
"Bugün şampiyon olmaktan korkarım"
14 dk
Halter dünyası bir süredir doping haberleriyle çalkalanıyor. Üç kez olimpiyat şampiyonu Halil Mutlu’yla 2016 Rio öncesinde bir araya geldik.
Kırcaali’de keşfedilme hikâyenizi ve Türkiye’ye geliş sürecini anlatır mısınız? Naim Süleymanoğlu’ndan farklı olarak Bulgaristan adına hiç yarışmadan Türkiye’ye gelmiştiniz...
Ailem tütün işiyle uğraşırdı. Aralarında en küçüğü ben olduğumdan, abiler-ablalar tarlaya giderken ben kara ve sarı ineklerimizi beklerdim. 10 yaşında öğretmenlerimin yönlendirmesi sonucu halter sporuyla tanıştım, 13 yaşında da spor okulundan kovuldum. Bulgaristan’daki dönem malum; baskı ve asimilasyon dönemi... Dedemden kalan Halil ismini silip, “Bundan sonra bu Bulgar ismini kullanacaksın” diyorlardı. “Sen bu ülkede spor yapamazsın” da dediler. Halteri bırakmak zorunda kaldım. 1989’da Türkiye sınırları açıp ilticayı kabul edene kadar da devam etme şansım olmadı. Sınırı geçtiğimde 16 yaşındaydım. Tek hedefim vardı; halterde başarılı olup ailemi yanıma alabilmek. Hiçbir zaman Olimpiyat, Dünya veya Avrupa şampiyonu olmayı düşlemedim. Naim Ağabey’in başarıları o zaman bana ‘ulaşılamaz’ gözüküyordu. Hayrandım. Ama gel zaman git zaman öyle gördüğümüz adamla ağabey-kardeş olduk.
1992 Barselona’yla başlayan olimpiyat serüveniniz için Uluslararası Halter Federasyonu başkanı Tamas Ajan, “Olimpik tarihte dört altın madalya kazanabilecek tek halterciydi” diyecekti. 54 ya da 56 kiloda rakip gördüğünüz biri var mıydı? Ivan Ivanov, belki?
Yani nasıl söylesem... Örnek aldığım çok sporcu oldu ama rakibim pek yoktu. Çocukluğum, büyük geometri defterlerine Bulgaristan’daki okunmuş gazetelerden halter haberlerini, fotoğraflarını kesip yapıştırarak geçmişti mesela. Naim Ağabey’i, Rus ve Rumen haltercileri örnek alıyordum. Ama profesyonel spora başladıktan sonra Leonidis-Naim Ağabey çekişmesine benzer bir rekabet yaşamadım hiç. Ivan Ivanov bir istisna çünkü onunla yarışmaya başladığımda olimpiyat şampiyonuydu. Hedefim onu geçmekti ve 1994’ten sonra da hiçbir Olimpiyat, Dünya ve Avrupa Şampiyonası’nda geri düşmedim. Sadece bir Guangzhou 1995 var, onu da ben saymıyorum. Çünkü antrenörüm bana son hakkımdan önce, “Halil şampiyon oldun” deyince dünya rekorunu denemiştim. Meğer yanlış hesaplamışlar, sırf o yüzden Çinli benim önümde yer aldı.
‘Çinli’ diyorum, zira inanın hiçbirinin ismini bilmiyorum. 56 kiloda çok iyi sporcuları vardı, hep rekabet ederdik ama aklımda yer eden bir isim yok. 1990’larda iyi sporcular çıkarttılar, 2000’lerde de öyle. Epey kısa boylulardı. Hatta o kadar kısaydılar ki ben Çin standardında ‘orta boy’ sayılıyor olabilirim.
Yaklaşık 10 yıl boyunca hiçbir Olimpiyat, Dünya ve Avrupa Şampiyonası’nda gümüş madalyada dahi kalmayışınızın sırrı ne? Neydi sizi diğerlerinden farklı kılan?
Benim en büyük kazancım, hem koparmada hem de silkmede iyi olmamdı. Avrupa ve Dünya Şampiyonaları’nda üst üste altın madalyaların gelişi biraz ondan. 2000 Sidney’deki dünya rekorum (toplamda 305) 16 yıldır duruyor. Silkmede rekor kıranlar oluyor ya da koparmada beni geçebiliyorlar ama toplam çok başka. En son herhalde 300-302’ye yanaşabildiler. Bu olimpiyatta da kırılmazsa 2020’yi görür herhalde.
2002’deki omuz ve pazı sakatlıklarıyla başlayan sürecin kariyerinizin sonuna kadar aralıklarla devam etmesi hedeflerinizi ne denli etkiledi? 2004 Atina tam anlamıyla bir geri dönüş değil miydi?
Atina’dan iki yıl önce geçirdiğim omuz ameliyatı çok ciddiydi. O denli büyük çapta bir ameliyattan sonra haltere dönebilen sporcu bulamazsınız. 2004’te üst üste üçüncü kez olimpiyat şampiyonu oldum. Tek hedefim kalmıştı: 2008’de dördüncüyü kazanıp emekli olmak. Tarihte bunu başaran ilk halterci olacaktım. Ama yapamadım. İzin vermediler. Özel hayatımda da bazı problemler vardı, sonra doping olayı geldi...
“Bilinci dahilinde doping yaptı” iddialarını defalarca reddettiniz. Peki aradan artık 10 yıl geçtikten sonra, tespit edilen anabolik steroid Nandrolon’un vücudunuza nasıl girdiğine dair bir teoriniz var mı?
Ben neyin nasıl olduğunu çok iyi biliyorum da söylemem. Salak salak tazminat ödemeye niyetim yok. Kanıtlayamayacağım, ispatlayamayacağım bir şey bu. Hayatım boyunca da peşimi bırakmayacak, biliyorum. Ama ne yapayım? Ne yapabilirim ki? Nandrolon denilen bu madde ekstra güç değil, dayanıklılık verip kas kütlesini parçalıyormuş mesela. Vücutta da 10-12 ay arası kalıyormuş. Bu ne demek? Ben Avrupa Şampiyonası’na gidip yakalanmasam sonrasında Akdeniz Oyunları var, onun akabinde de 2005 Dünya Şampiyonası geliyor. Adamlar öyle bir yere koymuş ki arada boşluk yok, bir yerde çıkacak yani. Ben aslında Sofya’daki Avrupa Şampiyonası öncesi sakattım, yarışmayı düşünmüyordum. Sol bacağımdaki tendonların üçte ikisi yırtıktı. “Zorluk derecesi çok yüksek değil” diye katılayım dedim. Girmesem, 45 gün sonra Akdeniz Oyunları’nda yakalanıyorum. Kurtuluşum yokmuş.
Bakın, ben 2004’te sigarayı bıraktım. Oğlum dünyaya gelince, “Bir daha içmeyeceğim” diye söz vermiştim kendime. O dönem aşırı kilo almaya başladım. Çok güçlü hissediyorum ama bacaklarım yanıyor. Bacaklarım yandığı için de doğru düzgün antrenman yapamıyorum, squat falan neredeyse hiç yok. Birden 69 kilo oldum. 1.49-1.50 boyundaki bir adamım ben... Bir türlü de veremiyorum. Bizim hocalara, “Çok kötüyüm. Böyle olmayacak, sigaraya başlamam lazım. Her yerim yanıyor. Yaşlandım, herhâlde o yüzden” dedim. Avrupa Şampiyonası öncesinde, kilo vereyim diye tekrar sigaraya başladım. Sigara içiyorum, kusuyorum. Sonra dönüp yine sigara içiyorum. Kusa kusa, istemeye istemeye sigara içmeye başladım ben. Sonradan öğrendim ki aslında kaslarımın yanmasının sebebi bu ilaçtan ötürü meydana gelen parçalanmaymış. Ben o gün lanet olsun ki yeniden başladım sigaraya. Bugün hâlâ içiyorum.
Az önce, “Bana izin vermediler” derken neyi kast ettiniz? 2008’de olimpiyata hazırlanırken ASKİ’den atılmanıza kadar giden süreçte başınızdan neler geçti? Dördüncü altın ihtimalinden vazgeçtiniz...
Yalnız bırakıldım. Kimseye güvenemedim. Zaten insanlar benimle 2004 Atina’dan sonra uğraşmaya başlamıştı. Biz milli sporcuyken etrafımızdaki insanlara güvenirdik, bunun yanlış olduğunu bize gösterdiler. 35-36 yaşında öğrendim, insanlara güvenmek hataymış. Rahat bırakmadılar beni Atina’dan sonra. Doping olayı çıkınca da toparlayamadım. Dağıldım tamamen. O leke çok başka bir şey, bir hırsızlık.
2005’te cezayı aldıktan iki sene sonra geri döndüm. Hedefimi yineledim, “Dördüncü altını almak istiyorum ve Raif Özel’le çalışacağım” dedim. “Amenna” dediler. Daha sonra Avrupa Şampiyonası’na iki gün kala bir baktım ki Raif Hoca yok. Takımdan çıkarılmış. “Tek güvendiğim insanı takımdan nasıl çıkarırsınız?” dedim, “Seninle ilgisi yok, işine bak” diye cevap verdiler. 2008’deki Avrupa Şampiyonası’nda 12 tane suyla yarıştım. Altı tane hak var ya; her hakka girerken su içiyoruz, hani ağzımızı sulandırmak için... Bir su içiyorum, ikinciyi içeceğim, bir bakıyorum başkası eline almış suyu... Güvenmiyorum, yenisini açıyorum. Son hakkıma girerken bir tane su kalmadı elimde. O stres, doping sonrası ilk şampiyona... Son hakkıma geldiğimde ayağımda bir sorun oluştu, kasım attı. Birinci olacaktım ama son hakkımı değerlendiremeyince gümüşte kaldım. Orada birinci olan Moldovalı da daha sonra dopingli çıktı. Öyle olunca da 2008’deki Avrupa altını bana geçti ama... Bu şartlarda olimpiyata gidemezdim. Bir ay kalmıştı, sakattım, paniktim, antrenörlerim kesik yiyordu. Benim insanım, kendi sporcusunun başarılı olamaması için elinden geleni yaptı. “Belki altın madalya kazanırım” psikolojisiyle oyunlara gidemezdim. “Belki” dediğin an şampiyonluk kaçar. Bunu yapamadım. ASKİ de beni kovdu.
Naim Süleymanoğlu bir keresinde, “Sporcular başıboş bırakılıyor” demişti. Katılıyor musunuz? Rio 2016 öncesi halterde Sibel Özkan ve Nurcan Taylan’dan gelen doping haberleri yine bir önyargı oluşturdu. Atletizm başta olmak üzere, kim madalya kazanırsa kazansın sanki şüphe altında kalacak gibi bir ortam var.
Ben bugün yarışsam, şampiyon olmaya korkarım. Devlet bana ödül verecek, 10 sene sonra o ödül geri istenecek. Bu psikolojiyle yarışmak çok zor. Ben altın madalya alacağım, vatandaş gelip “Halil kazandı da bir yarını bekleyelim” diyecek. Başıma gelenler ortada. Suçsuzum da demiyorum, iki-üç kahveyi üst üste içersem uyarıcı etki yapacağını da bilmek zorundayım ben. Bu ilacı cebime kimin koyduğunu fark edemeyip yaşananları insanlara tüm detaylarıyla açıklayamadığım için suçu kabul ediyorum. Bunların olmasına ben müsaade ettim. 2008 Avrupa Şampiyonası’nı unutamıyorum işte. Yarışıyorsun ama bir yandan insanların sana ne gözle baktığını da düşünüyorsun. Ceza üç gün olsa ne olur, ömür boyu olsa ne olur... Ben bugün 2016 yılında bile o psikolojiyi atlatabilmiş değilim. Nurcan’ın durumuyla alakalı bir şey söyleyemem. Benim hayat boyunca benimsediğim felsefe, “Hata yap ama bunu tekrarlama” olmuştur. Nurcan’ı şimdi savunmak güç. Ama şu da unutulmasın; onun hocası, çevresi, doktoru, sağlık kurulu, WADA’sı var, TADA’sı da var... Burada da bir şeyler doğru işlemiyor. Sporcuyu kendi hâline bırakırsanız, aynı hocayla bir şeyler olursa, iki de olur, üç de... Bilinçlenmek ve sporcuya destek olmak önemli. Bakın, sporcularımız genç yaşta sürekli sakatlanıyor. Tedavi sürecinde de dışarıdan doktor arıyorlar. Bunlar milli takım sporcusu, dışarıdan niye doktor bulma ihtiyacı hissetsinler? Ama maalesef böyle bir durum var. Bilinçlenmek, sahip çıkmak önemli. Benim ibadet yerim halter salonu. Dopingli çıkıp spora ara verdikten sonra bile buradan ayrılmadım. Hep gençlere yardım etmeye çalıştım.

Peki antrenörlüğü neden hiç düşünmediniz?
Çok zor bir meslek. Bizim antrenmanlarımız normalde iki-üç saat sürerdi. Antrenörsen de ilk sporcuyla birlikte gireceksin, son sporcuyla birlikte çıkacaksın. 10 kişiden, 20 kişiden sorumlu olacaksın. Ben de sporu en üst noktada yaptığıma ve başarılı sporcuların çok nadir başarılı antrenörler olabildiklerine inanıyorum. Başarılı olunca, empati yapmakta zorlanıyorsun. Bazı şeyler kolay geliyor. İki-üç defa gösterdiğin bir şeyi karşı taraf yapamayınca da sporcuyu azarlayıp “Senden bir şey olmaz” diyebiliyorsun. Sabrın tükenebiliyor. Ben federasyon başkanı olmak istiyorum. 2004’teki şampiyonluktan sonra devlet büyüklerimiz bana çok ilgi gösterdi. “Halil siyasete gir” dediler ama benim hedefim daima dördüncü altını alıp sonrasında da federasyon başkanı olmaktı. Hâlâ da öyle.
Federasyon başkanlığı için de “Bana izin vermiyorlar” dediniz. Biraz daha detaylandırabilir misiniz bu konuyu?
2012’de benim yanıma gelip, “Ne yaparsın Halil?” dediler. Ben de, “Bir şey yapmıyorum. Maaş alıp yan gelip yatıyorum. Bu paranın karşılığını verip ülke sporuna katkıda bulunmak isterim” diye yanıtladım. Siyasi büyüklerimiz, “Tamam Halil, sen istediğini yap” dediler ve ben federasyon başkanlığı için 2012’de aday oldum. Ama genel müdürlüğe, spor teşkilatına takılıp seçimi kaybettim. Bürokrasiyi yenemedim yani. Herhalde Türkiye’de devlet desteğiyle aday olup federasyon seçimi kaybeden ilk kişi benim. Bir gün başkan olursam hayal satmayacağım. Sporcuları, salona gelenlerden değil de beden eğitimi derslerinden seçeceğim.
Son olarak, geçen günlerde okuduğum bir Mark Henry (Amerikan güreşçisi) röportajından alıntı yapacağım size: “Halil 1994’te İstanbul’daki Dünya Şampiyonası’nda madalyaları toplayıp hava atıyordu bize. Ben ne içebiliyordum ne de kızlarla konuşabiliyordum. Üç günüm vardı sadece ve bütün kızlar Naim ile Halil’in peşinden koşuyordu...”
Bebek’te bir bara götürmüştüm onu. Yeni dünya şampiyonu olmuştum, Türkiye’de de biliyorsunuz; ilgi ve alaka çok fazla öyle durumlarda. Sürekli bana selam veriyorlar. Kuşum Aydın’ın mekanına dahi götürdüm. Düne kadar, “Yavrum yaşın tutuyor mu senin?” diyen mekanların kapıları açıldı. Bir de yanımda Mark Henry var; dev, siyah, iri yarı... Ben küçük Mazda 323’le geziyordum, adam beş dakikada arabaya ancak binebiliyordu. Hatta o gece kız muhabbeti de oldu ama kısmet değildi. Ne Mark’a kısmet oldu ne de bana... Ama güzel bir gece geçirdik.
Esas benim çocuklarla bir hikâyesi var Mark’ın. 1991’den beri tanıyorum ben onu. Halterde pek başarılı olamadı, televizyonda güreşiyor şimdi. Benim çocuklar da onun oyunu Smackdown’ı oynuyor. Kahramanları Mark Henry. Bizim çocuklara, “Oğlum o benim arkadaşım” diyorum; yok, inanmıyorlar. Sonunda bir gün Mark Henry ile 1994’ten çekilmiş bir fotoğrafımı buldum. Ben sandalye üzerinde, o ayakta. Öyle ikna ettim.
Ben bizim evin kahramanı olamadım. Bizim çocukların kahramanı Mark Henry.
“Favorim Atlanta"
“Barselona’da 19 yaşındaydım, beşinci olmuştum. 1996 Atlanta’da Naim’le ayrı ayrı kürsüye çıktık ki benim en sevdiğim olimpiyattır ilk olması nedeniyle. Sonra Sidney... Çok gösterişliydi ortam. 56 kiloda dünya rekoru kırmıştım. Güzel günlerdi.”
“Naim satrançta iyidir"
Naim Ağabey’in dergi çekimi vardı. Antrenman arasında onun çekimini beklerken satranç oynayalım demiştik. Bir noktada çekim olacağı aklımızdan çıkmış, oynamaya devam ettik. Normalde sadece onun fotoğrafını çekeceklerdi ama kareye beni de dâhil etmeye karar vermişler. Fotoğrafı da genellikle, “Naim satrançta iyidir” diye kullanıyorlar zaten.
"Acaba bana sövdüler mi?"
Yıllarca çeşitli ülkelerde turnuvalara katıldım. Podyumdayken hep bir uğultu gelirdi. “VUUUUUUU” diye bir ses duyardım arka plandan. Alkış zannederdim. Bulgaristan’daki 2005 Avrupa Şampiyonası’ndaki uğultu ise bambaşkaydı. Bulgarcayı Türkçe kadar iyi biliyorum; küfür, kıyamet, “Vatan haini” bile diyorlar. O lafları duyunca, “Yıllardır alkış aldığımı düşünüyordum ama acaba bana sayıp sövüyorlar mıydı?” demiştim içimden. Bana vatan haini demeleri de ayrı konu. Ben senin ülkenden kovulmuşum, bana ne verdiyse Türkiye vermiş; sen gelmişsin bana vatan haini diyorsun. Başarı gelince, “Türk değilsin sen, Bulgarsın” olduk. Benim ailem zaten Türkiye’den geliyor. Dedemin adı Halil. Nasıl vatan hainiyim ben?