
Casus
13 dk
Princeton Üniversitesi’nden mezun oldu, Ulusal Beyzbol Ligi’nde forma giydi, ABD adına casusluk yaptı. Karşınızda, Moe Berg’in tuhaf hikayesi.
İkinci Dünya Savaşı’nın gidişatını belirleyen kişinin bir casus olduğunu söylesem şaşırmazdınız.
İkinci Dünya Savaşı’nın gidişatını belirleyen kişinin profesyonel bir beyzbolcu olduğunu söylesem gülerdiniz.
İkinci Dünya Savaşı’nın gidişatını belirleyen kişinin hem bir casus hem de profesyonel bir beyzbolcu olduğunu söylesem, işte bu, gerçekten şaşırtıcı bir şey olurdu.
Moe Berg de bunu çok iyi biliyordu ve bütün hayatını bu gizem üzerine kurmuştu. En yakınındakiler bile, onu tanımlamak için “Daima en beklemediğiniz anda çıkagelir ve sonra, bir anda ortadan kaybolurdu” ifadesini kullanıyordu. Ne tesadüf ki benim de kendisiyle tanışmam benzer şekilde oldu.
2008 yılının Mart ayında, Financial Times’ın internet sitesindeki Simon Kuper imzalı yazıya başlarken -muhtemelen- futbola değen, standart üstü bir makale okumayı umuyordum. Beklentilerim arasında; bir düzine dil bilen, CIA’in öncüsü sayılan Stratejik Servisler Ofisi (SSO) adına görev yapan, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların nükleer silaha sahip olmadığı bilgisine ulaşan ve tüm bunların yanında Ulusal Beyzbol Ligi’nde (MLB) 15 yılı aşkın bir kariyere sahip olan bir beyzbol oyuncusuyla tanışmak yoktu. Ancak bu garip adamın, Moe Berg’in, Kuper’in de hayatına beklenmedik bir ziyaretçi olarak girdiğini okuyunca rahatladım. Yalnız değildim.
“Yakın bir zamanda, Güney Carolina’da ikinci el kitap satan bir kitapçıda, eski bir biyografiye rast geldim, adı Moe Berg: Atlet, Alim, Casus’tu. Kitabı okurken düşünüp durdum ve her satırda ‘Olamaz!’ dedim.”
Kuper’in bahsettiği; 1974 yılında yayımlanan, Louis Kaufman’a ait Moe Berg: Athlete, Scholar, Spy adlı kitaptı. 20 yıl sonra, ABD’li yazar Nicholas Dawidoff da Berg hakkında bir kitap kaleme aldı. Dawidoff, Socrates’in ikinci sayısındaki röportajında Sevecen Tunç’a konuşmuş ve çoğunluğu beyzbol üzerine açıklamalarda bulunmuştu. Berg’i anlatmaya karar verdikten sonra kendisine bir e-mail yazdım ve yardım istedim. O da sorularımı memnuniyetle yanıtlayabileceğini söyledi. Dawidoff’a ilk olarak, Berg’in gizemli hayatını nasıl tanımlayabileceğini sordum. O da 20. yüzyılın başlarına döndü.
“Berg’i özel kılan şey; göçmen ve Yahudi bir ailenin oğlu olmasına rağmen, ayrıcalıklı bir Ivy League üniversitesi olan Princeton’da okumasıydı. Bu, o dönemin şartlarında ender bir durumdu.”
Berg, aynen Dawidoff’un söylediği gibi Rus Yahudisi Bernard Berg- Rose Tashker çiftinin çocuğu olarak Manhattan’da dünyaya gelmişti. Babası Bernard, 1894’te Ukrayna’dan New York’a göçmüş ve bir çamaşırhanede ütücü olarak çalışmaya başlamıştı. Annesi Rose ABD’ye, ancak iki yıl sonra, Bernard iyi bir birikim yapıp kendi çamaşırhanesini açtığında ayak bastı. Hırslı bir adam olan Bernard, bir yandan Columbia College’ın gece okulunda eczacılık okuyordu. Samuel ve Ethel adlı kardeşlerin ardından Moe doğduğunda, artık eczacılıkla meşguldü. Çocuklarına iyi bir eğitim sağlayabilmek için 30 yıl çalışan Bernard sayesinde Samuel doktor, Ethel de anaokulu öğretmeni olmuştu. Ailenin Moe’dan beklentisi avukatlıktı. Dolambaçlı bir yolun ardından Moe, ailesinin arzusunu -tam olarak değilse bile- yerine getirdi. Önce Princeton Üniversitesi’ne giden Moe, burada bir yandan okulun beyzbol takımında forma giyerken, bir yandan da modern diller eğitimi kapsamında Yunanca, Latince, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Almanca ve Sanskritçe öğrendi. 1923’te onur derecesiyle (magna cum laude) mezun olduktan sonra okul kendisine hocalık teklifinde bulundu ama o, MLB takımlarından Brooklyn Dodgers ile sözleşme imzaladı. Aynı dönemde, 1930 yılında diplomasını alacağı Columbia Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Aslında, babası onun beyzbolcu istememiş ve “Bu, harcanmış bir zeka ve birikim demek” sözleriyle oğluna karşı çıkmıştı. Berg ise “Yargıtay hakimi olacağımı bilsem bile beyzbolu tercih ederim” sözleriyle kendi yolunu çizmişti. İlk sezonunun ardından, filoloji üzerine çalışmak amacıyla Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’ne gitti. Berg’in hayatı, dönemin beyzbol dünyası içinde bir ayrıkotu gibi dikkat çekiyordu. Dodgers’tan oda arkadaşı, “Hey, Moe; Paris’in ne için olduğunu bilmez misin sen?” diyecekti.
Berg o sıralar, birkaç yıl sonra dönüşeceği adamdan farklı bir profil çiziyordu. Farklılıklarını göze batırmaktan hoşlanmıyordu. Olanca eğitimine rağmen içinde bulunduğu ortama uyum sağlamayı başarmıştı. Ara sıra “Birden fazla dilde uzmanlık kazanmak için yıllarımı harcadım ve sonuç? Bir beyzbol takımında tutucu oldum ve sahada kullanılan işaret diliyle yetinmek zorunda kaldım” diyordu ama bunun dışında pek de şikâyetçi gözükmüyordu.
Peki Berg, nasıl bir beyzbolcuydu? Dawidoff, şöyle özetliyor:
“Yahudi bir aileden gelen, çok zeki, çok iyi eğitim almış bir beyzbolcu olarak, spora dünyevi bir karakter getirmesiyle hatırlanır. Dizinden çok kötü şekilde sakatlanana dek epey umut vadeden bir oyuncuydu. Sakatlıktan sonra eski haline dönemedi, kariyerinin kalan kısmında becerikli bir yedek olmanın ötesine geçemedi. Onun hakkında sıkça yapılan bir şaka vardı: ‘Moe Berg, bir düzine farklı dilde konuşabilir ama hiçbirinde topa vuramaz.’ Yine de sakatlanmadan önce iyi sayılabilecek bir vurucu olduğunu söyleyebilirim.”

Bu noktada, Dawidoff’un sözlerini biraz açmak gerekiyor. Berg, profesyonel beyzbol kariyerine bir hitter (vurucu) olarak başlamasına rağmen çeşitli tesadüfler zinciri sonucunda kendini bir catcher (tutucu) olarak buldu. Antrenörü, elindeki tüm tutucular sakatlandığında oyuncularına o pozisyonu kimin doldurabileceğini sormuş ve Berg de gönüllü olmuştu. Bu aslında, beyzbol kariyerini -sakatlıklar nedeniyle verimsiz geçse de- uzatan hamleydi. Zira birlikte forma giydiği arkadaşlarının da belirttiği üzere; o, fena sayılamayacak bir tutucu olmasına karşın berbat bir vurucuydu.
Berg de bunu inkâr etmiyordu ama ölümünden kısa süre önce yaptığı ve bugün hâlâ CIA’in web sitesinde bulabileceğiniz bir açıklamayla kendini savunmaktan da geri kalmıyordu. “Birlikte beyzbol oynadığım birçok arkadaşımın aksine, Şöhretler Müzesi’ne seçilmemiş olabilirim. Ancak mutluyum; hem profesyonel anlamda bu oyunda kariyer yaptım hem de sahip olduğum donanımla ülkeme hizmet ettim. Doğrudur; asla toplara Babe Ruth gibi vuramadım ama en azından, ondan daha fazla dil konuşabildiğimi biliyorum.”
‘Ülkeye hizmet’ ifadesi, bu noktada bizi Berg’in diğer ihtisas alanına; yani casusluğa taşıyor. Zira CIA’in sitesinde bile Berg’den şöyle bahsediliyor:
“Gerçek bir Rönesans adamı sayılabilecek Berg, profesyonel bir beyzbol oyuncusu olmasının yanı sıra, aynı zamanda ülkesine hizmet etmiş bir istihbarat görevlisidir.”
“Ne gibi hizmetler?” sorusunun cevabı içinse Berg’in bilinen ilk görevine dönmek gerekiyor. 1934 yılında, Japonya’da düzenlenecek turne için MLB All-Star takımı Tokyo’ya gider. Kadroda, Babe Ruth ve Lou Gehrig gibi efsanelerle birlikte Moe Berg de vardır. Kimse, sıradan bir tutucunun bu isimlerle aynı takımda ne işi olduğunu çözemez ama konunun üstünde çok da fazla durulmaz. Oysa Berg’in niyeti başkadır. Kitabının yayım sürecinde ESPN’den Nick Acocella’ya konuşan Dawidoff, durumu şöyle özetler:
“Elinde bir buket çiçekle Tokyo’daki St. Luke Hastanesi’ne giden Berg, ABD elçisi Joseph Grew’un doğum yapan kızı Cecil Burton’ı ziyaret etmek istediğini söyler. Kendini Burton’ların arkadaşı olarak tanıtan Berg, içeri girdikten sonra odaya gitmek yerine, bir zamanlar Tokyo’nun en yüksek binası olan hastanenin çatısına çıkar. Kimonosunun altında sakladığı bir kamera vardır. Sağdan sola; limandan endüstriyel alanlara, muhtemel cephane fabrikalarından diğer dikkat çekici ayrıntılara kadar tüm Tokyo’yu kayda alır. Sonra kamerasını yeniden kimonosunun içine saklar ve orayı terk eder.”
Berg’in o yolculukta kaydettiği Tokyo görüntüleri, ABD’nin 1942’de General Jimmy Doolittle önderliğinde gerçekleştireceği hava saldırısında bir nevi harita işlevi görecektir. ABD Hükümeti, Berg’e görüntüler için bir teşekkür mektubu gönderir. Ancak Dawidoff’a göre bu, ‘alınmış’ bir görev değildir. Berg, bunu kendi kendine yapmış ve ülkeye dönüşünde görüntüleri SSO’ya teslim etmiştir.
Uzun, esmer, yakışıklı ve harika bir dansçı olan Berg ayrıca, Japonya’da katıldığı diplomatik resepsiyonlarda da kendisini göstermiş ve temaslarına, İmparator Hirohito ile Japonca sohbetini de eklemiştir.
Oyunculuk kariyerini noktaladıktan sonra Boston Red Sox’ta antrenör olarak görev yapan Berg, iki yıl sonra spordan elini ayağını tam anlamıyla çeker. Aynı dönemde ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte hayatı başka bir yöne evrilir. O yönü kimse tüm gerçekliğiyle bilmiyor ama söylentilerin, -bugün bile- ardı arkası kesilmiyor.
Bir rivayete göre, Pearl Harbor saldırısından hemen sonra Rockefeller Ailesi’nin tavsiyesiyle Amerikan İçişleri’nde göreve başlayan Berg, toplumların siyasi, ekonomik ve refah durumlarını gözlemlemek amacıyla Güney ve Orta Amerika ülkelerine gönderilir. 1943 yılında da İçişleri’ndeki görevinden ayrılıp SSO’ya katılır.
Bu kurumdaki ilk görevinde isyancı grupları gözlemlemek için paraşütle Yugoslavya’ya iner. Burada, Kral Peter’e bağlı Çetniklerin başı Draza Mihajlovic ve komünist partizanların başı Josip Broz Tito ile görüşür. Berg’in Tito’ya bağlı güçlerin daha baskın olduğu yönündeki raporunun ardından, desteklenecek isimde karar kılınır ve en büyük yardım Tito’ya gönderilir.
Berg, üzerinde en çok spekülasyon dönen işine ise 1944 yılında imza atar. CIA’in sitesindeki bilgiye göre, kendini İsviçre’de yaşayan Alman bir iş adamı olarak tanıtan Berg, Nazilerin atom bombası projesinin başındaki Werner Heisenberg’in İsviçre’de yaptığı bir konuşmaya sızmayı başarır. Kan görmeye dayanamayan Berg’in görevi, Almanların atom bombası imal etmeye yaklaştığına dair bir emare sezmesi durumunda Heisenberg’i öldürmektir. Hatta görevini tamamladıktan sonra esir düşmeden kendi hayatına son verebilmek için yanında siyanür taşımaktadır. Ancak duydukları, böyle bir ihtimalin söz konusu olmadığını kanıtlar niteliktedir. Konuşmanın bitiminde Berg, edindiği bilgileri SSO’ya iletir ve kimilerine göre, İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren de bu bilgiler olur.
Dawidoff’a göre ise bu hikâye, içinde türlü boşluklar barındırır. Bir kere Heisenberg’in, yarısı yabancılarla dolu bir salonun önünde Almanların atom bombası projesinde geldiği son noktayı tüm açıklığıyla anlatma ihtimali düşüktür. Ancak her şeye rağmen, Berg’in bu noktadaki rolü önemsiz değildir.
“İkinci Dünya Savaşı sırasında Zürih’te yapılan bir toplantı, bizlere fizikçilerin doğası ve ordu hakkında güzel bir hikâye sunar. Birçok tarihçiye göre o gün, önemli bir savaş kahramanı yaratmıştır; o kişi, Hitler için bir kitle imha silahı yaratma amacı taşıyan mühendislik projesini aktif şekilde sabote eden Alman bilim adamı Heisenberg’dir. Berg’in bu noktadaki rolü komik olarak tanımlanabilir ama yine de kritik aşamalarda, olayların tam göbeğinde olmasa bile etrafında bir yerlerde olduğunu inkar edemeyiz.”
Fransız sosyolog ve yazar Jean Baudrillard, 1980-1990 yılları arasındaki denemelerinin derlendiği Siyah ‘An’lar kitabında “En kuvvetli olan şey, olayın içinde olmak değil (bunun için siyasetçiler var zaten); olayın pek yakınında, ters dönüşünde, öncelemesinde, kâhinliğinde olmak çok daha kuvvetli” der. Heisenberg hikâyesinde de görüldüğü üzere, Berg’in en önemli özelliklerinden biri de budur. Ancak Dawidoff’a göre, 1945 yılında SSO’nun kapanmasıyla birlikte işler değişir, Berg’in kişiliği başka bir hal alır.
“Zeki, yabancı dillerle bezenmiş, dışa kapalı, yalnız ve aşırı sadık biri olduğundan, istihbarat işi için biçilmiş kaftandı. Umutsuzca, yaptığı şeylerin takdir görmesini bekleyen bir karakterdi. Bu da onun gizli servislere yakınlaşmasını sağladı. Ancak bu yakınlaşmanın gereklerini yerine getirmekte zorlanıyor; anlatamayacağı düzeyde gizli ve gizemli operasyonlarla meşgul olduğunu göstermek için yırtınıp duran bir insan profili çiziyordu. Oysa gerçekte, ‘iyi’ casuslar bu şekilde dikkat çekmezler. Zaten SSO’nun devamı niteliği taşıyan CIA onu reddettiğinde, bu aykırılıklarının iyice tavan yaptığını görüyoruz.
O, yaptığı işi ve görevini seven bir adamdı. Doğası gereği dışlanmış ve yalnız bir insan olarak, derin Amerikan köklerine sahip kurumların içerisinde yer aldı; Princeton, MLB ve SSO gibi... Hem böyle göz önündeki dünyalarda boy gösterip hem de daima farklı biri olarak bilinip dikkat çekmek istemesi, onun karakterini anlayabilmek için hayati önem taşıyordu. O, beyzbol oynarken öncelikle bir entelektüel ve bir casus; istihbarat işindeyken ise öncelikle şöhretli ve parlak bir sporcu olduğunu vurgulamaya çalışıyordu.

Kişisel olarak konuşmak gerekirse benim için bu araştırma, etrafındakileri kendisi hakkında gerçek olmayan bilgilere inandırmaya çalışan biriyle hesaplaşma anlamı taşıyordu. Başlarda bu can sıkıcıydı ama zaman geçtikçe ve bir insanın neden böyle bir şey yapmak isteyeceğine dair derin şekilde kafa patlattıkça, Berg’in gerçek kişiliğine erişebilmeyi başardım. 1994 yılında, The American Scholar’da bu konuya ilişkin bir makale kaleme almıştım. Beyzbolu ve casusluğu bıraktıktan sonra Berg, daha az başarılı ama çok daha ilginç bir insan haline gelmişti. Kendini yeniden yaratmış, ‘dandy’ (hovarda) bir hayat süren, insanları hâlâ casus olduğuna inandırmaya çalışan birine dönüşmüştü. Atanamamış bir casus, epey orijinal bir hikâye...”
Berg, her yönüyle tuhaf bir karakterdi. Mesela, savaş sonrasında ABD’nin liyakat nişanını reddetti. Sebebi ise hayli garipti; çünkü Berg’den, hangi hizmetlerinden ötürü madalyaya layık görüldüğünü asla açıklamaması istenmiş ve o da “Kimseye anlatamayacaksam ne önemi var ki?” diyerek teklifi geri çevirmişti.
Evet, hayatı boyunca ilgi peşinde bir adamdı o. Aynı zamanda, iyi de bir hikâye anlatıcısıydı. O hikâyelerden birine göre, günün birinde Albert Einstein’la buluşmuş ve birlikte geçirdikleri birkaç saatin ardından Einstein şöyle demişti: “Bay Berg, bana beyzbol öğretin, ben de size izafiyet teorisini anlatayım. Ya da boş verin; nasıl olsa siz izafiyet teorisini, benim beyzbol öğrenmemden daha kısa sürede çözersiniz.”
Özetle Berg; olduğu değil de olmak istediği insanı anlatan bir faniydi. Bu özelliğiyle, Anthony Hopkins’in canlandırdığı Robert Ford karakterinin, insanlara içlerindeki ve olmak istedikleri insanı gösterdiği Westworld evrenini kendi içerisinde kurmuş gibiydi. Yarı deli, yarı şizofren halleri vardı. Ancak insanlar üzerinde iyi etkiler bıraktığı da kesindi. Bir gazeteci, onun için “Sıcak biriydi, insanlara kendilerini iyi hissettirdi. Sizinle zaman geçirdiğinde, kendinizi aşırı dozda methiyelere boğulmuş bulurdunuz” diyecekti. Birlikte oynadığı Casey Stengel’e göre o, ‘beyzbol oynamış en gizemli adam’dı. NY Times yazarı John Kieran’ın da ‘tanıdığı en bilgili sporcu’ydu.
Kardeşi Samuel ise Moe’nun savaşın ardından çok değiştiğini ve gizli servisten koptuktan sonra adeta ‘kayıp bir ruha’ dönüştüğünü söylüyordu. Yönünü kaybetmiş bir adamdı artık. Hayatını kitap okumak ve taraftarı olduğu New York Mets’in maçlarını izlemekle geçiriyordu. Yeni bir iş bulmakta zorlanmıştı. Yakın çevresiyle ilişkileri giderek kötüleşen Berg, 17 yıl birlikte yaşadığı kardeşi Samuel tarafından evden kovulunca kız kardeşi Ethel’in yanına taşındı ve hayatının geri kalan sekiz yılını burada geçirdi.
29 Mayıs 1972’de hayatını kaybeden Berg’in külleri, kardeşi Ethel tarafından İsrail’e götürüldü ancak bu zamana kadar kimse, Berg’den kalanların nereye kaldırıldığını ya da mezarının yerini öğrenemedi. Böylece, ölümünün ardında bile bir sır perdesi bırakmayı başarmış oldu. O bir anlamda, Patricia Highsmith’in 1955 yılında kaleme aldığı Yetenekli Bay Ripley romanındaki baş karakterin ilk versiyonuydu.
Tüm günah ve sevaplarıyla.
Kaynakça:
Kuper, Simon. The Sportsman Spy. The Financial Times, 2008.
Dawidoff, Nicholas. The Catcher Was a Spy: The Mysterious Life of Moe Berg. New York: Pantheon Books, 1994.
Kaufman, Louis, Barbara Fitzgerald, and Tom Sewell. Moe Berg: Athlete, Scholar, Spy. Boston: Little, Brown, 1974.
Berger, Ralph. Society For American Baseball Research, www.sabr.org, 2003
Lehmann-Haupt, Christopher. Cutting a Myth Down to Human Size. The New York Times, 1994
Moe Berg: Sportsman, Scholar, Spy. www.cia.gov, 2013