
Büyük İnsanlar Teorisi
15 dk
Kahramanlık, büyüklük, büyük sporcu olmak... Tüm bunlar neye benzer? Caner Eler, kahramanları Büyük İnsanlar Teorisi başlığı altında kaleme aldı. Duvardaki posterlerin de bu konuda yardımı olmadı değil.
“Modern profesyonel spor etikle hiç ilgili değil; sadece kahramanlık gösterileriyle bu ihtiyacımızı karşılıyor. bir ya da iki saat boyunca bizleri arkada bırakıp kahramanların var olduğu -neredeyse o ilahi- âleme yükselecek gibi gözümüzü korkutmuş olan sporcu, yeniden o sıradan, dünyevi konumuna dönmek zorunda kalır. Bir bakıma törensel bir aşağılanma. (...) İnsan kahraman olmak için çalışmaz. Spartalılar, Thermopylaı’de hep birlikte savaştılar, hep birlikte öldüler; hepsi kahramandı ama bir kahramanlar ‘takımı’ değildiler. Kahramanlar takımı demek oksimorondur.” - Paul Auster & J. M. Coetzee, Şimdi ve Burada Mektuplar, Can Yayınları
ABD Basketbol Milli Takımı’nda NBA oyuncularına izin verilmesinin akabinde Rüya Takım, Barcelona 92’ye hazırlanıyordu. Marvel çizgi romanlarını hatırlatan bu kadar süper kahramanın arasında lider yani kaptan kim olacaktı? Tarih boyunca her zaman daha ağır basan, cesur, biraz da deli liderler olmadı mı? Bu isterse liderlerle dolu Rüya Takım olsun, orada da en tecrübeliler Larry Bird ve Magic Johnson öne çıkıyordu.
Aslında koç Chuck Daly, bu görevi Michael Jordan’a teklif etmişti. Zira Bird ile Magic ilerleyen yaşlarıyla beraber artık biraz inişteydi ve takımları da düşüşe geçmişti. ‘Air Jordan’ ise uçuşa geçmişti. Jordan, teklifi “İki yaşlı adam da kaptanlığı hak ediyor” diyerek reddetmişti. Ordu hiyerarşisi burada da geçerliydi, şampiyonluk yüzükleri onların rütbeleriydi. O günlerde üç yüzüğü olan Bird ve tek elinin parmakları dolu Magic’e karşı Jordan daha yeni ikinciyi kazanmıştı. Onlar için parmakları boş olan Patrick Ewing, Charles Barkley, David Robinson gibi isimlerle dalga geçmek bir ritüel hâline gelmişti. ‘Yüzüklerin Efendileri’ birbirlerine sataşmaktan geri kalmıyordu. Jordan Barcelona’daki otelde Bird’e, “Boston Garden’a gittiğimde salonun tavanına bakıp orada asılı şampiyonluk flamalarını görmeyi seviyorum. Ve bir yandan ne kadar hüzünlü olduğunu düşünüyorum, o tavana bir başka flama asma fırsatın olmayacak” diye takılıyordu. Bird’ün yanıtı ise “Sen önce üçüncü yüzüğünü kazan, sonra flamalardan konuşalım” oluyordu. Majesteleri akabinde Magic Johnson’a, “Artık Los Angeles’a gitmek eskisi kadar eğlenceli değil. Şimdi iki çocuğumu alıp seyahate çıkabilirim. Ama sen dönersen saygı ifadesi olarak sadece bir çocuğumu alıp gelirim” şeklinde sataşıyordu. Ünlü gazeteci David Halberstam’ın Playing for Keeps: Jordan and The World He Made kitabında anlattığı bu hikâye, büyük kanaat önderi olarak basketbol tarihinde bir çağı kapatıp diğerini açan isimlerin kendi aralarında dahi liderlik konusunda atışmaktan geri kalmadıklarını gösteriyordu. Ego, Örümcek Adam’ın ‘Venom’u misali onları da ele geçiriyordu. Delilik-dahilik sınırında gezinen karakterleri bu yıldızları bir başka seviyeye taşıyordu.
İskoç düşünür Thomas Carlyle, 1840’larda bu özelliklere sahip olduğunu iddia ettiği büyük insanlar üzerine, bugünlerde dahi tartışılan bir teori ortaya atıyordu. Carlyle, altı ayrı konferansta ve bölümde açıkladığı düşünce sistemini ‘kahramanlara tapınma ve toplum olaylarında kahramanlık’ üzerine kurmuştu. Ona göre ‘Dünya Tarihi’ yeryüzünde çalışıp çabalamış olan ‘Büyük İnsanlar Tarihi’ydi. Yeryüzünde başarılmış olan her şey, o adamların fikirlerinin gerçeklik kazanmasından ibaretti. Carlyle durumu şöyle ifade ediyordu: “Hiç tereddütsüz diyebiliriz ki, bütün dünya tarihinin ruhu, büyük adamların tarihidir.”
Carlyle bunu Napolyon, Jean-Jacques Rousseau, Norveç mitolojisinden Odin, Shakespeare, Goethe, Luther, Büyük İskender gibi isimler üzerinden değerlendirmişti. Bir nevi kendi Rüya Takımı’nı kurmuştu. Acaba Carlyle’ı ‘ışınla beni Scottie’ ile bugünlere taşısak ve yedinci konferansı vermesini istesek, biraz da spor dünyasına kafa yorup nasıl bir liste çıkarırdı? En başta Magic Johnson, Michael Jordan ve Larry Bird kendilerine ait locada yerlerini alırdı. Muhammed Ali ise ‘The Greatest’ kavramının öncüsü olarak Jim Thorpe, Paavo Nurmi, Emil Zatopek gibi isimlerin çok az önünde de olsa kendine ilk yer bulanlardan olurdu. Peki neden? Ali’nin farkını, boks ve kültür tarihindeki yerini derinlemesine anlatacak çok öykü var. New Yorker’ın Genel Yayın Yönetmeni David Remnick King of The World kitabında bu farkı tek bir paragrafta anlatmıştı:
“1964 yılında Sonny Liston ile beraber o ringe çıktığı akşamda, Muhammed Ali (o zamanki adıyla Cassius Clay) devamlı dans edip konuşan, rahatsız edici bir çılgın gibiydi. Altı raunt sonrasında Clay sadece yeni ağır sıklet boks şampiyonu değildi artık; o ABD’nin ırkçı politikalarını, popüler kültürünü ve kahramanlık kavramlarını değiştirip yeniden yaratan yeni tarz bir siyah adamdı.”
Muhammed Ali’nin dünyayı sarstığı 1960’lı, 70’li yıllar gezegenin her noktasında siyasi, sosyo-ekonomik, kültürel dönüm noktalarına sahiptir. Sinemada Star Wars’tan All The President’s Men’e uzanan bir yelpaze ortaya çıkarken, basketbolda uzunlardan bayrağı devralan Oscar Robertson, Jerry West, Walt Frazier gibi kısalar hükümdarlıklarını kurmuşlardı. Lakin 70’lerin sonunda NBA zor bir viraja girmişti. Bird ve Magic sahneye çıkana kadar oyuncuların edindiği kötü alışkanlıklar, dağınık maddi yapı ile birlikte ligi çöküşe götürüyordu. Bu ikilinin Jackie MacMullan’ın yazdığı When the Game Was Ours kitabında da ayrıntılarıyla anlatılan rekabet ve dostluklarının yarattığı pozitif dalgalar yeni kıtanın da ötesine taşmaya başlamıştı. Eski kıtada ise Drazen Petrovic, Nick Galis, Arvydas Sabonis ve Brezilyalı Oscar Schmidt gibi basketbol devrimcileri başka bir çağı başlatıp her şeyi yeniden tanımlıyordu.
1980’lerin toplumsal değişimleri bilhassa ABD’de ‘Büyük İnsanlar Teorisi’ne inancı kuvvetlendirmişti. Ronald Reagan’ın ABD’liler için başkanlıkta yaptıklarını, sporcular kendi kulvarlarında tekrarlıyordu. Hiper bireysellik dönemiydi ve kahraman kültü konsolide olmuştu. Özellikle Amerika’dan tüm dünyaya kahraman mitleri yayılıyordu. Bunlara rağmen Carlyle tarihte biraz daha geriye, fiziksel olarak dev titanları hatırlatan büyük basketbolcuların zamanına gitmek isterdi. Kronos ve Kriyos misali Bill Russell ile Wilt Chamberlain’in rekabeti teorinin merkezine oturabilir, yanlarına Kareem Abdul Jabbar eklenirdi. Bu isimlerden Chamberlain oyunu domine edişi veya bir maçta attığı 100 sayı ile öne çıkar gibi olurdu. Aslında bunu Carlyle’ın listesine dahil olabilecek başka bir isme, Jerry West’e sorabiliriz.

NBA’in logosundaki efsane 1980 yılında yaptığı açıklamada “Kareem büyük, çok büyük bir basketbolcuydu. Aman tanrım, basketbolu daha önce oynamış herkesten daha çok şey yaptı. Wilt ise büyük bir güçtü, oyunu tamamen domine ediyordu. Al topu ve sayı yap. İnsanlar, Kareem’in de aynı şeyi yapması gerektiğini düşündü. Ama hayır! Onun büyüklüğünü bu göstermeyecekti. O bir basketbolcu. Bir basketbolcu!” diyerek farkını göstermişti. Russell bu denklemde daha çok savunma ustalığı ve liderliğiyle hatırlanıyor. Çünkü o sadece kazanmayı arzulayan ama gerçekten takıntı derecesinde arzulayan bir büyük adamdı. Mesela spor yazarı Bill Simmons bu karakter özelliğine ‘Jordruss geni’ adını takmıştı: Jordan ve Russell’a özel bir kromozom paterni. Bu takıntı Russell’a iki elinin de yetmediği kadar (11) yüzük kazanmasını sağlamıştı. Kazanma DNA’sı dediğimizde akıllara gelen tek isim Russell değil. Belki de bu noktada Carlyle’ın gözü Belçikalı bir adamın büyüklüğüne hayran kalarak potalardan iki tekere dönebilirdi.
Kaybetmeye Katlanamayanlar
İskoç düşünürün listesine alabileceği Eddy Merckx’i 1960’ların ünlü İtalyan bisikletçisi Dino Zandegu şöyle anlatmıştı: “Bir çocuk gelmişti, yeniydi. Belçikalı bu çocuk cüsseli, yakışıklı, çıkık elmacık kemikliydi. Sakin ve iddiasız gözüküyordu. Fakat çok çabuk farkına vardık ki, bisiklet üzerinde çok acımasızdı. Bize her açıdan yaklaştı, her birimizi ayrı ayrı parçalara ayırdı. Canımıza okudu. Azgın bir vahşi adam, bir barbar gibi. En iyi futbolcu ya da en iyi kayakçı olabilirdi, hatta en büyük boksör bile olabilirdi, o ise sadece bisikleti seçti. Ama Merckx de diğer büyük sporcular gibi hayatında o büyük dramayı barındırıyordu; kaybetmeye tahammül edemezdi. Buna katlanamazdı.”
Her şeyi kazanmaya çalışıyordu ‘Cannibal’ lakaplı Flaman. Kartacalı Hannibal’in dağları aşması gibi her engeli aşabiliyor, Hannibal Lecter tarzı ustalık, zekâ ve şeytansı bir gaddarlıkla önüne kim gelirse alt ediyordu. Bisikletin büyük insanları aslında bizim yaptığımız gibi film karakterlerinden çok hep mitolojik kahramanlara benzetilmişti. Ernest Hemingway’den Antoine Blondin’e kadar birçok edebiyatçı, bisikleti yazmaktan kendini alamamıştı. Roland Barthes onlardan biriydi. ‘Kusursuz kahraman’ olarak nitelendirdiği Fausto Coppi’ye, “Bisiklet üstünde, tüm erdemleri kendinde toplamış. Korkulan hayalet” diyordu. Lüksemburglu büyük tırmanışçı Charly Gaul’e ise ‘dağların meleği’ lakabını takmıştı. Barthes, “Gamsız çocuk, ince, sakalsız, pervasız oğlan, dahi delikanlı ve Fransa Bisiklet Turu’nun Rimbaud’su görevinde. Kimi zamanlar, bir tanrı yerleşir Gaul’ün benliğine, o zaman doğaüstü yetenekleri karşıtlarının üzerine gizlemli bir tehdit gibi çöker” diye anlatmıştı Gaul’ü, Bir Destan Olarak Fransa Bisiklet Turu yazısında.
Bisikletin mitolojik kahramanları, büyük savaşçı Aşil ya da Ajax’ta olduğu gibi bir yerde kırılganlık gösterebiliyordu. Hatta adını mitolojik dev savaşçıdan alan ünlü Ajax futbol kulübü ve Hollanda’nın efsanesi Johan Cruyff da bu tarz kırılganlıklar yaşayanlardandı. En az Maradona ve Pele kadar kadar zeki, kararlı, karizmatik, korkusuz lider olmasına rağmen bu isimlerin ardından söylendi her zaman. Carlyle’ın teorisi içine girebilecek futbolcular hep 10 numaralar üzerinden konuşulabilir. Bir başka özel oyuncu Ruud Gullit bu konuda bize yardım edebilir: “Bir takımın en etkili oyuncusu olmak sizi en iyi 10 numara yapmaz. En iyi 10 numaraları düşündüğüm zaman, liderlik özelliklerini muhteşem futbolculuk kabiliyetleri ile birleştirebilen oyuncular aklıma gelir. Hem bireysel olarak harikadırlar, hem de çevrelerindeki oyuncuları daha iyi yaparlar. Onları müthiş orkestraların şefleri olarak düşünmek hoşuma gider.”
Hem Ampül Hem Edison
Terzi kendi söküğünü dikmiş gibi, ne dersiniz? Gullit’in bahsettiği isimlere uyanların başında Pele, Eusebio ve tabii ki Maradona gelir. Yakın zamanda Roberto Baggio, Eric Cantona, Zinedine Zidane, Michel Platini ve 9 numara olsa da fenomen Ronaldo gibi isimlerle bu akım genişletilebilir. Efsane ‘Kara Örümcek’ Lev Yaşin ise bu görevi geriden ifa edebilen büyük general kaleciydi. Fakat Alfredo Di Stefano hepsinden ayrılıyordu. O polisiyepolitik hikayede Real Madrid’e gitmek yerine Barcelona’da kalsaydı tarihte Fringe dizisindekine benzer büyük bir kırılmayla paralel evren oluşabilirdi. Çok yönlülüğü, komple oyunu ve Ferenc Puskas ortaklığıyla tarihe imzasını attı. Belki de bayrak ondan Cruyff’a geçmişti. Ama Hollandalının ayrıldığı nokta hepsinden daha büyük bir futbol düşünürü olmasıydı.
Walter Isaacson’ın The Innovators kitabında bahsettiği Bill Gates, Steve Jobs, Alan Turing gibi isimlere benziyordu, yenilikçi-mucit gibiydi. Simon Kuper tıfıl ‘Sarı Fare’yi, Futbol Adamları kitabında “Hem ampül hem de Edison’du. İngiliz ya da Brezilya futbolunu bulan ‘tek bir adam’ tanımlamak neredeyse imkansızdır. Ancak Cruyff -Ajax’taki teknik direktörü Rinus Michels ile- Hollanda futbolunu bulan adamdır” diye tarif etmişti. Franz Beckenbauer ile birlikte Cruyff oyunun yönünü değiştiren isim olmuştu. Bu seviyedeki yıldızlar en zor anlarında, yani kaybettiklerinde onlara iyi davranmanız gerektiğini hissettirirler. Keza Merckx hiçbir zaman Fransa Bisiklet Turu’nu kaybettiği ilk yıldaki (1975) kadar popüler olmamıştı. Cruyff’un veliahtlarından ‘Uçamayan Hollandalı’ Dennis Bergkamp veya ‘Rembrandt ruhlu’ tarihin en zarif golcüsü Marco Van Basten de bunu yaşamıştı. Bütün bu büyük kahramanların benzersiz numaraları vardır. Büyüklükleri, paha biçilmez dehalarının doğaçlamaya, deneye, dönüşüme açık olmasıyla başka bir noktaya çıkar. Büyük ödüllere sadece teknik hünerleriyle değil, kimsenin aklına bile gelmeyecek fikirlerle ulaşırlar. Michael Schumacher, Ayrton Senna, Giacomo Agostini, Valentino Rossi, Juha Kankkunen, Colin McRae gibi motor sporları efsaneleri bu sınıfın daimi temsilcileri arasındadır. Bu isimlerden Senna ve Schumacher, dünyanın en tehlikeli sporlarından birini icra edip sınırları zorlarken, bindikleri aracın teknolojik gelişimi için mühendis edasıyla fikirler üretirdi.
Gerçek hayat kusursuz değildir. Zorlanan sınırlar sizi bazen Senna gibi o icra alanında, bazen de Schumacher gibi o kadar zorluğu aştıktan sonra hayatın acımasızlığı ile burun buruna getirir. Üstelik bazen sportif aksiyonu yönetmekten çok daha karmaşık bir süreçtir bu. Yaşam içerisinde bir viraj dönmekten ya da bir tenis maçının final setindeki maç puanında çözüme ulaşmaktan daha zor anlar yaşayabiliyoruz. Sergei Bubka ve Javier Sotomayor’un kırdıkları dünya rekorlarından daha yukarılarda sorunlarla boğuşabiliyoruz.
Önyargılar ve korkular, bu nehrin kaynağı. Tüm zamanların en iyi atleti kabul edilen Jesse Owens bile bir dönemler ten rengi nedeniyle ülkesinde değer görmeyip yüzüstü bırakılmıştı. Nazi Almanyası’nın düzenlediği 1936 Berlin’de kazandığı dört altın madalya ve Hitler’e karşı duruşuyla unutulmaz bir hikâyeye imza atan Owens, o engelleri aşması yetmemiş gibi ülkesindeki önyargılarla da boğuşmak zorunda kalmıştı. Bir başka Olimpiyat kahramanı ünlü yüzücü Mark Spitz, Münih 1972’de yedi altın madalyasını boynuna takarken Olimpiyat Köyü’nde gerçekleşen terör eyleminde insanlar canlarını kaybediyordu. Abebe Bikila ise 1960 Olimpiyat Oyunları’nda faşizmin o dönemdeki membağında çıplak ayaklarıyla koşarak ulaştığı maraton zaferinden sonra Afrika’nın çığlığı oluyordu. Büyük adam olmanın başka bir tanımını yapmıştı. Direnişi, kararlılığı ve ayakları kadar çıplak ruhuyla önyargı ve tabuları yıkmıştı.
Bir İskoç olarak düşünürümüz için golf yıldızları vazgeçilmezler arasında olurdu: Jack Nicklaus, Arnold Palmer ve ve Tiger Woods. Tarihin en büyük güreşçilerinden olan, bu yüzden ‘Büyük İskender’ lakabı takılan Aleksandr Karelin de kadroya güç timsali olarak girerdi. Aleksandr Popov havuza başka bir estetik getirmişti. Michael Phelps ise başka bir sınıftaydı. Onu aslında Michael Jordan, Bill Russell, Eddy Merckx kazanma kodlu kromozom grubuyla eşleyebiliriz. Son dönemde hakkındaki doping şüpheleri artsa da bu gruba dahil olan efsane Carl Lewis bu konuda farklı bir sınıflandırma yapmıştı:
“Tek bir isim veremem ama Roger Federer, Michael Jordan, Wayne Gretzky, Steve Redgrave ve Jesse Owens inanılmaz sporculardır. Sadece ilham kaynağı olmakla da kalmamış, oyunu değiştirip kendi dönemlerinde sporun tanımını baştan aşağı yenilemişlerdir.”
İlham kaynağı olup sporun tanımını yenilemek konusunda Federer’in ardından Björn Borg ve John McEnroe geliyordu. İki kez sezon grand slam’i yapan tek isim Rod Laver öncüydü. Kimileri için hem iyi hissettiren ikinci bahar hikayesiyle hem de yazdığı otobiyografisiyle Andre Agassi, kimileri için de Boris BeckerIvan Lendl-Stefan Edberg üçlüsünden biri tercih sebebidir. Ya da Pete Sampras.
Carlyle’ın teorisinde eleştirilen yanlardan biri de kadın kahramanlardan söz etmemesidir. Burada sözü, Amerikan spor kültürünün en önemli yazarlarından Frank Deford’a bırakmak lazım: “Spor yazarı olarak bir pişmanlığım varsa o da -erkek egemen spor dünyasında- çok fazla kadından bahsetme fırsatı yakalayamamış olmak.” Bunları yazan Deford’un en iyi yazılarından biri Billie Jean King hakkındadır. Başarılarının yanında kadınların teniste erkeklerle eşit haklara sahip olması için çalışmasıyla da damgasını vurmuştu. Martina Navratilova ise eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra önyargıları kırma konusunda yaptıklarıyla fark yaratmıştı.
William Faulkner’ın bir yerde dediği aklıma geldi: “Geçmiş asla sona ermez, hatta geçmez bile.” Bu spor dünyası ya da Büyük İnsanlar Teorisi teorisi için de geçerli mi, bilemiyorum. Ne de olsa artık zamanın ruhu çok çabuk değişiyor. Sözünü edemediğimiz çok eski kahraman oldu. Lionel Messi, Usain Bolt, Fabian Cancellara, Serena Williams, Lindsay Vonn, Ole E. Björndalen ise günümüz büyük insanları adaylarından bazıları. Yazar Lucy Hughes-Hallett da şöyle diyor: “İyi ahlak, kahramanlık mertebesi için şart olan vasıflardan biri değil. Tam tersine, kahraman olmanın özünde eşsiz ve taklit edilemez olmak yatar.” Yolda bazı hayal kırıklıkları yaşasak da hâlâ duvarımızdaki posterlerin yerini kimse tutamıyor. Onlar eşsizdi işte!