
Büyük Curcuna
15 dk
John Madden, Amerikan futbolu tarihinin en ikonik figürlerinden biriydi. Kariyerine birçok macerayı sığdıran efsane koç için Super Bowl XI'in yeri ayrıydı…
John Madden… Amerikan futboluna ilginiz varsa en çok duyduğunuz isimlerden biri olabilir. Saha içindeki sönük oyunculuk dönemini arkasında bırakıp saha kenarında Oakland Raiders ile tarihe geçen Madden, antrenörlüğü de bıraktıktan sonra hem yorumcu hem reklam yıldızı hem de dünyanın en çok satan oyunlarından birine verdiği ismiyle hep gündemde olmuştu. Geçtiğimiz aylarda aramızdan ayrılan efsanenin, 1984'te yayımlanan otobiyografisi 'Hey, Wait a Minute'te de bu dönemlerin en eğlenceli detaylarına kadar iniliyordu. Kariyerindeki en özel anlardan biri olan 1977 tarihli Super Bowl'un anlatıldığı 'Büyük Curcuna' bölümü de bunlardan biriydi…
Super Bowl XI'e çıktığımda, karşılaştığım şeyle nasıl başa çıkacağımı biliyordum. Esasında bir futbol maçı, sadece futbol maçıdır. Bu kolay kısmı. Bir koç olarak Super Bowl'a çıktığınızda bilmeniz gereken en önemli şey, bu curcunayla nasıl başa çıkacağınızdır.
Bunu Pro Bowl'da öğrendiğimi düşünüyordum. NFL'de 1970'teki birleşmeden sonra oynanan altı Pro Bowl maçının dördünde AFC takımının koçluğunu yapmıştım. 1977'den sonra da Pro Bowl'da maça çıkmıştım. Kulağa harika geliyor değil mi? "Hey, Pro Bowl'a beş kez koçluk yaptı." Bu, insanların "Hey, o herkesten daha fazla AFC finali kaybetti" demesinden çok daha iyi. Neticede konferans şampiyonluk maçını kaybederek Pro Bowl'da koç olursunuz. O maçları kaybederken bazı insanlar Raiders'la birlikte 'büyük maçı' kazanamayacağımızı söylüyordu. Ancak bu insanlar her sezon sonunda biz kaybedene kadar bekliyor ve sonrasında o maça 'büyük maç' etiketini yapıştırıyorlardı. Unuttukları şey ise her sezon konferans finaline gelene kadar birçok büyük maçı kazanmak zorunda olduğumuzdu. Bana maça çıkmadan önce o maçın büyük maç olup olmadığını söyleyin. Sonrasında değil. Böylelikle bu maçların kaçını kazanıp kaçını kaybettiğimizi sayabiliriz.
Pro Bowl'da sabahları kahve ve sandviç alıyor, ardından toplantı odasında sürekli oyuncularımla takılıyordum. Psikiyatristler buna oyuncularla 'iletişim kurmak' diyor ama ben 'takılmak' fiilini daha uygun buluyorum. Pro Bowl'daki ilk dört sezonumda takımımızda Super Bowl'u kazanmış AFC takımlarından birçok oyuncu vardı. Super Bowl'a dair neleri sevdiklerini, neleri sevmediklerini bilen; nelerin önemli, nelerin önemsiz olduğunun farkında olan oyuncularla takılıyordum. Bazı oyuncular, 'dikkat dağıtıcı şeylerden' bahsederlerdi. Etrafımdaki konuşmalara kulak kabarttıkça oyuncuların dikkatini dağıtan şeylerin maçla veya antrenmanlarla ilgili olmadığını fark ettim. Dikkatlerini dağıtan şey bu curcuna haliydi. Biletler, seyahat ayarlamaları, ailelerinin ve arkadaşlarının kalacakları otel odaları ve medya. Miami Dolphins'ten Jake Scott'ın "Takımdaki diğer oyuncuların eşlerini Super Bowl'a getirebildiklerini ama annemi getiremediğimi düşünün" dediğini hatırlıyorum. Ve bana öyle geliyordu ki dikkat dağınıklığından en çok şikâyet eden takımlar, kaybeden takımlardı.
1976'da AFC finalinde Steelers'ı yener yenmez Super Bowl hazırlıklarını nasıl halledeceğimi biliyordum. Mümkün olduğunca ilk haftayı dikkat dağıtıcı şeylerden uzaklaşmak için kullanacaktım. O haftaki ilk toplantıda oyuncularıma "Her biriniz otuzar bilet alacaksınız ama Los Angeles'a uçmadan önce o biletlerden kurtulmanızı öneririm. Böylece haftaya kimse sizi bilet için rahatsız edemez. Biletiniz yoksa yoktur" dedim. Daha sonrasında "Otel odalarına gelelim. Kendi odalarınıza ek olarak misafirlerinizin de odaları olacak. Çağıracağınız misafirleriniz kulüp çalışanlarının Los Angeles'a gideceği uçakla gidebilecek ve kulüp çalışanlarının kalacağı otelde konaklayabilecekler" dedim.
Medya programına gelecek olursak, lig komisyonerinin söylediklerine uymak zorundaydım. Neyse ki korktuğum kadar karmaşık değildi. İlk hafta, Newport Beach'e vardığımızda sürpriz olmasın diye oyuncularıma medya programından bahsettim. Eğer ortada bir sürpriz varsa dikkat dağıtıcı bir şey de var demektir. Basın toplantılarında oyuncularıma forma numaraları hangi masada yazıyorsa oraya oturmaları gerektiğini söyledim ve ekledim: "Hayatınızda hiç olmadığı kadar medyanın ilgi odağı olacaksınız. Tadını çıkarın!" Bütün bu dikkat dağıtıcı şeylerin icabına baktıktan sonra yapmamız gereken, maça hazırlanmaktı.
Super Bowl'a çıkan takımlar genellikle maçtan önceki boş haftada oyun planlarını kurguluyorlardı. Biz bunu tercih etmedik. Sadece oyuncularımıza karşılaşacakları oyunculara aşina olmaları için Vikings'in maç kasetlerini izlettik. İlk haftadan oyun planımızı kurgulasaydık oyuncular bunun üzerine düşünmekten ve konuşmaktan sıkılabilirdi. Ancak her zaman yaptığımız gibi maç haftası konuşmaya başlarsak daha istekli olurlardı. Oyun planımız da öyle ustalık isteyen bir kurnazlık veya alengirli bir detay içermiyordu. Sadece tahmin edilebilir olmak istemiyorduk. Pas verilecek yerlerde koşmak, koşulacak yerlerde pas vermek istedik. Herhangi bir kalıba girmek istemiyorduk. Ancak ne olursa olsun çarşamba ve perşembe sizin en önemli antrenman günlerinizdir. Bizim için çarşamba savunma günü, perşembe ise hücum günü demekti. Ama o çarşamba günü oyuncularımın çoğu pek konsantre olmuş gibi değillerdi. Şimdi geriye dönüp baktığımda düşünüyorum da belki de onlara fırça çekmek için bahane arıyordum. Biri hata yaptığında "Tut topu. Topu tut!" diye bağırmaya başladım ve "Herkes buraya!" diye devam ettim.
Sahanın ortasında Super Bowl'u kazanmak istiyorlarsa daha şimdiden konsantre olmaya başlamaları gerektiğini hatırlattım. Pazar günü maçta değil, bugün. Futboldan başka bir şey düşünmemeleri gerektiğini onlara söyledim. "Hayatınızın geri kalanında futbol dışı şeyleri düşünmek için bolca vaktiniz olacak" diye âdeta kükredim. Ama daha sonrasında, dikkat dağıtıcı şeylerden kaçınmaya çalışarak belki de onların dikkatini daha da dağıttığımdan endişe duydum. Perşembe sabahı kalktığımda havanın yağmurlu olduğunu gördüm. Antrenman yapmak için en kötü gün, yağmurlu gündür. Yağmurda birisi kayıp düşebilir, bu yüzden de kasık ağrısı çekebilir veya hamstring'inde problem yaşayabilir. Top ağırlaşır ve quarterback pozisyonunda oynayan oyuncumuz ağırlaşmış topu fırlatırken kolundan sakatlanabilir. Sabah yağmur yağdığını görür görmez malzemecimiz Dick Romanski'ye gidip üç düzine top almasını söyledim. "Ama zaten üç düzine topumuz var" dedi, ona "Biliyorum. Her oyunda ıslanmamış, yeni bir top istiyorum" cevabını verdim. Bu Kaliforniya'da sık sık karşılaştığınız yağmurlardan değildi. Beraberinde insanı iliklerine kadar üşütecek derecede soğuk bir hava da getirmişti. Ama o gün Kenny Stabler, bir quarterback'in bana izlettiği en iyi antrenman performansını sergiledi. Harika bir bireysel performanstı. Menzilini genişletiyor ve receiver'lara harika paslar gönderiyordu. Yaklaşık iki saat boyunca Kenny yüzden fazla pas attı ve sadece bir topun yere düştüğünü gördüm. Daha önce böyle bir şeye tanık olmamıştım. Artık kendimi daha iyi hissediyordum. Cuma günü tüm takım daha da keskin hale gelmişti. Kenny zaten keskindi ve savunmamız da keskinleşmişti. Bu sayede artık özel bir takımdık.
Bence koçlar hem maça kadar hem de maç esnasında takımlarına karışmalılar. Ancak cuma günü, Kenny'nin antrenmanda gösterdiği performanstan sonra tüm ekip o kadar keskin hale gelmişti ki onları hiçbir şekilde rahatsız etmek istemedim. Bazen cumartesi günü yeni ve farklı bir planla oyuncularınızın karşısına çıkarsınız. Ama o cumartesi günü böyle bir planla karşılarına çıksaydım yapacağım tek şey elde ettiğimiz şeyi mahvetmek olurdu. Ve elde ettiğimiz şey, Super Bowl'u kazanacağını bildiğim bir takımdı. Maçtan önceki gece Al Davis'e "Onları öldüreceğiz. Sadece yarın onları öldüreceğimizi biliyorum" dedim. Davis ise "Hayır, John. Hayır. Böyle konuşma. Bir maçtan önce asla böyle konuşma. Sen bunu çok iyi biliyorsun" şeklinde bir cevap verdi.
Cumartesi gecesi Los Angeles Hilton Otel'de, odalarımızdaydık. Daly City'den arkadaşım John Robinson'ın takımı, önceki hafta Michigan'ı Rose Bowl'da 14-6'lık skorla mağlup etmişti. Rose Bowl'un çimleri hakkında bilmem gereken bir şey olup olmadığını öğrenmek için John'u aradım. Sorularımı "Saha iyi. Sorun olan stadyuma varmak. Otoyoldan ayrıldıktan sonra yerleşim yerindeki tüm dar caddelerden geçeceksiniz. Otobüslerinizi o caddelerde yönlendirmek için bir helikoptere bile ihtiyacınız olacak" şeklinde cevapladı. İyi bir fikirdi. Benim hatam ise bu fikri geliştirmeye çalışmak oldu. Bizim en azından iki helikoptere ihtiyacımız var diye düşünmüştüm.

Maç sabahı büyük bir sorunumuz vardı. Her zaman için takımımın maç saatinden iki saat önce stadyumdaki yerini almasını isterim. Başlangıçta oyunculara otelden saat 10'da ayrılacağımızı söylemiştim ancak o sabah maç öncesi yemekte otobüslerin 09.45'te kalkacağını duyurdum. Daha sonra otobüs saatini 09.30'a aldırdım. Farkında olmadan Super Bowl buyruklarımdan birine, 'sürpriz yok!' kuralına uymamıştım. Sabah 9'da çok gergin ve huzursuzdum. Kaldırımda bekliyordum ve gitmeye hazırdım. Birkaç taraftarın yanı sıra oyuncularımın bazıları da yanımdaydı. Taraftarlardan biri Raiders logosunu andıran bir korsan kostümü giymişti. Kaldırımda beklediğimi görünce yanıma geldi ve "Bugün maskotunuz olmama ne dersin?" diye sordu. "Hayır. Bugün için bir maskota ihtiyacımız yok" yanıtını verdim. O karmaşa esnasında oyuncularımı gördüm ve "Hadi! Gitme vakti. Otobüslere binin" diye bağırdım. Yola çıktık ama bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordum. Saatime göz attım ve 09.15 olduğunu gördüm. Bu, 09.10'da hareket ettiğimiz anlamına geliyordu. Kendi kendime "Bazı oyuncuları otelde unuttuk. Bu kesinlikle benim hatam, onların değil" diye söylenmeye başladım…
Soyunma odasına girer girmez kimi arkada bıraktığımızı anlamak için etrafa bakmaya başladım. Boş dolaplardan Clarence Davis, John Matuszak, Carl Garrett ve Hubie Ginn'in orada olmadığı anlaşılıyordu. Şimdi ne yapmalıyım? Stadyuma gelirken bize eşlik eden helikopteri göndersem? Hayır, çok saçma. Helikopter otelin yakınında bir yere inemez. Belki de bir polis arabası. Evet, evet. Bir polis arabası. Ne büyük ahmaklık! Super Bowl'dayım ve dört oyuncumu otelde bıraktım! Er ya da geç bunu birine anlatmam gerektiğini biliyordum. George Anderson'ın olduğu antrenör odasına daldım ve "George! Sanırım dört oyuncumu otelde unuttum. Otobüsü planladığımız saatten daha önce hareket ettirdim. Onları buraya getirmek için bir polis aracına ihtiyacımız var" dedim.
— Onlar buradalar.
— Hayır, burada değiller. Soyunma odasında her yere baktım. Burada değiller.
— Hayır John. Yanılıyorsun. Buradalar!
— Nasıl geldiler?
— Korsan kostümlü adam ikisini arabasına almış. Diğer ikisi de taksiyle geldiler.
— Şimdi neredeler?
— Senden saklanıyorlar. Geç kaldıklarını düşünmüşler. Onları azarlayacağını ve cezalandıracağını düşünüyorlar.
— Ceza yok. Onlara ceza vermeyeceğimi söyle. Eğer bir ceza kesilecekse o kişi benim.
Koşarak Rose Bowl çimlerine çıkıp, karşımda 100.421 kişiyi gördüğümde kendimi daha iyi hissettim. Para atışını kazanıp başlama vuruşunu yaptık. Errol Mann'in 29 yardalık mesafeden sol direğe nişanladığı şuttan önce Vikings'in 21 yarda çizgisine kadar gitmiştik. Topu aldığımız bir sonraki seferde ise kendi sahamızdan, 39 yardadan degaj yapmak zorunda kaldık ama endişeli değildim. Topu üçüncü kez degajla karşı sahaya geçirmek zorunda kaldığımızda da endişelenmemiştim ama şimdi dönüp bakıyorum da… Galiba endişelenmeliydim. Ray Guy, sadece NFL'in en iyi degaj kullanan oyuncuların biri değildi; aynı zamanda son dört sezondur hiçbir degajı da bloklanmamıştı, hiçbiri! Ray degaj için yerini aldığında sahanın o tarafına dikkat dahi etmiyordum. İlk çeyrekte beş dakikayı sayı yapamadan geçince Kenny Stabler'la konuşmaya başladım. Ama degajın sesini duymaktansa farklı bir ses duydum ve bunun ne anlama geldiğini biliyordum: Ray bloğu yemişti.
Bir degaj bloklandığında hepsi de kötü olan üç ihtimal vardır: İlk olarak top her şeye rağmen hâlâ birkaç metre ileri gidebilir. İkinci ihtimal topun direkt yere düşmesidir. Üçüncüsü ise topun geriye gitme ihtimalidir. Yani en kötüsü. Özellikle kendi kalenizden uzakta değilseniz en ama en kötüsüdür. Vikings'in blokladığı degaj geriye gitti. Top, Vikings linebacker'ı Fred McNeil'in beklediği üç yardaya kadar süzülmüştü. Savunma oyuncularımız telaşlı bir şekilde sahada oradan oraya koşarken Al'a kazanacağımızdan ne kadar emin olduğumu anlattığımı hatırladım…
İlk down'da Chuck Foreman bizim sahamızda iki yardaya kadar topu getirdi ancak ikinci down'da Phil Villapiano, McClanahan'la göğüs göğüse gelmişti. Bu sayede Willie Hall topu çalarak bizi kurtarmıştı. Üstelik 1 yardadayken. İşte bu çok iyi hissettirmişti. Savunmamız kendi sahamızdan atlayıp zıplayarak, bağırarak; el çırpıp birbirlerine moral vererek ve birbirlerini kucaklayarak çıktı. İşte bu, "Beraberlik başarıyı değil, başarı beraberliği doğurur" teorimi doğruluyordu. Oyuncular başarılı olduklarında birbirlerini severler ama işler kötüye gittiğinde birbirlerinin yüzlerine bile zor bakarlar.
Fumble'dan doğan sevinçle Jack Tatum aceleyle yanıma geldi, başıyla Villapiano'yu gösterdi ve "Phil'e bir baksan iyi olur" dedi.
— N'oldu ki?
— Bence o bir aptal.
— O her zaman biraz aptaldır.
— Hayır. Şu an her zamankinden daha aptal. Biz orada, kale çizgisine yakın bir yerdeyken, "Şimdi onları istediğimiz yere getirdik" diyordu.
— Öyle mi dedi?
— Evet, aynen öyle.
Bench'te Phil'in oturduğu yere doğru ilerledim:
— İyi misin?
— Evet koç. İyiyim.
— Çocuklar bana "Şimdi onları istediğimiz yere getirdik" dediğini söylediler.
— Evet koç. Onları istediğimiz yere getirdik.
— Nasıl? Kendi sahamızda üçüncü, hatta ikinci yardadayız. Nasıl istediğimiz yer?
— Evet. Zaten orada derin paslar atamazlar. Sweep de yapamazlar. Sadece ortada öyle koşacaklar. Ben de tam şimdi içeri gireceğim. Top zaten yönünü kaybetmiş durumda. Onları tam istediğimiz yere getirdik.
Phil Villapiano böyleydi işte. Bana kalırsa üç tip insan vardır. Futbol oynasın veya oynamasın, üç tip insan: Olaylara imzalarını atanlar, bu olaylara seyirci kalanlar ve ne olduğu konusunda fikir dahi yürütemeyenler. Phil imzasını atanlardandı. Onda kendine has bir linebacker personası vardı. İnanın bana. Birçok oyuncu çarpışmayı hakikaten sevmez ama Phil sevenlerdendi. Tıpkı Dick Butkus'ın, tıpkı Lawrence Taylor'ın sevdiği gibi… Brent McClanahan'la çarpıştığında Super Bowl XI'in gidişatı değişmişti.
İkinci çeyreğin ilk dakikalarında üçüncü down'daydık ve Clarence Davis, kendi sahamızda 35 yardadan 41 yardaya doğru ilerledi. Bu sayede 24 yardadan end zone'a gönderilecek bir şutla yetinmektense topu Vikings'in sahasında yedi yardaya kadar götürebildik. Kenarda hücumcularımız mutluydu ama ben "Onların işini bitirmelisin. Topu end zone'a kadar taşımalıyız. Üç değil, altı sayı almalısın" diye bağırıyordum. Tüm bunlar olurken Kenny Stabler kolunu omzuma attı ve "Endişelenme John. Daha bunlardan çok olacak" dedi.
Ağladıktan sonra ağzına emzik verilmiş bir bebek gibiydim ve sustum ancak Kenny haklıydı. Stabler, sonraki pozisyonda 64 yardalık drive'ı end zone'da Dave Casper'a verdiği 1 yardalık pasla bitirdi. Bir sonraki pozisyonda topu Fred Biletnikoff'la buluşturdu ve Pete Banaszak sayıyı yaptı. İlk yarıyı 16-0 önde kapatmıştık. Her şey kontrol altındaydı. Üçüncü çeyrekte Vikings, nihayet Fran Tarkenton'ın 8 yardalık pasında Sammy White'la sayıyı almadan önce Errol 40 yardadan sayıyı almıştı. Son çeyrekte Kenny, Fred Biletnikoff'u bulmuş ve 48 yardalık oyun sonunda geriye 2 yarda kalmıştı. Sonraki oyunda Pete Banaszak, right tackle'ın üzerinden touchdown'ı yaptı. 26-7 öndeydik ve Vikings çaresiz gözüküyordu. Altı dakikadan az bir süre kala ise skor 32-7 olmuştu. Kazandığımızı biliyordum. Kamp ateşini söndürün çocuklar, gidiyoruz! Vikings son dakikaya girilirken sayı yapmış ama bunu görmemiştim bile. Kenarda kutlamalarla meşguldüm. Tebrikleri kabul ediyordum. Kenny Stabler, 19 pas girişiminde bulduğu 12 isabetle 180 yarda üretmişti. Fred Biletnikoff'un yakaladığı dört topta 79 yardalık, Dave Casper'ın yakaladığı dört topta ise 70 yardalık avantajı cebe koymuştuk. Clarence Davis, 16 koşuda tam 137 yardaya ulaşmıştı. Takım savunmamız, maçın kalanının gidişatını belirleyecek olan ilk yarıda, Vikings'i 86 yardada tutmuştu.

Maçın bittiğini tayin eden silah patladıktan sonra takımdaki en uzun üç oyuncum -John Matuszak, Ted Hendricks ve Charles Philyawsahanın kenarına gelip beni omuzlarına aldılar. Hatta biri önümüzdeki fotoğrafçıyı yere sermişti. Tooz, Ted ve Charles sırayla yere yığıldılar ve ben de onların üzerine düştüm. Ertesi gün New York Times'ın ön sayfasında yer alacak fotoğrafı vermiştik. Canım acımamıştı. O an kurumuş bir çimentonun üstüne çivileme çakılsam bile canım yanmazdı. Hızla ayağa kalktım, soyunma odasına koştum ve oyuncularıma "Harika bir maçtı. Artık şampiyonsunuz. İşte bütün mesele bu!" dedim. Daha sonrasında NFL yetkililerinden biri beni aceleyle dışarıya, basının röportaj için beklediği yere götürdü. Soruları cevaplamam yarım saatten uzun sürdü. Soyunma odasına dönerken oyunculardan birinin bana bağırdığını duydum. "Yüzük koç. Yüzüğü aldık!" diyordu.
Al Davis, Davis'in asistanı Al LoCasale ve benim tasarladığım yüzükten bahsediyordu. Yüzükte 16 tane beş karatlık elmasın oluşturduğu bir futbol topu vardı. Üstünde Oakland Raiders yazılıyken alt tarafında ise dünya şampiyonu yazıyordu. Futbol topunun iki yanında beş karatlık beşer elmas daha vardı. Yüzüğün bir yanında 'Gurur' ek olarak da Super Bowl XI ve AFC şampiyonluk maçlarının skorları yazılıydı. Diğer yanında ise 'İtidal' ve yüzüğü kazanan kişinin adı, pozisyonu veya unvanı yazılıydı. AFC şampiyonluğunun yazılı olduğu tarafta yer alan "A" harfi için ise eskiden AFL logusunda kullanılan ince "A" harfini tercih etmiştik. Böylelikle AFL köklerimize atıfta bulunmuştuk.
O gün Super Bowl XI'i kazandıktan sonra ofisimde otururken John Robinson elinde bir şişe şampanyayla içeri girdi. Onu gün boyunca görememiştim ama oradaydı işte. Bana Güney Kaliforniya Üniversitesi'yle Rose Bowl'daki Rose Bowl maçını kazanacağını ve benim de yaklaşık bir hafta sonra Raiders'la beraber yine Rose Bowl'da Super Bowl maçını kazanacağımı söylediğini hatırlatıyordu. Çocukluğunu Daly City'de geçirmiş iki arkadaş… Artık buradaydık. İlk biramı onunla içmiştim. Şimdi ise hayatımızın en görkemli haftasından sonra Rose Bowl soyunma odasındaydık ve şampanyalarımızı yudumluyorduk. Oğullarım Mike ve Joe da oradaydı ve üstümü başımı değiştirmemi bekliyorlardı. Onlara yaklaştım ve "Bundan sonra kimse 'Babanız büyük maç kazanamaz' diyemez" dedim. "Bundan sonra hiç kimse…"