Büyüyen Çimler

11 dk

"Mourinho dönemi sona mı erdi?" Bazılarının bu soruya cevabı "Evet!" Bazıları ise Mourinho'dan, daha önce verdiği cevapların bir yenisini bekliyor...

Bir kelime onun doğduğu memleketin tarihini anlatabilir aslında: Saudade. “Geçmişe özlem” diye çevirenler yanılırlar. Saudade, Portekizcenin dünyaya hediye ederken en çok kendine sakladığı yedi harftir. Yüzyıllar boyunca deniz aşırı toprakları fethe giden erkekleri özleyen, gidip de dönemeyenlerin ardından Portekizli kadınların yaktıkları ağıtları anlatan duygudur Saudade. Lizbon’da gecenin bir vakti sokaklara taşan fado’lar hep bu duyguyu anlatır. O da bu toprakların adamı olarak Saudade’yi iyi bilir ama içinde saklar. İç ve dış dünyasında kurduğu ilk denge belki de budur.

Lizbon yakınlarında Setubal’de doğan Jose Mourinho, ataları gibi sömürgeleri yaptıkları topraklarda kan dökmedi ama İngiltere’de başlayan, İtalya ve İspanya’da devam eden ve bir gün tekrar Portekiz’e dönecek derken yine Ada’nın yağmurunda ıslanan bir adam çıkardı karşımıza. “Ülkemi özlemiyorum, Lizbon’u özlemiyorum. Portekiz Milli Takımı’nı değil ama belki bugüne kadar hiçbir şey kazanmamış bir milli takımı çalıştırabilirim” derken de ruhunun yokuş aşağı koşan o çok insani zayıflıklarını dengelemesini bilen biri o...

Hasret çekmeyen bir adamın günün birinde “Futbolu biz icat ettik!” diye gerinen bir ülkenin topraklarına ayak bastığında medyanın karşısına geçip “Kusura bakmayın, basit ve kolay bir hayat isteseydim Portekiz’de kalırdım. Porto’da en tepede, dizlerim dibinde Şampiyonlar Ligi Kupası, Tanrı, o kulüpte Tanrı’dan sonra ben...

Büyük futbolcuları olan bir takıma geldim. Küstah görünüyor olabilir, buradayım çünkü küstah olduğum kadar özel bir teknik adamım da” demesi de su terazisinin bir parçasıydı.

Selefi Claudio Ranieri ona şans dilemek yerine “Portekiz gibi bir ligden Premier Lig’e geliyor. İşi zor” demiş o da dakika bir, cevabı yapıştırmıştı: “UEFA Kupası’nı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanırken yendiğim takımlara baksın. Hepsi Portekiz takımı değildi. Aranızda Ranieri’nin telefonu olan varsa arasın söylesin.”

Kibirli İngilizlerin ilk tanışma partisinde verdiği cevaplar aslında “Altta kalanın canı çıksın” dünyasında “Mütevazı olma inanırlar”ın bir tezahürüydü. ‘Küçük’ ülke Portekiz’den gelen bu genç adam nasıl olur da Sir Alex Ferguson’un, Arsene Wenger’in domine ettiği bir ligde, 50 yıldır şampiyon olamamış bir takımı üç yıl içinde şampiyon yapacağını iddia edebilirdi! Bu iddiasını daha ilk senesinde gerçekleştiren ‘özel biri’nin iletişim gücünün sahada yaptıklarından çok daha fazla özel olduğunu anlamak için filmi geriye sarmak gerekiyor.

Babasının kaleci ve antrenör olduğunu, kendisinin yetenekli olmadığından futbolda kariyer kuramadığını ve öğretmen annesinin de ısrarıyla spor akademisine gittiğini bilmeyen yok. Baba Felix sayesinde futbol dünyasının içinde kaldığı, insan tanıdığı doğrudur ama ‘hikâyesi’ 29 yaşında başlar. Bobby Robson, Sporting Lizbon ile anlaştığında tercümanın aynı zamanda bir futbol antrenörü olmasını şart koşar. O sıradan antrenör ama iyi tercüman Jose Mourinho’dur. Sporting’de çok uzun kalmazlar ama talih bu ya Porto, İngiliz teknik adamı anında kapar, Jose de yanında 10 yıl sonra çok şeyi kazanacağı kulübün kapısından içeri girer. Mütercim tercüman olarak kalsa bugün belki de akademisyen olarak Lizbon barlarında yeni kondisyon tekniklerini tartışan biri olmaktan öteye gidemeyecekti. Robson ile rolleri iyi paylaşır. İngiliz hoca sonuç odaklıdır, antrenman bilimini iyi bilen Jose de defansif organizasyon için kafa patlatır.

Barcelona Başkanı Josep Lluiz Nunez, dört sezon arka arkaya şampiyonluk kazandıran, kulübün 30 yıllık geleceğini de o günden La Masia’yı kurarak garanti altına alan Johan Cruyff ile yollarını ayırdığında Robson’ın kapısını çalar. ‘Harbi’ Ronaldo’nun, Luis Figo’nun olduğu Barcelona… Sporting gibi Barça’da da bir sezon kalabilen Robson ile yollarını ayırdığında takımın başına gelen Louis van Gaal’in yanında yardımcı olarak kalan Jose Mourinho, ‘koca kafalı’ Hollandalıdan çok şey öğrenir. Karşısındaki adam genç Ajax’ıyla iki Şampiyonlar Ligi finali oynamış; birini kazanmış birini kaybetmiş, disiplinli olduğu kadar da zor adamdır. Önce Katalan medyası, ardından başkan Nunez sonra taraftar van Gaal’dan nefret eder. Farkında olmadıkları, aslında nefret objesinin Mourinho olduğudur.

Portekizli, Hollandalı teknik adamın sözlerini basın toplantılarda eğer, büker, sansürler, yeri gelir yumuşatır, yeri gelir sertleştirir, Barça’nın ‘fair play’ini aşan bu sertlik de şehirde herkesi rahatsız eder. Hoş, yıllar sonra ustası van Gaal ile kapışacak olan Mourinho, taktik kadar, genç Guardiola ve Xavi’lerin olduğu Camp Nou’daki soyunma odasında insan yönetmeyi de öğrenir. Bir zaman sonra takımdaki Hollandalı futbolcular ve Figo dışında dostları kalmaz ikilinin. Kıyamet transfer hamlesiyle Figo, Real Madrid’in yolunu tutarken van Gaal de valizi toplar. Yerine gelen kulübün eski futbolcusu Serra Ferrer, Jose ile çalışmak istemez. O günü iyi not etmek lazım çünkü istenmeyen Mourinho bir zaman sonra Drogba golü attığında çimlerin üzerinde kayarak Barça’dan intikamını alır. Ertesi gün Katalan spor gazetesi El Mundo Deportivo “En az Figo’dan nefret ettiğimiz kadar senden de nefret ediyoruz” manşeti atar. Doğruya doğru, flu değil, net adamdır Jose Mourinho…

Porto ile UEFA Kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde kazandığı iki sezonda, takım olma meselesinin dizilişlerden önce geldiğini ortaya koyar. Futbolcuları onun fedaisidir, aslanlar gibi çarpışırlar, deli gibi koşarlar, tekmeye kafa uzatıp kalelerini savunurlar. Andres Villas-Boas rakip analizi yapar, üniversiteden arkadaşı Rui Faria kondisyonu verir, Jose de medyanın karşısına geçip işler kötü gittiğinde iki polemikle takımına paratoner olur.

Monaco ile Şampiyonlar Ligi finalini oynamadan önce bir sonraki sezon için Chelsea ile anlaştığını öğrenen Porto taraftarı ailesini ölümle tehdit eder. Bu bilgi kendisine ulaştığında kazandığı kupanın törenine katılmayan Mourinho için Londra günlerinde yapılması gereken Ivan Drago’nun topraklarından gelen kulüp patronu Roman Abramoviç’e yenilmeyen ve ağlamayan bir ‘Ivan Drago’ Chelsea inşa etmektir. Mourinho girdiği her soyunma odasında ahengi yakalamak için hep aynı hamleyi yapar. Chelsea’de Ranieri’nin ‘Serie A’ etiketli adamları Hernan Crespo, Juan Sebastian Veron ve Adrian Mutu’nun kellelerini alır.

Premier Lig’deki ilk döneminde neler yaptığı bir tık uzağınızda... Ada’daki üçüncü sezonunda karşılaştığı ihanet de onun sonrasındaki kariyerini de belirler aslında. Florent Malouda, Ashley Cole ve Frank Lampard dışında seveni kalmadığında, Andriy Shevchenko ve diğerleri Abramovich’ten kellesini almasını isterken aynı günlerde kulüp tarihine geçecek bir cümle kurar: “Beni en çok, evinizde maç kaybettiğinizde özleyeceksiniz.” Stamford Bridge’de maç kaybetmeden giden Jose’nin kapısını ilk çalanın Barcelona olması da ne büyük (!) tesadüftür.

Yıpranan Frank Rijkaard’ın yerine hoca arayan Katalanlar, Lizbon’a ayağına kadar gider ve “Seni istiyoruz ama medya ve Real Madrid ile kavga etmeyecek, Barça’nın etik değerlerine sadık kalacaksın” şartını koşarlar. Aldıkları cevabın en kısa hali “Ben değişmem”dir. O günlerde Camp Nou’da asılan “Frank Si, Mou No” pankartını da görür ve unutmadığını anlatmak için önce yaşaması gereken bir İtalya macerası vardır.

Inter gibi bir ‘kaybedenler kulübü’nün başına ‘özel biri’nin gelmesi İtalyan medyasının düşen tirajlarını toparlamak için biçilmez kaftandır. “Milan’ın üç televizyon kanalı, Juventus’un gazetesi (Tuttosport) bizim ise sadece kulüp kanalımız var” diyerek hızlı bir giriş yapar ve ortalık yangın yerine döner. Mourinho kaosun, anarşinin adamıdır, dün Wenger’e ve bugün Conte’ye yaptığını İtalya yıllarında da yapar; rakip teknik adamları çileden çıkarır, çok kazanmanın kibriyle kupası olmayanı “Sıfır Kupa” diye aşağılarken Inter ile üç kupanın keyfini de sürer.

Ülkenin en ünlü spor gazetecisi Mario Sconcerti’ye canlı yayında “Mancini senin sofra arkadaşın, ben değilim. Benimle doğru konuş” diyen de, Inter’de kale arkası Curva Nord dışında tribünler yeterli desteği vermediğinde “İtalyan tribünleri iyi diyorsunuz da hiçbiri Atina’dakilerin eline su dökemez” diyen de Mourinho’dur…

Real Madrid’de otoriteyi sağlamak için Raul ve Guti gibi iki yaşayan efsanenin biletini kesen ama gün geldiğinde onların kardeşleri Iker Casillas ve Sergio Ramos’un “Kılıçla gelen kılıçla gider” hatırlatmasıyla Madrid’de de valizlerini toplamak zorunda kalan, bir benzeri ihaneti Chelsea’daki ikinci döneminde de yaşayan Jose Mourinho hakkında zevk vermeyen futbol oynatan, kibirli, küstah ve bilumum olumsuz sıfatlarla dolu bir kara portre yazmak kolaydır, yazılmış binlercesi varken…

Lakin usta müzisyenlerden oluşan bir orkestranın emprovize müzik yaparken verebileceği bir gecelik keyfi ve bu keyfi bir yıl yaşatabilmek için herkesten işini iyi yapmasını talep edip orkestra şefliğini soyunan ve ne bir nota eksik ne bir nota fazla isteyen Mourinho’nun nasıl bir şef olduğunu hayal etmek için gözlerinizi kapatın şimdi…

Mourinho orkestrasıyla birlikte süzülen, zarif bir şef olmadı hiçbir zaman. Gözlerimi kapadığımda aklıma gelen Leon filminden iki sahnedir: Operasyonun başındaki Stansfield’in (Gary Oldman) koridorda “Fırtınadan önceki bu sessizliği seviyorum. Bana Beethoven’ı hatırlatıyor. Duyuyor musunuz? Hani kafanızı çime koyduğunuzda çimlerin büyüdüğünü duyarsınız ya, işte onun gibi. Beethoven’ı sever misiniz?” dedikten sonra Leon’un komşusunun evine dalıp kendi maçını başlattığı an… Ve… İşler yolunda gitmediğinde “Bana herkesi getirin” diye bağırınca “Herkes derken ne demek istedin?” diye korkuyla soran yardımcısına “Herkesss!” diyerek haykıran Stansfield’ı…

Socrates Dergi