Büyüme Sancıları

15 dk

Garip isimli müzik gruplarına aşina olanlar, Son Feci Bisiklet'i de yakından tanıyor. Grup üyeleri Arda Kemirgent ve Can Sürmen'le yolculuklarının başlangıcını, bugünü ve geleceği konuştuk...

Son Feci Bisiklet

İstanbul’da basık, nemli ve pek de insan görmek istemeyeceğiniz bir akşamüstü... Socrates Bistro’da oturuyor ve Son Feci Bisiklet’in solisti Arda Kemirgent ile davulcusu Can Sürmen’i bekliyorum. Can’ı daha önceden sosyal medya aracılığıyla tanıyorum, o da benim gibi bir Arsenal taraftarı ve bildiğim tek ortak noktamız bu. İlk gelen kendisi oluyor. Dışarıda mı, içeride mi oturalım ikilemine hızlıca bir cevap bulup kaldırım tarafındaki masalardan birine çöküyoruz. Bira önerimi “Arda’yı bekleyelim” diyerek yanıtlıyor Can, henüz biraz zamanımız var.

Arsenal’dan, gidilen/kaçırılan konserlerden, yanımızdan geçen eski sevgililerden, çılgın atan döviz kurlarından, bisikletine müzik seti takıp dolanan çocuktan söz ediyor ve nihayetinde “İşler nasıl?” faslından geçiyoruz. İşler hepimiz için “Eh işte” kıvamında; iklim sıkıntılı, hem de her yönden... Derken Arda geliyor, “Bira?” diyorum, “Olur” diye yanıtlıyor, üç biranın şahitliğinde konuşmaya başlıyoruz. Az sonra okuyacağınız muhabbet nihayete erdiğinde ise kayıt cihazının ‘stop’ tuşuna basıp kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Yağmur bulutlarına bakarak Robert Plant konserinden vazgeçtiğimiz saatler içinde masa sürekli yenileniyor. Sohbet giderek gevşiyor. Yurtdışı ile denetimli bir müzakere sürecine giriyor, yan masalardan sigara takviyesi alıyor, en kısa sürede yeni bir masada buluşmak üzere sözleşiyoruz. Ve ben, herkesin az daha oturası olduğu bir noktada gelen telefonla birlikte, kayıp bir kedinin peşine düşmek için masadan kalkıyorum

Bir sonraki masada onlara kediyi nasıl yakalayamadığımı anlatacağım ama öncesinde sizlerle, bir saatlik sohbetimizin satır başlarını paylaşmam gerekiyor...

Şu ana kadar size kimsenin sormaya cesaret edemediği bir soruyla başlamak istiyorum: “Neden Son Feci Bisiklet?”

Can Sürmen: Şimdi bir yalan söylemek istiyorum aslında ama bizi sevenlerin inanmasından korkuyorum.

Arda Kemirgent: Ben de tam tersi; sevenlerin değil de düşmanların inanmasından korkuyorum. Ama şu kesin; hiçbir manası olmaması için özel çaba sarf edilmiş bir şeye benziyor. Dadaizm de böyleymiş; bulan adam, “Sözlüğü açacağım ve ilk bulduğum kelimeyi bu akımın ismi yapacağım” demiş. (Editör notu: Dadaizm akımının isminin nereden geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, en yaygın hikâyeye göre öncülerinden Richard Huelsenbeck, Fransızca sözlükte rastgele bir yere bıçak saplıyor ve bıçağın saplandığı yerde de ‘oyuncak tahta at’ anlamına gelen “dada” sözcüğü bulunuyor.) Bizimki de Son Feci Bisikletizm gibi bir şey işte, kendi beyinlerimizin derinliklerinden çıkardığımız boktan bir isim.

Tek hatırladığım; uzun bir şey olmasını istiyordum ve hatta ilk basçımız Efe, Gölgelerin Gücü Adına ismini öne sürmüştü, ben de beğenmiştim ama He-Man’in sözü ya, şimdi durduk yere telif yeriz diye vazgeçtik ondan. Bir de bizle ilgili her şeye He-Man fotoğrafı koyacaklardı... Hoş, şimdi de bisiklet koyuyorlar yani, çok da bir şey değişmedi aslında.

Can: Arda’nın beni arayıp “Son Feci Bisiklet koyuyoruz” dediğini, benim de “Saçmalama abi, gerçekten böyle bir şey yapmıyoruz, değil mi?” diye yanıtladığımı hatırlıyorum. Bu yaşandı yani, bunu konuştuk, sonra Son Feci Bisiklet koyduk.

Arda: Abi, asıl neredeyse Merhaba! Son Feci Bisiklet oluyordu grubun ismi, oralardan döndük. Godspeed You! Black Emperor grubu var ya hani, ona benzer bir şey olsun istiyordum...

“Acaba yapmasa mıydık?” dediğiniz oluyor mu peki?

Arda: Tabii canım, olmaz mı?

Grubun isminde bir gariplik var ama ilk albümdeki şarkı isimlerinde de benzer bir durum dikkatimi çekiyor; Uzaydan Geldiğine Göre Yorgun Olmalısın, Varoluşum Yokuşu, Bikinisinde Astronomi... Ama sonra, diğer albümlerle birlikte şarkı isimleriniz de normalleşiyor. Ne oldu o arada, büyüdünüz mü?

Arda: Galiba... Sonuçta başladığımız dönemde bir olgunluk sürecinden geçmemiştik. Bir de tanınmıyorduk abi, bilinmiyorduk. Üç kişilik bir mevzuydu bu, tamamen kendi kendimize çalıp oynuyorduk. Biraz da çıkıntı olmaya çalışıyorduk herhâlde ama sonrasında bu değişti. Nihayetinde şarkı ismiyle ilgi çekmeye çalışmak çok saçma bir şey. Ama dediğim gibi; bilinmekle bilinmemek arasında çok fark var. Uzaydan Geldiğine Göre Yorgun Olmalısın’ı en başta ben ve 15 arkadaşım biliyordu. Bu kadar insana ulaşacağını bilsem sadece Uzaydan koyardım belki adını.

İşin içinde bisiklet var, ben de spor dergisiyiz diye ucundan yakalarım belki umuduyla soruyorum; bisikleti spor olarak takip ya da kullanma gibi bir durumunuz var mı?

Can: Valla ben de sizin dergiyle takip etmeye başladım, Caner Abi falan...

Arda: Dergiden önce tekerleğin icadından haberi yoktu Can’ın! Benim açımdan da izlemesi değil de binmesi dünyanın en zevkli şeyi galiba. Şimdi neden binmediğimi bilmiyorum ama... Eskiden çok kötü bir kaza geçirmiştim, 20 dikiş atılmıştı bacağıma, ondan olabilir.

Sıfırdan başlayan bir grup olarak, ilk nerede işlerin olumlu anlamda değiştiğini hissettiniz? “Oluyor lan galiba” hissiyatından bahsediyorum tam olarak...

Arda: Onlar yavaş yavaş oluyor, fark etmiyorsun, suyun yavaş yavaş ısınması gibi. Biri seni sokakta görüp fotoğraf çektirmek isteyince “Bir tane elemandı o, ünlü değilim ben” diyorsun. Mesela bir gün metroda Akbil’im bitmiş, kart arıyorum, biri geldi, “Sen kimdin ya?” falan dedi, söyledim, sonra kart bastı adam benim yerime ama bu çok basit bir tesadüf yani, anlatabildim mi? Devamında bu 8-10 oluyor, “Allah Allah” diyorsun, yine de çok yavaş ve hissettirmeden ilerliyor bu süreç.

Can: Arda haklı, hâlâ da o süreç işliyor bu arada. Yakın zamanda bizim Antalya konserine bilet kazandım ben mesela. Twitter’da konser duyurusunu retweet’lemiştim, meğer çekilişle bilet veriyorlarmış, bana çıktı, fotoğrafımla falan kazandığımı duyurdular ama tanımıyorlar yani.

Arda: Benim bu konuda çok saçma bir hikâyem var... İstiklal’de Divan diye bir mekan var, arada gidip takılıyoruz. Bir gün orada oturuyorum kız arkadaşımla, aniden Bikinisinde Astronomi çalmaya başladı. “Herhâlde DJ ben buradayım diye kıyak yapıyor” dedim. Sonra bir döndüm arkamı, meğer arka masada bir herif sevgilisine evlenme teklif ediyormuş, o yüzden istemiş şarkıyı. Adamla göz göze geldik böyle, herif benim söylediğim şarkıyla evlilik teklif ediyor ama beni asla tanımıyor yani. Ben de ısrarla baktım, benim orada olduğum hissedilir sandım, kafayla selam verip kutlayayım bari dedim ama yok... Kızın sevdiği şarkıydı muhtemelen.

Türkiye’de son beş-altı yılda birçok grup çıktı; siz, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar, Yok Öyle Kararlı Şeyler, Dolu Kadehi Ters Tut, biraz daha öncesinden Büyük Ev Ablukada... Bunu neye bağlıyorsunuz? Önce onu sorayım, devamında bir sorum daha var; 90’lar sonu 2000’ler başında da yakın aralıklarla Athena, Duman, Mor ve Ötesi, Kurban vb. çıkmıştı. Bir benzerlik görüyor musunuz bu açıdan?

Arda: Benzerlikten öte bir fark var aslında; bahsettiğin dönem, hâlâ plak şirketlerinin dönemiydi. Onların bir yere gidip kendilerini beğendirmesi, yapımcıların da “Tamam lan, ben alternatif müziği destekleyeyim biraz” demesi gerekiyordu. Sonra internet ile birlikte bu yapı çöktü. Herkes stüdyo açmaya başladı. Kayıt stüdyosuna ihtiyacın bile yok belki şu an; iyi bir telefon, birkaç iyi aletle evde işini görebilir hâle geldin. Bu da bizim gibi insanlara özgürlük verdi. Yakın dönemdeki mahsullerin en büyük avantajı budur muhtemelen.

Bir düşünsene; Athena döneminde acaba kaç gruba “Abi Athena tamam da siz gelmeyin artık” denmiştir. Unkapanı’ndaki bir adamın inisiyatifindesin tamamen. Şimdi öyle değil, her şey daha demokratik. Eskiden 50 bin doların yoksa albüm çıkaramıyordun ama şimdi 1000 liralık bir telefonun varsa albüm kaydediyor, internete koyuyor ve beğenilebiliyorsun. Sonrasında plak şirketi kendi geliyor.

Napster’ın ilk çıktığı dönemi hatırlıyorum, Metallica ile kavgaları falan... Devamında işte Last.fm, Soundcloud, YouTube, Spotify vs. derken bugün nasıl bir noktaya geldik sizce? Bu kadar kolay ve basit erişilebilir olmak, işin kıymetini azaltıyor mudur mesela?

Arda: Bu çağda bu sektöre giren bir müzisyenin “Ben biraz daha az kazanacağım” demesi gerek galiba. Eskisi gibi “Bir milyon albüm sattım” falan kalmadı; sırf alternatif sahne değil, popçular için de aynısı geçerli. Oraları geçtik artık.

Can: Ben sadece tüketim toplumu olarak özetleyebileceğimiz bu davranış biçiminden rahatsızlığımı dile getirebilirim belki; bizimkiler de dâhil her şey çok hızlı tüketiliyor. Hatta bazen o kadar hızlı gerçekleşebiliyor ki bu, “Yeni albüm ne zaman gelecek? Hadi artık!” diye mesajlar geliyor mesela, oysa son albüm çıkalı bir ay olmuş daha. Ne ara dinledin de sıkıldın?

Ben biraz kaset çocuğu sayılırım ve eskiden kasetten albüm dinlerken gerçekten albümü dinlerdin; başlardın, biterdi, hâliyle çabukça posasını çıkaramazdın hiçbirinin. Bu yüzden de hâlâ birçok albümde şarkı geçişleri aklımdadır; bir şarkı bittiğinde diğerinin girişi canlanır kulağımda. Şimdi albüm dinleyen kaldı mı, bilmiyorum mesela...

Can: Yavaş yavaş tekrardan bir dönüş var gibi geliyor bana ki bu çok önemli; albümün bir hikâyesi var sonuçta, baştan sona dinlemen lazım anlamak için.

Arda: Albümdeki şarkıların sırası çok önemli, yemek gibi biraz; ben bir antre veriyorum önce sana, hazırlıyorum seni, sonra ana yemek koyuyorum önüne, sonda da bir tatlı getiriyorum. Bunlar gelişigüzel belirlenen şeyler değil ki... Ben hep böyle müzik dinledim. En çok The Beatles dinlerdim, onda da açardım, birinci şarkıdan sonuncuya kadar dümdüz giderdim. Çünkü o hikâye öyle bitiyor ancak; yarısında çıktım, başa döndüm, sonunu kaçırdım dediğin noktada ortada hikâye falan kalmıyor. Sen Michelle’i dinle yine tabii, Yesterday’i dinle ama hikâye o değil.Sırf bu yüzden, Arctic Monkeys’in son albümünü çok sevdim. Hiçbir şarkıyı ön plana çıkarmadı adamlar. Tamam, Four Out Of Five biraz sıyrıldı aradan ama aslen insanlar bütüne odaklansın istediler. Mükemmel bir albüm değil belki, tam oturmamış olabilir parçalar ama herkes onlar gibi yapsa daha güzel müzikler dinliyor olurduk.

Can, senin Arsenal taraftarı olduğunu biliyorum, ne zaman başladı bu tutkun?

Can: 2000’de Arsenal’ın Galatasaray’la UEFA Kupası Finali vardı, orada tanıştık ve bir sempati geliştirdim diyeyim. O meşhur Fever Pitch’i falan hep sonradan okudum, okuduğum sırada Arsenal’ı tutuyordum zaten. Benim İngiltere’ye ve Londra’ya özel bir sevgim vardı hep, bundan 6-7 yıl önce de bir gün şans eseri Arsenal maçına gittim, Everton’la oynuyorlardı, o gün o statta hissettiğim duygu gerçekten çok başkaydı. Fenerbahçe maçlarında yaşamadığım bir his yaşadım, abartmışımdır belki, bilmiyorum ama her şey orada netleşti. Bunda, Türk futbolundaki son 10 yıllık dönemin karanlığı da etkilidir.

Arda: Aslında ben de Arsenal’ı tutuyorum ama ismi çok güzel, benimki ondan. FIFA’da falan Arsenal’ı alıyorum.

Ankara orijinli bir grupsunuz ve Ankara, benim hatırladığım, genelde üzgün çocuklar sunmuştur müzik piyasasına. Şehrin havası, suyu, iklimi etkili mi bunda?

Can: Muhakkak etkisi vardır. En basitinden, ben Ankara’da sabahtan akşama kadar davul çalıyordum. Sonra akşam çıkıyordum tabii ama fazla imkân yoktu. Belli ritüeller üzerinden döner orada hayat.

Arda: Bir resim çizerken sana renkleri şehir veriyor sonuçta. Ben son albümün şarkılarını İstanbul’da yaptım ve hâliyle onları İstanbul’un renkleriyle çizmiş bulundum. Sonunda yaptığımız ve etkilendiğimiz müzik aynı, bu farkları yaratan bir şeyler olmalı. Bilinçli bir çabaya da gerek yok; İngiltere’den çok depresif müzik çıkıyor çünkü herifler yağmur görüyor. Yağmur gördükleri için de yağmurla ilgili şarkı yapıyorlar.

ABD’de de İngiltere’ye en yakın müzik Seattle’da yapılır ki Seattle da ABD’nin iklim açısından en İngiliz yerlerinden biri...

Arda: Doğru, tam da böyle...

Ankara’ya dönelim; orada Gençlerbirliği ve Ankaragücü’nün şekillendirdiği bir futbol kültürü var. Siz bunun içine dâhil oldunuz mu hiç?

Can: Ben sporla daima ilgiliydim ama Ankara’da o kültürü hiçbir zaman tam olarak içimde hissedemedim. Metal müzik dinliyordum ortaokul-lise yıllarında, Kızılay’da otururduk arkadaşlarla beraber, Ankaragüçlüler gelip bizi döverdi. Bundan uzak hissettim belki.

Arda: Ben sporla daima ilgiliydim ama Ankara’da o kültürü hiçbir zaman tam olarak içimde hissedemedim. Metal müzik dinliyordum ortaokul-lise yıllarında, Kızılay’da otururduk arkadaşlarla beraber, Ankaragüçlüler gelip bizi döverdi. Bundan uzak hissettim belki.

Ankara’da doğup büyümüş iki Fenerbahçelisiniz, bu tutku nasıl başladı?

Arda: Benimki tamamen karaktersiz bir tercihti. Çok net hatırlıyorum; ben altı yaşındaydım, abim de dokuz, ikimiz de Galatasaray taraftarıydık. Babam Beşiktaşlı, annem de Fenerbahçeli, hiç alakamız yoktu yani. Sonra bir gece annem abimle bana, Fenerbahçe maçı vardı o sırada, “Lütfen, hadi bu gece Fenerbahçeli olun artık” dedi. Biz de “İyi peki madem” dedik

Can: Benimki tamamen aileden geliyor; babam Fenerbahçeli, ben de o yüzden Fenerbahçeliyim.

Aziz Yıldırım-Fenerbahçe birlikteliğinin sona ermesiyle ilgili görüşlerinizi almak isterim...

Arda: Aziz Yıldırım’ın tahtına bu kadar sarılmaması gerekiyordu. Kendi imajını zedeledi bence. Zaten hiç kimsenin, hiçbir mevkide 10 yıldan fazla durmaması lazım. Bu sporda da böyle, siyasette de... Aziz Yıldırım için de aynısı geçerli, Recep Tayyip Erdoğan için de... Bu insanların kendilerine sormaları gereken bir soru var bence: “Bu kadar uzun süre yönetimi elinde tutan liderlere ne oluyor sonra?” Bunun cevabı, büyük bir çoğunluk için olumlu değil. Ama kimsenin aklına, “Ya ben bu işi hakkıyla yaptım, artık çekileyim” ya da “Benden daha genç ve bu çağın gereksinimlerine uygun birine koltuğu devredeyim” demek gelmiyor.

Can: Bence Fenerbahçe için çok iyi oldu ama şunu da eklemek lazım; kimse kendini “Ne olursa olsun o gitsin” cümlesindeki ‘o’ noktasına getirmemeli. Aziz Yıldırım bunu başarabilse, çok daha iyi hatırlanırdı.

Ankara demişken size Melih Gökçek travmalarınızı da soracağım tabii...

Arda: Şimdi Can’la konuşsak, bir anda Melih Gökçek’le ilgili kötü bir anı gelmeyebilir aklımıza; benim evimi yıkmadı çünkü, Can’ın da keza... Ama bir şeyi asla unutmayacağım; bir gün bir vatandaş belediyeye dava açmış, ulaşım hizmetlerindeki fiyatlar yüzünden, mahkemeyi de kazanmış. Bir gecede bilet fiyatları yarı yarıya düştü Ankara’da. Sonra gündüz bir uyandık, seferler yarıya indirilmiş. Neden? Belediye bu fiyatlarla zarar ediyormuş, o yüzden seferler de yarıya indirilmiş. Ulan belediyesin sen; birinci amacın kâr etmek değil, hizmet vermek. Ama adam o sabah, koca bir şehri rehin tuttu resmen, gündelik hayatı felç etti, sırf bu yüzden hem de...

Kimse işine gidemiyor ya, kimse! AKP’lisi, CHP’lisi, öyle bir durum da değil bu; Çankaya’daki seferler yarıya indiyse Keçiören’dekiler de indi, belli bir zümreye kesilmiş bir ceza değil yani, herkesten çıkardı acısını. Sonra ne oldu? Ertesi gün hemen eski fiyatlara dönüldü. Bunları yaşadık biz.

Müziğe dönüyorum; son beş-altı yılda internetin de etkisini artırmasıyla birlikte 60’lar, 70’ler Türk müziğini, özellikle de psychedelic tarafı, yeniden keşfetme gibi bir durum var. Sizde durum nedir?

Arda: Bizim de çok eskiye dayanmaz herhâlde. Orhan Gencebay’ı, Neşet Ertaş’ı biliyordum elbette ama psychedelic bir tarafları varmış, şarkı girişlerinde dört dakikalık bağlama intro’ları vs. olurmuş, bunları ben de çoğu insan gibi geç keşfettim. Daha erken tanışsaydım, belki başka şarkılar yapardım, insanlarla lisanım biraz daha tutabilirdi; çünkü bizim ilk albüm mesela, dinlediğim yabancı grupların Türkiye şubesi olmaya çalışan bir şeymiş gibi duruyor. Ama yavaş yavaş, her albümde olgunlaşıyoruz.

Siz işin müzik tarafındasınız, biz de yazı-çizi tarafındayız. Ben kendime ve eski yazdıklarıma dönüp bakıyorum; 18-19 yaşında Charles Bukowski okuyup ona özenen, dünyayı keşfettiğine inanan, agresif, eril dil kullanan, günde iki paket sigara, bir şişe viski içermiş gibi davranan ama giydiği elbise üzerine tam oturmayan bir adam görüyorum. Sizin de erken dönem öykünmeleriniz var mıydı böyle?

Arda: Ben de ilk işlerime bakınca lisanlarını anlayamıyorum. Bu ülkeye değil de başka yerlere aitmiş gibi davranan bir dili var. Türkçe konuşuyorum belki ama aynı jargonda değiliz. Şimdi dikkat ettiğim şey de o; Türkleştirmeye çalışıyorum müziğimi ve sözlerimi. İnsanların anlayabileceği bir hâle getirme gayretindeyim ki sırf telaffuzdan da bahsetmiyorum. The Beatles dinleyip de Türk müziği yapınca Türkçe sözlü The Beatles müziği gibi garip bir şey çıkıyor ortaya, sanki 60’larda yaşıyorsun ama olmuyor yani, durmuyor tam üstünde.

Bu ülke, müzik alanında 60’larda Sevinç Tevs, 70’lerde 21. Peron gibi değerler çıkarmış. Barış Manço’nun ya da Erkin Koray’ın müziklerine bir bakın; bunlar dil bilen, dünyayla temas kuran, farklı kafalara yelken açan ve nihayetinde oralardan aldıkları müziği gelip burayla harmanlayan insanlar. Ama sonra, sırf müzikte değil, her alanda uzun süreli devasa bir boşluk var. Elbette bunu birçok sosyolojik ya da siyasi nedenle açıklarsınız ama bugüne dönersek, siz bu topraklarda hâlâ yeşerebilecek tohumlar kaldığına inanıyor musunuz, yoksa çürüdük mü?

Arda: Burası artık başka bir yere evrildi bence, tohum bitti, bitmediyse de az kaldı, çok nadir. Her şeye ulaşabildiğin bir dünyada her şey bir noktada birbirine girmeye mâhkum ve özel tohumlar giderek azalıyor.

Aynı anda dünya da bombok bir noktaya gidiyor. Bize özgü bir durum değil bu, her yer böyle. Ama dünyanın da bir döngüsü var; dünya kendini temizler, kalkar, oturur, toparlar geniş vadede ama belli zamanlarda işler çok boka sarıyor tabii, şimdiki gibi. Tarihe bakınca da görüyorsun zaten. Bir film gibi düşünürsek ben şu an climax’e yaklaştığımızı düşünüyorum. Ha, öyle büyük savaşlar falan olacağını da zannetmiyorum bu arada, kimse o kadar aptal değil artık ama daha beteri var; kitlelerin çatışmasına giderse iş, o en kötüsü işte.

Eskiden devletler çatışıyordu, halk da “Ne yapalım, beni askere çağırıyorlar” diyor, gidip savaşıyordu. Şimdi devletler daha temkinli ama kitleler birbirine girmeye başladı. O yüzden Türkiye’deki mevzu da bütünün içinde bir parça sadece. AKP falan diyoruz, bunlar gelip geçici şeyler, insanların o kadar abartmasına gerek yok ama bahsettiğim diğer taraf gerçekten çok tehlikeli.

Bize “Abi sporun dışına çıkmayın, siyasete çok bulaşmayın” diyen çok oluyor. Sizde de benzer bir durum var mı?

Can: Bize her konuda tepki geliyor aslında, hele daha da tanındıkça... Ama belli bir tavrı olmalı insanın bence, yani hiçbir şey yapmadığın durumda bile tepki alabiliyorsun sonuçta, e madem öyle, en azından yerini belli et.

Arda: İnternet zaten başlı başına aptal bir şey. Eskiden daha açıktım; her yaptığımı Instagram’a, Twitter’a falan koyardım ama biraz küstüm o mecralara artık. Sözünü bir yerlere aktarabildiğini ya da dinlendiğini bilmek, herkesi bozan bir durum. Açık konuşayım; ben de dâhil yüzde 99’umuzun düşünceleri, aslında o kadar önemli değil, hiç paylaşmasak da olurdu ama paylaşmış bulunuyoruz. Bir insan akıllı olabilir, beş insan da akıllı olabilir ama bir araya gelen bir milyon insan kesinlikle geri zekâlı oluyor. Hiçbir çıkar yolu yok bunun. En alt seviyeye sabitleniyor herkes. Ben de bu yüzden, artık bir tek Instagram kullanıyorum çünkü fotoğraflara bakmak hâlâ eğlenceli.

Bana öyle bir grup söyleyin ki insanlar bundan 20 yıl sonra dönüp baktıklarında sizi, şu anda sizin o grubu koyduğunuz yere koysun...

Can: Damon Albarn’ın çok yönlülüğünü takdir ediyorum; Blur, Gorillaz, solo proje, mülteci koroları vs. derken geniş bir yelpazede üretim yapıyor, saygıya değer.

Arda: Bunu söylemek grup adına ne kadar doğru bilmiyorum ama biz o ilk baştaki popülerliğimizi kaybettik. İnsanlar Bikinisinde Astronomi gibi şeyler istediği, biz de artık onun gibi işler yapmayacağımız için bazı kesimleri giderek kendimizden uzaklaştırıyoruz. Ama ben bunu kendi lehimize kullanma niyetindeyim; madem artık popüler değiliz, o zaman istediğimizi yapalım. Yine yapıyorduk ama daha rahat yapalım. O yüzden de bu soru özelinde aklıma daha az bilinen gruplar geliyor, Wilco mesela...

O zaman bu da son sorum olsun; tek bir yerde konser verme şansınız olsa nereyi seçerdiniz?

Can: Dünya’da mı olmak zorunda?

Bunu sorman benim adıma gerçekten çok saçma oldu; zira soruları hazırlarken ilk başta el alışkanlığıyla “Dünya’da tek bir yerde” ifadesini kullanmıştım ama sonra kontrol ederken “Ulan herhâlde Dünya’da olacak, ne gereksiz ifade bu” deyip silmiştim. Ve senin buna karşılık ilk sorun: “Dünya’da mı olmak zorunda?” Teşekkür ederim...

Arda: Söylemen gerekiyormuş demek. Baksana, adam Ay falan demek üzereymiş meğer.

Can: Ay değil de Mars’ta çalmak isterdim, sonuçta Mars’a gidiyor herkes, biz de oranın açılışında çalsak şahane olurdu....

O değil de asıl oradan buraya döner dönmez Uzaydan Geldiğine Göre Yorgun Olmalısın’ı çalsanız gerçekten efsane olurdunuz işte...

Arda: Gerçekten uyabilecek tek senaryo o galiba, olur da bir gün Mars’ta falan çalarsak, dönüşte ilk işimiz bu olsun...

Onur Erdem

41. Sayı
Ağustos 2018



Socrates Dergi