Buz vs. Ateş
8 dk
Björn Borg ile John McEnroe’nun rekabetini anlatan bir film, yakın zamanda vizyona girdi. Heja Bozyel de filmin yönetmeni, senaristi ve Bjorg’u canlandıran aktörlerle bir araya geldi.
Sokakta ellerini raket gibi kullanarak maç yapan ve kız olduğum için beni o maçlara almayan kuzenlerim, şu an dünyaca ünlü bir tenisçi olamamamın tek nedeni değil. Çünkü tenisle en yakın ilişkim, televizyondan izlediğim maçlarda raketin topa çarpmasıyla çıkan ‘tak’ sesinden ibaret. Televizyon dediysem TRT’den bahsediyorum ve belki de TRT’den başka alternatif olmadığı için herkesin Wimbledon gibi tüm spor müsabakalarını izlediği, çocukların da sporcuları, -en az müzisyenler kadar- iyi tanıdığı zamanlardan...
Ben de o dönemin bir çocuğu olarak, Björn Borg ve John McEnroe ile çok küçük yaşta tanıştım. Ve bugünlerde, ikilinin rekabetini anlatan bir film gündemde. Filmde Borg’u canlandıran Sverrir Gudnason, yönetmen Janus Metz ve senarist Ronnie Sandahl ile 3. Zürih Film Festivali’nde buluştum ve hiç tenis oynamayan bu üç adamla yaptıkları filmi konuştum.
Ancak röportaja geçmeden önce itiraf etmem gereken iki şey var; efsanevi Borg-McEnroe maçını ilk kez röportaj yapmadan önce izledim, ayrıca kuzenlerimin odasındaki plastik kutuda üst üste duran tenis toplarından çalmışlığım var. Hem de sadece bir kez değil...
Sizi bu senaryoyla ilgili en çok heyecanlandıran şey ne oldu? Maç mı, yoksa iki tenisçinin hikâyesi mi?
Sverrir Gudnason: Başlarda bu rolü başarıp başaramayacağım konusunda şüphelerim vardı. Çünkü daha önce tenis kortuna adım atmamıştım. Hiç tenis maçı izlememiştim. İkinci endişem ise fiziğimle ilgiliydi. Bir sporcunun vücuduna sahip değildim. Bunların yanında bu kadar büyük bir ismi, ikonu canlandırmak düşüncesi de korkuttu. Herkesin tanıdığı ve sevdiği birini canlandırmak, büyük sorumluluk. Ama Ronnie’nin yazdığı senaryo, bu rolü oynamaya karar vermemi kolaylaştırdı. Janus da çok destek oldu; beni tenis hocalarıyla tanıştırdı ve yemek düzenimi kontrol etti. Böylece karakterin bedenine bürünebildim.
Nasıl bir program izlediniz?
S.G: Eskiden pizza ve bira ana öğünümdü. Ama filmde bir sporcu canlandırığım için bu değişmeliydi. Altı ay boyunca günde iki saat tenis oynadım. Çok iyi eğitmenlerle çalıştım. Benim kas yapmam, filmde McEnroe’yu canlandıran Shia'nın da kaslarını azaltması gerekiyordu.
Senaryoyu yazarken McEnroe için aklınızda Shia LaBeouf var mıydı?
Ronnie Sandahl: O kadar büyük bir hayal kurmaya cesaret ettiğimi söyleyemem. Referans olarak onun gibi bir aktörün canlandırması gerektiğini konuşmuştuk ama A sınıfı bir Hollywood aktörünün bir İskandinav yapımında yer alması alışıldık bir durum değil...
Eline raket almamış biri olarak bir profesyonel gibi oynamaya çalışmak nasıldı?
S.G: Çok fazla video izledim. Orijinal maç yaklaşık 4 saat sürüyor ama onun dışında da sayısız video izledim. Borg, ahşap bir raketle oynuyordu. Backhand’ini kullanırken hokey oynuyormuş gibi bir havası vardı. Sanırım daha önce tenis oynasaydım onun tarzını öğrenmekte zorlanabilirdim; sıfırdan başlayınca başka birinin tarzını daha kolay öğrenebiliyorsunuz.
Altı aylık sıkı çalışmayla Borg’un fiziğini yaratmışsınız ama içindeki Borg’u nasıl ortaya çıkardınız? Kendinizi hayattan izole edip tenis videoları mı izlediniz mesela?
S.G: Ben İzlanda’da büyüdüm. Sizin ‘izole etmek’ ile kastettiğiniz şey, bizim normal hayatımız. Borg zaten içimdeydi! Şaka bir yana, gerçekten çok video izledim. Röportajlar, maçlar... Nasıl konuştuğunu, nasıl yürüdüğünü yakalamaya çalıştım. Hakkında kitaplar okudum. En çok da psikolojik yönünü kavramayı görevim gibi gördüm.
Hayali bir hikâye üzerine çalıştığınızda yazma, yönetme, oynama yetenekleri ve hayal gücü daha çok devrede oluyor ama bu gerçek bir hikâye. Gerçek karakterleri beyaz perdeye yansıtmak kısıtlayıcı bir durum mu?
S.G: Hem kısıtlayıcı hem de özgürleştirici. İstediğin her şeyi yapamıyorsun ama bir yandan bilgi edinebileceğin çok fazla materyal var.
Janus Metz: Yönetmen olarak, gerçeği ve kurguyu bir potada eritmeye çalıştım. Sonuçta bu, Borg ve McEnroe’nun taklidi ya da belgeseli değil. Elbette tıpkı belgesel çekiyormuş gibi gerçeğe sadık kalmaya çalıştık ama bunu bir biyografik film olarak sınıflandıramayız. Psikolojik drama ya da varoloşçu bir spor filmi olabilir belki. Umarım hikâye-görüntü-yapım açılarından Borg ve McEnroe’nun ötesinde; hatta tenisin, hepimizin ötesinde, izleyenin derinlerde tanıdık şeyler bulacağı bir hikâye anlatabilmişizdir.
S.G: Şunu da eklemem lazım; film bitene kadar Borg ile tanışmadım. Onunla ilgili bulabildiğim, görebildiğim her şeye bağlı kalmak benim için çok önemliydi. Bununla beraber, kendimi ortaya koyma açısından da özgürdüm.
R.S: Benim için bu film, daha çok iki oyuncunun psikolojileri üzerine kurulu. Tabii ki çok fazla araştırma yaptım, çok fazla kişiyle konuştum ama sonunda senarist olarak kendimden de bir şeyler kattım. Bu da filmi zengin kılan ve biyografiden ayıran nokta bence.
McEnroe, filmde kötü adam gibi göründüğü için memnun değilmiş. Gerçi maçı izlerken bile ona çok sempati duymak mümkün değil. Yine de üçünüzün İskandinav olduğunu düşünürsek İsveçli Borg’u biraz kayırmış olabilir misiniz?
J.M: İsveçli olmasından ötürü belki adını daha fazla duymuşuzdur ve bu nedenle de hikâye biraz daha onun üstünden ilerliyordur ama taraflı olduğumuzu söyleyemem. Bu bir kahraman ve kötü karakter filmi değil ki... McEnroe da filmin kötü adamı değil. İki karaktere de adil davranmaya çalıştık. Bu, filmin en başından beri bir İskandinav yapımı olması gerçeğinden etkilenmiyor. McEnroe’nun fevri ve asabi bir yapısı olduğu bilinen bir gerçek. Biz de tüm bu öfkenin nereden geldiğini ve onun bu öfkeyi bir tenis oyuncusu olarak nasıl kullandığını, nasıl yönlendirdiğini işlemeye, göstermeye çalıştık. McEnroe daha iyi bir tenis oyuncusu olmak için duygularından besleniyordu. Böyle düşününce onun bir aktör, bir sanatçı olduğunu bile söyleyebiliriz. Oyununda bir alt metin vardı. Bu sayede bir persona hâline geldi. Tabii ki baskın bir baba, geldiği yer ve taşıdığı geçmiş gibi etkenler de vardı. Film biraz da tamamen farklı bu iki karakterin birbirlerinde nasıl da kendilerini gördüklerini anlatıyor. Bence herkesin içinde bu iki farklı uç var. İzleyiciler de kendi içlerindeki iki farklı kutbu görecek diye düşünüyorum.
Projeye başladığınızda iki sporcu ile de iletişime geçmiştiniz, değil mi?
J.M: Başta çok ilgilenmediler. Ama bir süre sonra, karakterlerin çocukluklarını canlandıracak oyuncular ararken bizimle iletişime geçtiler. Leo Borg, yani Borg’un oğlu, tıpkı babası gibiydi. Çocukluğunun geçtiği evin replikasını yapmıştık, anne babasıyla olan sahnelerin çekimlerini izlerken o da setteydi, çok duygulandı. Sonra otel odama geldi ve filmin ham hâlinden görüntüleri izledik. Ona çocukluğunun gerçekten o kadar zor geçip geçmediğini sordum. Neredeyse OCD (Obsesif Kompülsif Bozukluk) denebilecek davranışları gerçekten de var mıydı? Anlattığına göre varmış. Mesela bir restoranda çatal, tabağın yanında düzgün durmuyorsa olay çıkartıyormuş. Filmin detaylandırılmasına çok katkısı oldu. Sonrasında da destek verdi. İsveç prömiyerine geldi. Filmle gurur duyduğunu söyledi.
McEnroe’ya da filmi gönderdik, hatta davette bulunduk ama o daha az pozitif davrandı. Karakterine uygundu yani. McEnroe’nun hâlâ, yarattığı o süper-persona ile mücadele ettiğini düşünüyorum. Film de bu noktalara değiniyor ve o, belki de ekranda bunu izlemekten hoşlanmamıştır, zamanında farklı şekilde davranabileceğini hatırlamıştır.