, eski reklamlara da dönüyorum. Çoğu zaman da I Love This Game kuşağında buluyorum kendimi. It's Alright eşliğinde taktik veren Phil Jackson, dans eden John Starks. Tempolu bir müzikle havlu seçmeye çalışan, arka arkaya kokladığı havluların arasına başka görüntüler atılan Charles Barkley. Are You Ready to Fly ile havalanan smaç yarışmacıları. Ağır çekimde Lakers'a attığı bir turnike gösterilirken bile hızlı görünen Allen Iverson. Gimme Some Lovin' ile dil çıkaran Karl Malone. Biraz Kevin Harlan, biraz Marv Albert anlatımı. Bir tutam Michael Jackson. Nat King Cole'un L-O-V-E'ı üzerine bindirilmiş bel arkası pasları. Bütün ihtişamıyla ekranda belirip "NBA, güzel bir film gibi. Aksiyon, şüphe, hatta komedi. Hoş, sevişme sahneleri üzerine daha çok çalışabilir" diyen Sharon Stone. Hepsi, NBA'in 'Bir ligden daha fazlası' olma hevesinin örnekleriydi.

O sayede dünya belki de bir sporun nasıl pazarlanabileceğini gördü. NBA, bu açıdan tek başarı öyküsü değildi ama küresel ölçekte benzerini bulmak da zordu. O öykü, sadece kavga ederek, rakibini aşağı çekerek kazanabileceğini sanan, her maçı komplo teorisi üzerinden okuyan bir ülkenin spor ikliminde büyüyen bizler için de ferahlama demekti. Evet, NBA'in tozpembe bir tablo sattığının bir noktada farkına varıyorduk fakat yine de saha içinde birbirini yenmeye çalışan ama parkenin dışında bir aile, kültür, gelenek inşa etmeye çalışan lige bakmak nefes aldırıyordu. NBA yönetimi, 1980'lerin başında bütün bu yolculuğu görmemişti tabii ki. Seyahatin içinde yeni yolları, imkânları keşfettiler. Lakin temeli sağlam kurmaları mühimdi. Daha görevdeki ilk yıllarında Stern, 'Amerika'nın Oyunu' tabiri üzerine düşünmeye başlamıştı. 'Amerika'nın geçmişi beyzbol, tutkusu Amerikan futboludur. Amerika'nın oyunu ise basketboldur" cümlesini çevresine sıkça söylüyordu. Zaten o vizyon, evrimi hızlandırdı.

Ben NBA TV için annemlere yalvarırken David Stern ile henüz tanışmamıştım ama şimdi, geri dönüp bakınca bir şeyi fark ediyorum. O günlerde David Stern beni tanıyordu. NBA TV'nin başından kalkmayacağımı, Allen Iverson forması ve kollukları alacağımı, Pivot ve SLAM dergilerini satır satır okuyacağımı, oyuncu kartları biriktireceğimi, LeBron James ayakkabısı satın alacağımı biliyordu. O, geleceği görmüştü. Sayesinde ben de geçmişi tanıdım. Beraber bugünlere geldik.

Socrates Dergi