Cesur Yeni Dünya

9 dk

Geçmişin masum olduğunu savunanlar için kötü bir haberimiz var. Kimse masum değildi, sadece teknoloji gelişti ve para ön plana çıktı.

Sosyologlar, gezegenimizin şu an içinde olduğu dönem için 'Bilişim Devri' tabirini çok daha sık kullanır oldu. Akademisyenlerin tanımlamaları bir yana, kendi hayatımıza bile baktığımızda son dönemde bilişim alanındaki baş döndürücü gelişimi fark etmemek imkânsız. Artık sadece 10 yıl içinde, geçmişte belki 100-200 yılda yaşanan ilerlemeyi gözlemlemek mümkün. Ama bilişim, her alanda yaşanan bu ilerlemenin bile ötesinde bir hıza sahip.

Bilişimi bu kadar hızlandıran ise iletişim... 20 yıl önce literatürde olmayan internet, artık vazgeçilmez bir ihtiyaç konumunda. Akıllı telefon gibi beş sene önce var olmayan bir cihaz, şu an belki de en temel kişisel asistan durumunda. Sosyal ağlar da artık en önemli iletişim kanalları.

Dünya ekonomisi de inanılmaz bir hızla büyüdü 21. yüzyılda. Gezegen olarak çok zenginleştik. Maslov'un ihtiyaçlar piramidindeki temel basamakları tamamen tatmin eden insanoğlu, artık daha üst seviyedeki isteklerine yönelmiş durumda. Yani temel ihtiyaçları hallettik, artık keyfimize bakıyoruz.

Spor da bu keyifler arasında öncelikli olanlardan biri. Yıllar içinde kendi kültürünü yaratan spor, halihazırda kendisine bağlı kitlelere sahip ve her sene bu kültürü zenginleştiren yeni hikâyeler, her gün yepyeni heyecanlar, keyifler yaratıyor. Doğal olarak insanların ilgisi, ayırdığı zaman ve para da artıyor.

Dünya bu kadar zenginleşip iletişim bu kadar ilerlerken sporun dinamiklerinin de ciddi oranda etkilenmesi kaçınılmaz. 10 yıl önce Manchester United göğüs reklamını yıllık 10 milyon dolar karşılığında sattığında, bu bir devrimdi fakat aynı rakam bugün komik bulunuyor.

Spor kulüpleri için en önemli gelir kapısı ise ulaşabildikleri kitle. Ne kadar çok sayıda insana ulaşırsanız, artan ekonomik güçle geometrik büyüyen gelirlere kavuşuyorsunuz. Avrupalı ünlü futbol kulüpleri Asya-ABD turlarına keyif için çıkmıyor, NBA takımları da sezon öncesi oradan oraya tatil için turlamıyor.

İletişimin en büyük katkısı, farklı kitlelere ulaşmayı artık fiziksel bir zorunluluk olmaktan çıkartması. Artık bir Sri Lankalı, Real Madrid antrenmanında Ronaldo'nun attığı tuhaf çalımı 20 saniye sonra kısa bir video olarak izleyebiliyor. Şili'de bir çocuk, Kevin Durant'in ayak ameliyatının nasıl geçtiğini kendisi daha anestezi etkisinden çıkmadan öğrenebiliyor. Yine de bu, hızlı olduğu kadar manipülasyona da açık. Belki de klasik medyanın alternatifi artarken gücünün de artmasını en çok buna bağlamak lazım; yani hâlâ -kısmen- daha güvenilir olmasına.

Kulüplerin markalarını geniş kitlelere ulaştırmak için artık çok kaynağı var ama sattıkları ürünü dağıtmak için de bir satıcıya ihtiyaç duyuyorlar. Ürün derken asıl sattıklarından, yani 'oyun'dan bahsediyorum. Takımların/organizasyonların gelir kalemleri çok çeşitlenmiş ve artmış olabilir ama temelde halen en değerli ve diğer hepsini tetikleyen ürün, oyunun kendisi. Yayınların kitlelere ulaştırılması halen en değerli ve önemli unsur. Değeri ve zorunluluğu arttıkça, fiyatı da katlanarak artıyor. Kulüp ve organizasyonlar da geçmişle kıyaslanamayacak maddi standartlara ulaşıyor. Başta sporcular olmak üzere, dahil olan her parçanın geliri dolaylı şekilde artıyor.

Her ürünün elbette alıcısı olacaktır ancak iş spor olduğunda fiyatı neredeyse saçmalık derecesinde artıran bir başka faktör daha var. Evet, spor yayınları değerleniyor ama kitlesel medyanın spor yayınları ile simbiyotik ilişkisi de ürünün satıcısı olmaktan öteye geçmiş durumda.

Eskiden yayın hakları üzerine bir tahmini gelir belirlenir, ardından satışı yapmaya niyetlenen kurumlar kâr/zarar hesabı üzerinden bir tahminle yayın hakları için yarışırdı. Standart bir iş modeli yani...

Şimdilerde durum biraz farklı. İletişimin gelişmesi sonucunda insanların yaşam programlamaları da değişti. Artık kitleler, medyanın kendi hayatlarını kontrol etmesini istemiyor. Kendileri medyayı kontrol ediyor. Muhteşem Yüzyıl meraklısı bir seyirci "Ya, tamam dizi iyi güzel de her çarşamba akşamı 8'de oturup iki saat buna ayırmak istemiyorum, bazı haftalar işim oluyor, bazen daha geç izlemek istiyorum" diyor. Kayıt sistemli dijital platformları, internetten indirme alternatiflerini kullanıyor, kendine uyan saatte istediği yayına ulaşıyor. ABD'de Netflix'in, HBO Go'nun, TiVo'nun yükselişi, Türkiye'de tüm kanalların yangından mal kaçırır gibi kendi yayınlarını servis ettikleri web sitelerini açmaları boşuna değil. Zira insanlar, artık sevdikleri diziyi sabah işe giderken telefonlarından izlemek isteyebiliyor.

Spor ise bunun istisnası; doğası gereği kitlelere zamanı dikte edebiliyor. Banttan izlemenin hemen hiç keyif vermediği, yayın saatinde ekran başında olmanız gereken, seve seve başına geçtiğiniz bir yapıdan bahsediyorum. Medya kuruluşlarının seyirciyi 'tutuklu izleyici' haline getirebildiği yegâne yayınlar, artık spor karşılaşmaları. Bunlar, aynı zamanda 'tutuklu izleyici' peşindeki reklamcıların da bir numaralı durağı.

Birkaç örnekle açıklamak gerekirse; bundan yedi yıl önce NBA yayın hakları ABD içinde yıllık 900 milyon dolara pazarlanıyorken, gelecek sene yürürlüğe girecek yeni yayın sözleşmesine göre ESPN-TNT ortaklığı bunun yaklaşık üç katı bir ücret ödeyecek. Bununla da bitmiyor. İletişim arttıkça, yayın denen şey de global olarak pazarlanabilen bir ürüne dönüşüyor. NBA 200 ülkede yayımlanıyor. Her birinden ayrı ayrı para kazanarak... Fransa'da önceki yılların yayıncısı Canal+ 12 milyon dolarlık yıllık ücreti 20 milyon dolara çıkarmayı teklif etse de beIN Sports 40 milyon dolar vererek bu hakları alabiliyor.

Tüm bunların yansıması ise korkunç oluyor elbette. Bundan 10 yıl önce 250 milyon dolar civarında el değiştiren Philadelphia 76ers ve Detroit Pistons organizasyonları için şu sıralar milyar doların üzerinde bedellerden bahsediliyor. NBA'de tüm ücretler gelirlere oranla belirlendiği için gelecek sezon ortalama oyuncu ücretlerinde yüzde 25'lik bir sıçrama bekleniyor. NBA'de ortalama ücret -450 oyuncunun ortalamasından bahsediyoruz- bu yıl altı milyon civarındayken, gelecek sezon yedi buçuk milyon dolara çıkacak. LeBron James sekiz sene önce 15 milyon dolar kazanırken, gelecek sezon muhtemelen 30 milyon doların üzerinde ücret alacak.

Geçtiğimiz günlerde Real Madrid'in 2014-15 sezonu konsolide bütçesi açıklandı. Tam 577 milyon euro. Bundan 15 sene önce 70 milyon euro borcu karşılamak için şehir merkezindeki antrenman tesislerini satan Real'den bahsediyoruz.

Dünya zenginleşiyor, bu zenginlik hem Maslov'un ihtiyaçlar piramidi hem de medyanın simbiyotik ilişkisi nedeniyle katlanarak spora boca ediliyor.

Bunun elbette farklı etkileri de var. Her şeyden önce, medyanın kişiselleşmesi sporun yıldızlarını sadece sahalarda bir figür olmaktan çıkarmış durumda. Devasa gelirlere sahip oyuncular artık sadece sporcu değil, birer süper yıldız. Attıkları her adım takip ediliyor, kendi alanları dışında örnek ve kanaat önderi olabiliyorlar. Dünyanın hangi köşesine giderlerse gitsinler bir cep telefonu kamerası her an takipte. Sahada süper slow-motion kameralarla her bir mikro saniyeleri incelenirken, saha dışında da her adımları kayıt altına alınıyor, her yaptıkları biliniyor.

Bilişim devriminden önce sporcular sadece sahada değerlendirilen ve orada yaptıkları üzerinden kabul veya ret gören figürlerdi. Maradona veya Michael Jordan bugünün yıldızları olsa elbette sportif başarıları ile yine çok özel bir yere çıkarlar ama saha dışındaki hayatları nedeniyle insanların algılarındaki mesih konumlarından farklı yerlerde olurlardı. Maradona'nın uyuşturucu alışkanlığı ile ilgili sayısız Vine videolarını, Michael Jordan'ın kumar bağımlılığı ve sosyopat seviyesindeki rekabetçiliği nedeniyle takım arkadaşlarına yaptığı zulmü konuşuyor olurduk. Jordan için "Takım arkadaşlarını daha ileriye taşıdı, onları kendilerini aşması için zorladı" diyoruz ya şimdi... Doğru da... Ama o zamanlarda medya, bu süreçte gözünü patlattığı Luc Longley, Steve Kerr, Jud Buechler'ı zorlamak için seçtiği yöntemin doğruluğunu değil, sonuçlarını tartışıyordu. Zaten bu hikâyeler de çok sonraları ortaya çıktı, şimdiki gibi olayın 10 saniye sonrasında değil.

İletişim, mesafeleri ve zamanı daraltan bir vakum yaratıyor. Sporcular ve organizasyonlar büyüseler de aslında kitlelere daha da yaklaşıyorlar. Birer masal kahramanı olmaktan çıkıp her an ne yaptıklarını bildiğimiz birer merkezi figür haline dönüşüyorlar. Aynı şekilde, bireysel zenginlik ve özgürlük arttıkça kitleler de daha 'bilinçli tüketiciler' haline geliyorlar. "Pazara kadar değil mezara kadar", "Taraftarız biz çekeriz cefa" gibi romantik söylemlerin etkisi gün geçtikçe azalıyor. Zira her şeyden önce, bilgi özgürlüktür. Artık herkes, merkezi medyanın yönlendirdiği algı olmadan da her şeyin farkında. Bilgi kirliliği korkunç boyutta, evet. Ama hiçbir şey saklanamıyor. Merkezi medya da bu açıdan değişti, değişmek zorunda kaldı. Gazeteciler ulaşılabilir konumda artık. Onların da kendi medyaları var. Bunun fayda ve sorumluluklarıyla beraber yaşamak zorundalar.

Eskiden taraftarın takımı için verebileceği bir 'canı' vardı. Şimdi ise zamanını ve parasını verdiği için daha güzel bir karşılık beklemeyi kendine hak görüyor. Her şeyden önemlisi, artık destek verdiği takımları sorumlu tutuyor. Stat koşullarından transfer tercihlerine, kulüp veya oyuncunun o yapıyı temsil ederken belli standartlara uymasını istiyor. Siz köşebaşındaki elektronikçi Ahmet Abi'yi çok seviyor olabilirsiniz ama onu Apple ile aynı standartta görmezsiniz. Kulüpler de semt esnafından global markalara evrildikçe kullanıcılarının beklediği standartlar artıyor.

"Endüstriyel spor işin doğasını öldürdü" artık geçersiz olmasa da hayli demode bir argüman. Eski naifliği yok sporun, günümüzde olamaz da... Seyirci zaten sadece izleyici olarak yeterince katkı ve destek veriyor. Bir de deplasmanlarda, statlarda cefa çekerek rüştünü ispatlamak zorunda kalmasın artık. Acı çekerek daha iyi taraftar olunmuyor zaten, hem taraftarlık ne zaman bir yarış oldu ki?

Tüm bu yaşananların -ülkemizdeki kutuplaşma nedeniyle henüz hayata geçmeyen- bir sonraki aşaması ise belki de spora çağ atlatacak. Artık tüketici, kulüp yönetimlerinin kontrolörü olmak zorunda. Bir zamanlar zenginlerin eğlencesi/ iş bağlantısı/prestij aracı olan organizasyonlar, artık bireysel servetlerden daha güçlü. Halen Arap-Rus sermayesiyle semiren takımlar var elbet ama kulüplerin ekonomik büyüklükleri arttıkça, tatmin etmesi gereken kitlenin beklentileri nedeniyle hareket alanları da sınırlanıyor. Bir zamanlar Metin Aşık, Tahsin Kaya, Faruk Süren gibi isimlerin bireysel olarak yön verdiği kulüpler, artık başkanlarına muhtaç değil. Hatta tersine, artık ekonomik güçten öte bu gücün yönlendirilmesi daha önemli. Chelsea, Manchester City, PSG gibi, dev zenginlerin gerçek hayatta FM oynama hayaliyle sahip oldukları organizasyonlar dahi buna dikkat etmek zorunda. Türkiye'nin geçemediği bir sonraki aşama da tam olarak bu işte. Transfer çalışmalarından oyuncuların saha dışı yaşamına, uzun vadeli yatırımlardan resmi açıklamalara kadar tüm idari tercihler, temsil ettikleri dev kitleye, ait oldukları dev ekonomiye uygun ve tatmin edici olmalı.

Oyuncuyu kolundan tutup getiren Haldun Üstünel, Brezilya'ya oyuncu izlemeye giden Selim Soydan ve arkadaşları gibi verimsiz yapılara artık yer yok. Kulüpler birer kurum. Medyanın değişimi ve ekonomik büyüklükler, kurumları bireylerin üzerine koyup sporu çok daha sağlıklı bir platforma taşıyor; hesap verilebilirlik ve sorumluluk katına.

"Hep destek tam destek" sloganı ne zaman "Hep denetim tam denetim" olur, işte o zaman seviye atlayacak sporumuz. Camialar rakiple dalaşmak ve takımını yüceltmek yerine kendi yapılarını daha iyiye zorlasalar, zaten sahada dalaşma ve övme işi kendiliğinden gelecek. O yüzden Emre Belözoğlu, Felipe Melo, Gökhan Töre, Aziz Yıldırım, Dursun Özbek ve Fikret Orman, artık savunulması değil denetlenmesi gereken figürler. Onları daha iyiye itecek ana güç ve yegâne yaptırım da camiaların kendi elinde.

Bizde her şey geriden geliyor elbette. Medya da öyle. Çoğu zaman medyayı suçlamak mümkün ama medya aslında kitlenin yansımasından başka bir şey değil. Hele ki medyanın kişiselleştiği bu yeni dönemde. Kulüp yönetimleri, yani idari güç sahipleri büyük oranda o gücün ellerinden alınmasını istemezler. Bu sebepten başlarındaki yapıları kendilerine mâhkum bırakmaya çalışıyorlar. En büyük silahları da kulüpleri ekonomik olarak zayıflatacak borç bataklarına sürüklemek. Popülist iki-üç transferle göz boyayıp tepkiyi azaltan tek adam rejimleri... Siyasete ne kadar da benziyor, değil mi?

Bu rejimin ilacı ekonomik özgürlük, bireysel bilinçlenme ve hesap verilebilirlik. İlacı elinde tutansa bireysel ve kitlesel medya. Artık spor eski basitliğinde ve naifliğinde değil, kabul. Ama her ne kadar halen statlarda tekrar edilen bir marş olsa da en iyi taraftar, artık 'en çok cefa çeken' değil, en az cefanın çekilmesi için mücadele eden ve en fazla refah isteyenler arasından çıkıyor.

Socrates Dergi