socratesXreflect_alt

Cholismo

12 dk

Diego Simeone, Atletico Madrid mesaisine 10 yılı aşkın süredir devam ediyor. Kişiliğinden izler taşıyan oyun anlayışıyla... Peki talepleri değişen futbol izleyicisi ve oyun için 'Cholismo' ne ifade ediyor?

Atletico Madrid'in başında on yıl ve yedi ayı geride bırakan Diego Simeone, Avrupa'nın beş büyük liginde en uzun süredir aynı takımı çalıştıran antrenör. Simeone'nin hemen arkasında, ondan altı gün sonra göreve başlayan Freiburg antrenörü Christian Streich var. Daha sonra ise makas açılıyor ve en yakın takipçiler altı ila yedi yıldan başlıyor. Onların sayısı da oldukça az. Yedinci yılını dolduran Ajaccio Antrenörü Olivier Pantaloni'yi, altıncı yıllarındaki Jürgen Klopp, Gian Piero Gasperini ve Pep Guardiola izliyor. Bu ayrıcalıklı grubu bir yana bırakırsak, üçüncü yılından sonrasını görebilen antrenörlere esasında nadiren rastlayabiliyoruz.

Antrenörle bu denli uzun süre yola devam etme geleneği, büyük çoğunlukla başarı baskısının daha az hissedildiği ve imkânların kısıtlı olması sebebiyle sürekliliğin yeniliğe tercih edildiği kulüplerde görülüyor. Freiburg, Ajaccio veya onuncu yılını dolduranlar kulübünden geçtiğimiz sezon ayrılan Sean Dyche yönetimindeki Burnley ile Stephane Moulin'in Angers'si, bu minvalde örneklerdi.

Klopp'la Guardiola ise Premier Lig'e has ve özellikle 2000'ler sonrası ortaya çıkan bir trendi temsil ediyor. Ekonomik açıdan Avrupa anakarasına bu dönemden itibaren bariz bir üstünlük kuran Premier Lig kulüpleri, futbolculara ederinin üzerinde bonservis bedelleri ödemenin yanında antrenörlerin de en iyilerini toplama yoluna gittiler ve ancak dönemin en iyi antrenörlerini Ada'ya getirebildikleri periyotlarda kıtanın önüne geçebildiler. Oyun taktikleri açısından 2000'lerin ilk yarısında Rafa Benitez ve Jose Mourinho; 2010'ların ilk yarısındaysa Pep Guardiola ve Jürgen Klopp dönüştürücü bir etki yaratmıştı. Bu isimlerin sonraki süreçte Premier Lig'in yolunu tutmaları, her iki onyılın ikinci yarılarında Avrupa kupalarında ortaya çıkan İngiliz hakimiyeti açısından belki de en önemli adımdı.

Diego Simeone ile Atletico Madrid'in birlikteliği, bu biçimde bir sınıflandırmaya pek çok açıdan uyumsuzluk göstermesiyle özel bir niteliğe sahip. Nihayetinde bir süper kulüpte uzun yıllar görev yapabilmenin koşulu olarak dönemin lokomotifi olan oyun stilini geliştirmeyi şart koştuğumuz yukarıdaki denklemde, Simeone'nin futbol anlayışı koca bir anomali olarak karşımıza çıkıyor. O halde denklemin diğer tarafına mı dönmeliyiz? Son açıklanan Deloitte Futbol Para Ligi'ne göre dünyanın en çok gelir elde eden 13. futbol kulübü olan Atletico Madrid, finansal açıdan kendine benzer büyüklükteki kulüplere kıyasla ne gibi farklılıklar gösteriyor olabilir?

2010'lar süper kulüplerin birer futbol kulübünden ziyade markalar olarak görülme eğilimini çok daha güçlü biçimde hissettirdiği bir dönem oldu. Örneğin Juventus'un son yıllardaki arayışları tam da bu bağlamda değerlendirilebilir. 2017 yılında daha sade bir görüntü verilerek yenilenen Juventus logosu, "Kulübü bir marka olarak eğlence endüstrisinde yeniden konumlandırma" ve "Futbolla ilgilenmeyen insanlarda da ilgi uyandırma" gibi ifadelerle basına tanıtılmıştı. Dönemin trend futbol anlayışını yansıtan fakat Juventus'un geleneksel futbol kültürüne son derece ters duran Maurizio Sarri'nin Juventus'un başına geçmesi de cüretkâr bir sportif karar olmanın ötesinde muhtemelen başkan Agnelli'nin logo tanıtımı sırasında ifade ettiği "Piyasaların ne istediğini bulma ama aynı zamanda geleceğe dönük olduğunu gösterme" anlayışı ile ilişkiliydi. 2010'lara Barcelona ve Real Madrid'in oldukça gerisinde, hemen hemen sıradan bir başaltı takımı olarak başlayan Atletico'nun büyüklerle baş edebilmek için tercih ettiği yol Juventus'unkinden biraz farklı oldu. Bu açıdan en çok -son Deloitte liginde bir sıra üstlerinde yer alan- Borussia Dortmund'la benzerlik gösterdikleri söylenebilir. Finansmanlarını büyütme ve çeşitlendirme yoluna gittiler.

Ancak bunu başarıyla gerçekleştirirken, endüstri jargonuyla konuşulacak olursa Juventus benzeri radikal bir 're-branding' tercih etmediler. Her iki kulüp de olabildiği ölçüde kendi gibi kaldı.

Diğer yandan her şeye rağmen bu kulüplerin devlerle olan ilişkilerinde çok da büyük bir değişiklik olmadı. Atletico ve Borussia Dortmund'un gelirleri, son on yılda üç katına çıktı ama hâlâ Bayern'in, Real'in ve Barcelona'nın yarısı kadar gelire sahipler. Dolayısıyla artan zenginliklerine karşın kendilerini başaltı takımı gibi tanımlamaya devam etmekte o kadar haksız sayılmayabilirler. Bu tanımın sahaya yansıması ise öncelikle mücadeleyi ve takım için kendinden feragat etmeyi öne çıkaran futbol anlayışları oluyor: Borussia Dortmund için 'Heavy Metal Futbol' ve Atletico için 'Cholismo'.

Diego Simeone'nin futbolculuk günlerinden lakabı olan 'El Cholo'dan türetilen Cholismo, Klopp'un heavy metal futbolunun aksine piyasa dostu bir oyun felsefesi olarak benimsenemedi. Esasında iki takım da kendinden daha güçlüleri alt etmeyi başaran, öncelikle bu yüzden kamuoyunun ilgisini toplayan ve teknikten ziyade fiziksellikle tutkuyu öne çıkaran bir karaktere sahipti. Fakat Cholismo gol atmaktan önce gol yememeyi önemsiyor ve hiçbir zaman Klopp'un futbolu gibi 'eğlenceli' olmayı başaramıyordu. Simeone yönetiminde on tam sezonu geride bırakan Atletico, bu süreçte sekiz kupa kazanırken La Liga'yı yalnızca son iki sezonda yüzde ellinin üzerinde topa sahip olma oranıyla bitirdi.

Jose Mourinho, Tottenham Hotspur'dan kovulması sonrası yeni işini ararken verdiği röportajlardan birinde bir sonraki kulübüyle mutlak surette 'kurumsal bir empati' kurması gerektiğinden söz etmişti. Bunu söylerken, onun artık talep görmeyen metotlarına güvenecek ve karşılıklı güven ortamını tahsis edebilecek bir işveren bulabilmesinin son derece büyük önem taşıdığını vurguluyor olsa gerekti. Günümüzün genelgeçer beklentilerine tüm uyumsuzluklarına rağmen Simeone'nin bu kadar uzun süredir Atletico'nun başında olması, işte ancak burada ifade edilen biçimde kurumsal empati kavramıyla ve öncelikle Atletico'nun Simeone'ye duyduğu sadakatle açıklanabilir.

Zira antrenörlerin hemen hemen tamamı, o ya da bu şekilde sahip oldukları başlangıç fikirlerine sıkı sıkıya tutunuyor ve kendi metotlarına olan sadakatlerinde nadiren -belki ancak kariyerleri çok uzun bir seyir izlerse- büyük kırılmalar yaşanıyor. Değişim, bir bütün olarak futbol ekosisteminin -kulüp yöneticilerinin, taraftarların, medyanın, sponsorların- taleplerinde oluyor. Böylesine değişim dönemlerinde, işe yararlığına bakılmaksızın bazı stillerin geri plana itildiğini veya işe yararlık kavramının anlam değiştirmeye başladığını gözlemliyorsunuz.

Simeone tipindeki antrenörlerin genellikle daha az takdir görmesi, çok eski yıllardan beri geçerliliği olan ve futbol tarihinde kendini sıkça tekrar eden bir motif. Arjantin futbolu, bu tartışmalardan 'Bilardismo' ve 'Menottismo' kavramlarını doğurmuştu. Dolayısıyla Cholismo'yu tarihsel bir perspektifte değerlendirmek ve Carlos Bilardo'nun pragmatik futbol felsefesinin bir temsilcisi olarak görmek de mümkün olabilir. Fakat kazanmanın her şeyden önce geldiğini savunanlarla estetiği öne koyanlar arasında uzun yıllardır süregelen çarpışma, sanki 2010'larda önemini tamamen yitirip gitti.

Bunun da büyük oranda futbolun eğlence endüstrisine günden güne daha fazla angaje olmasıyla ve stadyumlarda izlenen bir spor olmaktan iyiden iyiye çıkıp küçük ekranlarda, hatta kesitler halinde izlenerek tartışılan bir olgu haline gelmesiyle ilgisi var. Bu süreç, elbette ki 2010'larda başlamadı. Başlangıcını büyük olasılıkla renkli televizyonların futbol maçlarını yayımlamaya giriştiği ve formalarda sponsorların belirdiği 1970'lere dayandırabiliriz. Bir hiper bağlantı çağı olarak 2010'lar, bu süreci belki de kontrolden çıkacak düzeyde hızlandırdı.

Bugün 30 yaşında olan bir futbol tutkunu, 2000'lerde futbolu hâlâ radyolardan takip edebiliyordu. Oyunla böyle bir ilişki kurduğunuzda, gözlemleme imkânı bulamadığınız takımların stratejileri ikinci planda kalabiliyor ve sizi futbolun içine çeken esas unsur maç kimin kazanacağı; yani saha içindeki rekabetin büyüsü oluyordu. Dikkat aralıklarının kısalması, artan ekranlar ve sürekli 'online' olma hali futbolla kurulan ilişkiyi de değiştirdi. Böyle bir çağda, Atletico gibi futbol oynayan takımlar kendini bir tüketici olarak yeniden tanımlayan futbol tutkunu için zaman ayırmaya değer görülmüyor.

Simeone, felsefesine neden bu kadar bağlı? Bu sorunun cevabını, henüz antrenörlük kariyeri başlamadan evvel İtalyan gazeteci Gabriele Marcotti'ye söylediklerinde aramaya başlayabiliriz. Futbolculuğunun son demlerindeki Simeone, "Nasıl bir antrenör olacağımı bilmiyorum ama takımım benim kişiliğimi yansıtırsa kendimi daha rahat hissedeceğime gün geçtikçe daha çok ikna oluyorum" diyordu. Atletico öncesi verdiği bir başka demecinde ise bir antrenörün yapabileceği en iyi şeyin "Ben bu şekilde oynarım" diyerek kendini tatmin etmek değil, takım için en iyisi neyse onu bulmak olduğunu söylüyor. El Cholo, şüphesiz ki Guardiola ya da Klopp gibi bir ideolog olmadı. Öte yandan kazanma hırsını doruklarda yaşayan, hırçın ve maço bir futbolcu olan Simeone'nin antrenörlük ettiği takımların başka türlü özellikler göstermesi de sanki pek mümkün değil.

Socrates Dergi