Çark ve Menteşe

10 dk

Vaktiyle bir Sovyet futbol kültürü vardı ve sadece yeşil sahalarda kendisini göstermezdi. Tablolardan kalelere, kitaplardan statlara uzanırdı.

Getty Images

Sovyetler Birliği'nin ilk yıllarında, futbolun itibarı çok düşüktü aslında. Rekabeti ve bireysel beceriyi kolektifin üzerine çıkardığı düşünülüyor, "burjuva sporu" olarak görülüyordu. Burjuva spor anlayışının karşısına dikilen "işçi sporu"nun, sosyalist toplum hedefine hizmet etmesi isteniyordu. Sağlıklı, zinde bir nüfus yetiştirmeyi hedefleyen kitle sporunun şiarı, Fiskultura idi, beden eğitimi kültürü.

Olimpiyatlar da boykot edilmiş, 1928 Amsterdam Olimpiyatı'na alternatif olarak Moskova'da Spartakiat düzenlenmişti. Roma İmparatorluğu'na karşı büyük köle isyanının simgesi Spartaküs'ten ilhamla konmuştu bu ad. Lakin Spartakiat programında futbol da yer aldı ve halkın büyük ilgisine mazhar oldu. Neticede, koyu Fiskultura'cıların itirazına rağmen futbolun itibarı iade edildi, hatta Kızılordu'nun talim programına alındı. "Cesaret, ataklık, kararlılık ve dayanaklılık aşılama" görevi yüklendi futbola. Özellikle Soğuk Savaş döneminde, tıpkı rakip Batı Bloku gibi, diğer sporlarla beraber, propaganda işlevi de yüklenecekti.

Bolşevik devrimcilerin bir ülküsü de, sporla sanatı topyekûn bir temaşa deneyimi içinde kaynaştırmaktı. 1920'lerin başında Moskova Şehir Planlama Birimi, tasarladığı dev "Kızıl Stadyum"u şöyle tanıtıyordu: "Amfiteatra akan kitlelerin, yoldaşları tarafından sergilenen gösterileri izleyeceği, şairlere, tarihçilere kulak verip sanat eserlerinin zevkine varacağı ve spor müsabakaların tadını çıkaracağı bir mekân."

Sanat-Spor

"Kızıl Stadyum" yapılamadı fakat sanatla sporu bitiştirme özlemi, Sovyet spor ekolünün bir ideali olarak canlı kaldı. Sporla, özellikle futbolla resim ve edebiyat arasında, canlı bir alışveriş hep var oldu: Sanatın sporlaşması, sporun sanatlaşması isteniyordu. Bu çabanın simge ismi, ressam Aleksandr Deinka'dır (1899-1946). Futbolun, kendisine bir sanat dili bulmasında büyük katkısı olduğunu söyler. Başka spor resimleri de var, kendisi de boks yapmış. Ama en çok, futbol temalı çok sayıda resmi ve afişiyle biliniyor. Spor, insanın güçlü, atik, marifetli bedeniyle sınırlarını aşması olarak yüceltiliyor, bu resimlerde. En ünlü resimlerinden Futbolcu'da (1932), tek dizi bandajlı bir futbolcu, topu sektirirken, arka plandaki yüksek bina boyunca yükselmiş görünür; yer çekimine meydan okuyordur. Kaleci (1934) adlı resminde, kaleci topla beraber adeta güneşe ve ebediyete uzanır gibidir. Bu, elbette aynı zamanda komünist ütopyaya doğru bir plonjondur.

Sovyet futbolünün sanatla alışverişinde, bir de Juri Oleşa'nın 1927'de çıkan Zavist (Kıskançlık) romanı üzerinde durulur. Bu romanda devrimci "yeni insan" idealini, kaleci Volodya Makarov kişileştirir. O da atletik kabiliyetiyle fizik kurallarını alt üst eder. Asıl mühimi, kolektif uğruna kendini feda eden kahraman olmasıdır. Kalesini koruyuşu, saldırganlara karşı ana yurdu koruma azmini temsil ediyordur. Deinka'nın resminde, Oleşa'nın romanında kalecinin özel bir yer tutması boşuna değil. Kaleci, 1920'lerden itibaren Sovyet futbolunun temel taşı olmuş. Kimilerine göre, kaleci kültünün inşasında resmin ve edebiyatın önemli etkisi var.

Her halükârda Sovyet futbol kültüründe kalecilik, mahalle arasından itibaren, garibin birinin üzerine kalan tatsız bir angarya değil, gururla benimsenen, özenilen bir misyon olagelmiş. Bazı Sovyet toplum tarihçileri, kalecinin hem kolektifin bir parçası olup hem de kolektif içinde şahsiyet olarak öne çıkabilmesinin onu cazip kıldığını düşünüyorlar. Kıyafeti bile ayrı! Futbol yazarı Vladimir Pahmonov, "çark mekanizmasındaki kilit menteşe" diye teşbih etmiş kalecinin bu imtiyazlı imgesini.

Kaleci Ekolü: Yashin

Peki Sovyet kültürü, bir kaleci ekolü geliştirmiş mi? Evet, iyi kaleci yetiştirdikleri söylenebilir. Mesela 1988 Avrupa Şampiyonası Finali'nde Marco van Basten'den o müthiş golü yiyen Rinat Dasayev, 1980'li yılların en parlak kale bekçilerindendi. Ama kaleciliğin bir "ekol" olması deyince, bir futbol takımına kalecinin damgasını vurması deyince, o, tek kelimeyle Yashin'dir.

Sovyetler Birliği futbol tarihinin şüphesiz en büyük futbolcusu, 1963'te Avrupa'da yılın futbolcusu seçilerek bugüne dek Altın Ayakkabı'yı alan tek kaleci olan, 1998'de futbol otoritelerince "20. Yüzyılın Kalecisi" seçilen adam. Lev Yashin, kalecilikte devrim yapışıyla da bizzat bir ekol olarak anılmayı hak eder. Yashin'in, Sovyet futbol ekolünün "işçi sınıfı sporu" mitine uygun bir hikâyesi var. Tesviyeci çırağı olarak uçak motoru fabrikasında çalışmış. Bir defasında şöyle demiş: "Nasıl bir marangoz çalışmaya başlamadan evvel tahtayı şöyle bir okşarsa, ben de işime girişmeden önce topu bir okşama ihtiyacı duyarım. Bu, işçi sınıfının alışkanlığıdır." Emekçi-futbolcu imgesi… Tabii seçkin sporcu olunca, ortalama işçiyle alakasız, imtiyazlı bir hayatı olacak Yashin'in.

Küçükken satrançta dünya şampiyonu olmayı hayal edermiş Yashin. 1.89'luk boyu icabı, ilk gençliğinde voleybol ve basketbol oynamış. 1947'de, 18 yaşında askerdeyken, hava kuvvetleri futbol takımında kaleye geçirmişler. 1949'da Dinamo Moskova'ya devşirilmiş. O ara basketbol, hentbol ve buz hokeyi de oynamış. Hatta 1951-1953 arasında, o ara kupa şampiyonu olan Dinamo Moskova buz hokeyi takımının kalesini korumuş. Cesaretini ve reaksiyon sür'atini artırmış bu tecrübe. O sıralar, gelişmekte olan genç sporculara günde altı saat idman yaptırılırmış Sovyetler'de: Jimnastik, yüzme, cesareti artırmak üzere suya atlama, koşu, yüksek atlama, gülle atma, halter, boks, güreş. Kışın ayrıca paten kayma ve kayak. Sovyet ekolü diye bir şeyden söz edeceksek, bir de bu özellik var: disiplinlerarasılık. "Komple sporcu" ideali. Yaşin 1954'te Dinamo Moskova futbol takımının kalesine geçtikten sonra da kış aylarında buz hokeyine devam etmiş, ama artık forvet mevkiinde. 1956-1966, SSCB futbolunun en parlak on yılı kabul ediliyor. 1956 Melbourne Olimpiyatı'nda altın madalya, 1960 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda zafer... O ara, sosyalist blokun öncü futbol ülkesi olarak Macaristan'ın yerini aldılar. İşte, o yükselişin kahramanı, Lev Yashin.

Yashin’in "panterliği" eksik değildi. "Kara örümcek" lakabı, ikonlaşmış simsiyah formasıyla beraber, "uzayabilme" kabiliyetini anlatır. Harika kurtarış sahneleri var. Ama onun asıl mahareti: sezgisi, oyunun akışını öngörmesi. Yer tutma becerisi. Önündeki savunmacıları yönetmesi. Liberoluğun tanrısı Beckenbauer, Yashin'in libero gibi oynadığını söylemişti. Yashin buna "topsuz oyun" diyordu. Topu tuttuğu anda arkadaşlarının hemen pas almak üzere açılmasını istiyordu. Degaj yapması istisnaiydi, topu elle pas olarak atıyordu. Bunlar, o zamanlar, yeni işler. Daha önemlisi çizgiye hatta ceza alanına kısılmayarak, on sekizin dışına çıkarak kalecilikte devrim yaptı. Rakibi atağın başlangıcında, kalenin uzağında engellemek için bunu "meşru" görüyordu ve büyük otoritesi sayesinde antrenörüne kabul ettirmişti. Ayak hâkimiyeti de, "bir Neuer değil"se bile, döneminin meslektaşlarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar iyiydi. Tabii, o dönem savunmaların üçlü oluşu da ona alan açıyordu. Dörtlü savunmaya geçilince, 1960'lı yılların ortalarında, Yashin kalesinden dışarı o kadar fazla uğramaz oldu.

1990'da mide kanserinden ölmeden kısa süre önce, 9 Ağustos 1989'da Moskova Dinamo stadında SSCB ile Dünya Karması arasında onun onuruna yapılan maç, yine "Sovyet ekolü" bir hadiseye, spor-sanat eşleşmesine sahne oldu. "Babi Yar" eseriyle bilinen Yevgeni Yevtushenko, 60 bin seyirci önünde, Yashin adına yazdığı şiirini okudu! Birkaç dizesini aktarayım:

Futbolda devrim, bu: / Kaleci terk ediyor kaleyi ve oynuyor bu yeni rolünde, / yabancısı olduğu bir şeyi, forveti. (…) Cesareti kıskanan bir fısıltı / işitirdik, / yırtık bir küstahlıkla: Ey kaleci, / kalenden bir yere kaybolma! Ey şair, Politikaya karışma! Ah, Lev İvanich, / Lev İvanich, oysa tam da / uygunsuz sayılana bulaştığımız işitilmemişi yaptığımız / için severler insanlar bizi. (…) Toplar gözyaşı döker / güller tomurcuklanır kale direklerinde kalecinin böylesine!

Kiyevski Dinamo ve Lobanovski

Sovyet futbol ekolünün bir başka cephesi, "müessese kulüplerinin" hegemonyasıdır. Bu, Doğu Avrupa halk cumhuriyetlerine de taşınmış bir gelenektir. Dinamo adı taşıyan kulüpler, istihbarat ve polisin kulüpleriydi; CSKA'lar ordunun, Lokomotif'ler demiryollarının. Kulüpler arasındaki rekabetin arkasında, bu kurumlar-bürokrasiler arasındaki rekabet ve kayırma ilişkileri de pusudaydı. Bu kulüpler arasında en azametlisi, Dinamo Kiev'dir. Özgün söyleşişiyle: Kiyevski Dinamo, Kiev Dinamo'su. SSCB tarihinde en fazla şampiyon olan kulüp (13 şampiyonluğu var. Spartak Moskova 12, Dinamo Moskova 11). İki kere Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nı (1975, 1986), bir kere UEFA Süper Kupası'nı (1975) kazandı. 1970'lerin ve 80'lerin SSCB takımları, tamamen Kiev "bazlı" takımlardı. 1975'te İtalya'yla oynanan bir özel maçta, ilk on birin tamamı oradandı. 1988'de finalde kaybeden takımın geniş kadrosundaki 20 oyuncunun 11'i Dinamo Kiev'liydi.

Tabii asıl önemlisi, teknik direktör Dinamo Kiev'liydi: Valeri Lobanovski. O da başlı başına bir ekol. Hollandalı Rinus Michels'le beraber, "total futbol"un öncülerinden olan bir ekol. Aslında Lobanovski'nin de öncülü, Dinamo Kiev'in ondan önceki hocası Viktor Maslov’dur. Doğrusu, bu ekolün kadri pek bilinmeyen öncüsü. Maslov, o zaman geçerli olan 3-2-2-3 ve 4-2-4 dizilişlerinin hücuma orantısız bir ağırlık verdiğini düşünüyordu. Kanat oyuncularını geri çekip bir dörtlü orta saha oluşturdu; 4-4-2'nin icatçılarından oldu. Maslov, aynı zamanda adam yerine saha markajının da öncülerindendir.

"Adam markajı oyuncuları aşağılayan, ezen bir sistemdir onlara hakaret demektir" demiş bir keresinde! Saha markajıyla beraber, sahanın her yerinde toplu pres uygulamasını da o başlattı.

Lobanovski, 1974'te (1990-96 arası hariç 2002'ye dek sürdüreceği) Dinamo Kiev'in teknik direktörlüğüne gelince Maslov'un sistemini geliştirdi. Mevkileri iyice akışkanlaştırarak, total presi güçlendirdi. Buna bir başka yenilik ekledi: istatistik çalışma ve bilimsel araştırma. İstatistiklere bakarak, ideal oyuncu değiştirme zamanlarını hesapladı. Futbolda laktat testinin devreye girmesinden önce, oyuncularına kan değeri analizleri yapıyordu. Yine Sovyet spor ekolünün bir geleneği olan disiplinlerarasılığı sürdürerek, atletizmden ilham alıyor, interval idmanı (bir süratli, bir yavaş koşu) yaptırıyordu.

O Dinamo Kiev'in, Sovyet futbol ekolü hakkındaki ve komünizm hakkındaki -epeyce anti-komünistimgeye uygun bir yanı vardı: bir "makine takım" görünümündeydi. Lobanovski'nin, takımının sür'atine ve dinamizmine zıt bir vaziyette, hafif sallanarak ifadesiz bakışlarla kulübede buz gibi oturuşu da kuşkusuz bu "komünizm" imgesine uyuyordu. Ama bu imgeler yanıltmamalı: Kiyevski Dinamo'nun bir ekol olan oyunu, bir makine gibi soğuk değil, fütüristik bir şiir gibi ateşliydi.

Socrates Dergi