socratesXreflect_alt

Chrissie

17 dk

Geri çizgideki hatasız tenisi, hemen herkesten güçlü zihni ve asla tükenmeyen kazanma arzusuyla, Chris Evert kendi döneminden fazlasına damga vurdu. Biz de efsane raketle bunu nasıl başardığını konuştuk.

Kadın tenisi 1970'lerin başında Billie Jean King ve Orijinal 9'un ellerinde yükselirken kendi yepyeni süper yıldızlarını yaratmayı da ihmal etmiyordu. Florida'nın toprak kortlarından çıkan Chris Evert, 16 yaşında başlayıp emekli olduğu güne kadar hem çok konuşuldu hem de çok kazandı. Hatta öyle fazla şey kazandı ki bugün tarihin en iyi tenisçileri listeleri yapılırken kimseler Evert'ın adını anmadan geçemiyor. Fakat onun spordaki mirası istatistiklerden de sayılardan da büyük. Şimdi hazırsanız; 18 Grand Slam şampiyonluğunun ve 157 turnuva zaferinin ötesine bakma, gerçek Chrissie'yle tanışma zamanı...

"1970'lerde tenisin Mekke'siydi" şeklinde andığınız Holiday Park, sohbetimize başlamak için ideal yer olabilir. Fort Lauderdale'deki bu devasa tenis parkında çocuk olmak nasıldı?

Beş çocuklu kalabalık bir aileydik. Anaokulu çağında dahi babamın tenis antrenörlüğü yaptığı Holiday Park'a giderdik. İlk etapta amaç güvenli zaman geçirmemizdi. Dürüst olayım, beş yaşındaydım ve diğer kız arkadaşlarımla oynamak ya da yüzmek ilgimi daha fazla çekiyordu. Bunun yerine tenise gidip babamla bir alışveriş arabası dolusu top vurmak zorunda kalırdım. Neyse ki kısa süre sonra eğlenmeye başladım çünkü daha çok yaşıtım tenis oynamaya geliyordu. Çevredeki diğer tenis kulüpleri paralıydı, Holiday Park'ta ise boş kort bulmak yeterliydi. Kısa süre içinde büyük ilgi oluştu. Yetmişlerin başında bir sene 13 oyuncumuz gidip Wimbledon'da oynadı. Ben, Brian Gottfried, Harold Solomon ve birçok diğer arkadaşım… Düşünsene, 13 kişi aynı yıl Wimbledon'da Holiday Park'ı temsil etti. Bu sıralar oraya kendi aramızda 'Tenisin Mekke'si' demeye başlamıştık.

Sanırım Jimmy ve Colette Evert, teniste örneklerini sık gördüğümüz aşırı baskıcı ebeveyn figürlerinden biraz ayrışıyorlarmış...

Bu anlamda ailemizde güzel bir denge vardı. Babam koçumdu, annem ise tenis hakkında en ufak şey bilmezdi. Babamlayken konsantre şekilde tenis oynamayı öğreniyordum. Annemle ise sinemaya ve plaja gitmek gibi günlük etkinliklerimiz vardı. Hiçbir zaman benim ya da kardeşlerimin üzerine kaldıramayacağımız bir baskı koymadılar. Babam nadiren de olsa kortta çabalamadığımızı gördüğünde deliye dönerdi. Bu nedenle tenis oynarken elimizden geleni ardımıza koymazdık. Çabalayıp kaybettiğimizde bize asla kızmadı. Senin de söylediğin gibi bazı sağlıksız emsaller mevcut. Öyle aileler var ki hayatlarının merkezine sadece tenisi koyuyorlar, yemek masasında dahi sadece tenis konuşuyorlar. Bana kalırsa kortta elinden geleni yapmak ve günün geri kalanında tenisi arkada bırakmak gerek.

Chris Evert ve babası Jimmy Evert

Chris Evert ve babası Jimmy Evert

O sıralar epey nadir bir vuruş olan çift el backhand üzerinde uzmanlaşma süreciniz ne şekilde gelişti?

Babamın oyunculuk döneminde herkes tek el backhand vuruyormuş, benim başladığım zaman da durum çok farksız değildi. Aslına bakarsan ben çift el backhand vurmayı seçmedim ama tahta raketler çok büyük ve ağırdı. Eskiden çocuk raketi diye bir şey yoktu. Beş yaşında bir çocuğun o tahta raketleri sallamaya çalıştığını düşünsene… Forehand'de idare ediyordum ama backhand'i tek elle vurmaya çalıştığımda elimden fırlıyordu. Babamın önerisiyle rakete iki elle sarıldım ve topları filenin üzerinden geçirebilmeye başladım. 11 yaşındayken bir ara çift eli tek ele çevirmeye çalıştıysak da çoktan en iyi vuruşum olmuştu. Neyse ki aynı zamanlarda Björn Borg ve Jimmy Connors da backhand'lerini çift elle vurmayı öğreniyormuş ve birbirimizden habersiz o modayı başlatmışız.

Ve tabii geri çizgi tenisi trendinde de bu üçlünün payı büyük olmalı...

Doğru, ben tura geldiğimde aşağı yukarı herkes servis vole oynuyordu. Margaret Court, Billie Jean King, Rosie Casals, Virginia Wade, Betty Stöve… Tabii oyun stili bence büyük ölçüde hangi zeminde oynayarak büyüdüğünüzle ilintili. Mesela Billie Jean, Rosie gibi oyuncular California'nın hızlı sert kortlarında yetişip servis voleyi öğrendiler. Geride oynuyorduk çünkü Björn, İsveç'te kırmızı toprakta büyümüş, ben de aynı şekilde Florida'da toprak kortta büyüdüm.

O zaman topraktaki akıl almaz rekorunuzdan bahsedebilir miyim?

125 maçlık galibiyet serisi...

Evet.

Sana sonradan öğrendiğim daha etkileyici bir şey söyleyeyim. Tracy Austin'e yenilip seri sonlandıktan sonra toprakta 70 küsur maç daha aralıksız kazanmışım. Vaov, bilmiyordum bile... Bahsettiğin, 1973- 79 arasındaki dönemde ne olursa olsun toprakta yenilmeyeceğimi hissediyordum. Günümüzdeki gibi teller ve raketler yoktu. Oyunun içinde üretilebilen güç miktarı çok daha düşüktü. Benim tenisim topları doğru yere gönderme, çeşitlilik ve bekleme üzerineydi. Hatırı sayılır bir kısa topum, iyi aşırtma vuruşlarım vardı. Genelde rakiplerimden sabırlı olurdum ve onları hataya sevk etmek için topu oyunda tutardım. Toprak, bu planı en net uygulayabileceğim zemindi. Her zaman üzerinde kendimi en rahat hissettiğim yer oldu.

Toprak zeminin tam zıttı olarak değerlendirebileceğimiz çim korttaki başarıları, mesela on Wimbledon finalini ve üç kupayı nasıl açıklarsınız?

Ne yazık ki tarihin en büyük çim kort oyuncusu Martina Navratilova'yla aynı dönemde oynadım ve çim kortta sayılarımın daha etkileyici olmasını engelledi. Enteresandır, diğer birçok çim kort uzmanına, servis voleciye karşı başarı gösterdim. İyi bir return oyuncusuydum, etkili bir passing shot'ım vardı. Eğer iyi servis atarlarsa karşıya yollayabiliyordum, eğer fileye gelirlerse onları geçiyordum. Yine güç mevzusuna geldik ama o günlerde 190-200 km'lik servisler görmezdik. 125-130 km civarı vuruşlar karşılıyorduk ki bu beni fazla zorlamıyordu. Kendi servisim orta karar olsa da beni idare ediyordu. Çim kort tenisinin gereği olan kurnazlığa ve çevikliğe sahiptim. Toprakta ihtiyaç duymadığım bazı nüansları katıp doğaçlama oynama işinde fena değildim. Bak mesela, Björn için de durum benzerdi. İkimiz de safkan çim kort oyuncuları değildik fakat nasıl oynayacağımızı kendi kendimize öğrenmiştik.

1970'li yıllar ve günümüz arasındaki farklardan parça parça bahsettiniz ama biraz daha açar mısınız?

Şimdilerde tenisçiler neredeyse olimpik atletler kadar çalışıyorlar. Biz bu bilince ve fizyolojik bilgiye sahip değildik. Kort dışı antrenmanları artık çok önemli; oyuncular çok fit, ekipmanları daha teknolojik. Muhakkak daha çok para kazanıyorlar, daha çok sponsorları var, daha görünürler, televizyonda bizden çok yer buluyorlar. Her şey çok farklı, bambaşka bir dünya var. Tenisçi kalitesi de çok artmış durumda. Örneğin ben çoğu turnuvada ilk iki turu rahat kazanacağımı bilirdim, kafaca kendimi buna hazırlardım. Şimdilerde derinlik çok fazla ve ilk turda bile A oyununuza ihtiyaç duyabiliyorsunuz. Ben iki dönemi kıyaslanamaz buluyorum. Bence kıyaslanabilecek tek şey bir şampiyonun zihni, duyguları, onları yönetme biçimi ve baskıyla mücadele gücü. Bu zamansız bir şey.

Siz bu güce ne şekilde sahip oldunuz?

Açtım. Kazanma açlığından bahsediyorum… Belki bir süre sadece babam için oynadığımdandır. O benim ilham kaynağımdı, iyi tenis oynayarak onu mutlu edebilme gücüne sahiptim ve bu şansı kullandım. Sonra kendim için oynamaya başladım. İnan bana, kazanmayı sevdiğimden çok kaybetmekten nefret ettim. Genç yaşta bir kez başarının tadını alırsanız ondan kolayca vazgeçemiyorsunuz. Büyük bir turnuva mı kazandınız? Size yetmiyor, bir sonraki için çalışmaya başlıyorsunuz. Hep şampiyonların bir bakıma aç gözlü olduğunu söylerim. Bana, Martina'ya, Steffi Graf'a, Roger Federer'e, Novak Djokovic'e bakın… Tatmin olmayan bir tarafımız var. Başarının nasıl hissettirdiğini biliyoruz ve kendimizi sadece 'kazananlar çemberi' içinde rahat hissediyoruz.

Mesela arka arkaya 13 sene Grand Slam kazanarak, tenisin kırılması zor rekorlarından bir tanesine isminizi yazdırmışsınız...

Evet, bu bence güvende olan bir rekor. Yanlış anlaşılmasın, ben çok iyi olduğum için değil. Güvende çünkü artık standartlar çok yükseldi. Grand Slam oynamak epey zor, yedi maç boyunca en iyi seviyenizde kalmaktan bahsediyorum. Bu kadar fazla sert rakip varken sanmıyorum biri tekrar yapabilsin.

Sahip olduklarınız içinde favori rekorunuz hangisi?

Slam'lerde toplam 52, arka arkaya 34 yarı final görmeyi başarmışım ki hiç fena değil. Bunu seviyorum. Ayrıca yüzde 90'lık kariyer maç kazanma oranım da gayet yüksek. O da istikrarı gösteren bir rekor, ayrıca hem erkek hem kadın tenisinde tarihin en iyi derecesi. Tabii şimdilik.

Baktım da, 18 yerine 21 tekler Grand Slam şampiyonluğunuz olabilirmiş...

Ahh, çok kötüsün... Katılmadığım Fransa Açık'ları soracaksın değil mi?

"Martina ile maçlarımız çekişmeliydi. Seksen kez oynadık ve ikimiz de makul miktarda kazandık."

"Martina ile maçlarımız çekişmeliydi. Seksen kez oynadık ve ikimiz de makul miktarda kazandık."

Üzgünüm ama evet. Topraktaki yenilmezlik seriniz devam ederken pas geçtiğiniz üç Roland Garros için hiç pişmanlık duydunuz mu?

Geriye bakınca biraz buruk hissetsem de haklı sebeplerim vardı. Birincisi, o dönem slam'ler bizim için şimdinin elit oyuncularına ifade ettikleri kadar şey ifade etmiyordu. O senelerde önceliğimiz Virginia Slims turunu, kendi markamızı büyütmekti. Mesela Chicago'daki Virginia Slims turnuvasını kazanmak bizim için Amerika Açık'ı kazanmak oranında mühimdi. İkincisiyse tüm üst düzey tenisçiler WTT (Dünya Takım Tenisi) organizasyonunda oynamaya giderdi. Büyük kontratlar yapmıştık ve üç ay boyunca bir takımın parçası olarak oynama şansına sahiptik. Bireysel bir sporda takım oyuncusu olma işine bayılmıştım. Bahsettiğin üç turnuvayı bu yüzden pas geçtim. Ayrıca oynayabileceğim 18 Avustralya Açık'ın sadece altı tanesine katıldım ve o altı turnuvanın hepsinde finale yükseldim. Geri kalan yıllarda Avustralya'ya seyahat etmedim çünkü tam noel dönemine denk geliyordu. Bu kafayla 18 tane kazandığım için bile şanslı sayılırım.

Acaba tenis kariyerinizi şimdiki bilinçle, şimdiki dönemde sürdürmeyi tercih eder miydiniz?

1970'lerde büyümeyi hep çok sevdim çünkü sık sık bahsettiğim ekosistemi biz yarattık. 15 yaşındayken gazetelerden kadın oyuncuların erkeklerin yüzde 10'u kadar şampiyonluk ödülü kazandığını okurdum. Stan Smith 10 bin dolar alırken, Billie Jean'in aynı turnuvayı kazanıp sadece 1000 dolar aldığını hatırlıyorum. Biz tam anlamıyla sıfırdan geldik. Bu gelişim hareketinin içinde yer almak, kadın-erkek eşitliği için mücadele vermek, sesimizi yükseltmek ve kadın tenisinin büyümesini sağlamak harikaydı. Spor âdeta ellerimizde büyüdü, ben bunu dünyadaki hiçbir şeye değişmem.

Seksen maç, 14'ü Grand Slam'lerde olmak üzere altmış final ve "Kadın tenisini yaratan rekabet" gibi müthiş bir paye… Ama hepsinden evvel, büyük rakibiniz Martina Navratilova'yla yaptığınız ilk maçı anımsıyor musunuz?

Martina'yla ilk olarak ben 18 o da 16 yaşındayken, Akron'da oynadık. Büyük solak servisi, forehand gücü ve vole becerisi beni çok etkilemişti. Ancak fiziksel olarak hazır değildi, hatta biraz tombuldu. Gerçi bunu sonraları ona söylediğimde, "Bence sen de pek zayıf değildin" diyor ama olsun. Eğer biraz kilo kaybedip fitleşirse işimiz var diye düşünüyordum ki sonra olanlar oldu. Kort dışındaki antrenmana özen gösterdi; spor salonuna gitmenin, ağırlık çalışmanın önemini diğer herkese öğretti. Müthiş bir atletik kapasitesi olduğu için çok üst seviyelere çıktı, zihinsel olarak bunu destekleyince de inanılmaz başarılara ulaştı.

Zıtlıkların tenis rekabetleri üzerine olan etkisinden ne zaman konu açılsa söz illaki Evert-Navratilova rekabetine gelir…

Herhalde birbirinden daha zıt iki kişi olamazdık. Geri çizgi oyuncusuna karşı servis voleci, 'Özgürlükler Ülkesi'nden bir Amerikalı'ya karşı komünist Çekoslavak, sakinliğe karşı coşku, sağ ele karşı sol el… Tabii o kendi taraftarını getirirdi, ben kendi taraftarımı getirirdim ve tribünler normalden daha fazla ayrışırdı. Maçlarımızda soru, "O gün iyi yaptığı şeyleri kim daha iyi yapacak?" olurdu ve kazananı bu belirlerdi. Eğer iyi return yapar ve passing shot'ları çalıştırırsam ben kazanırdım. O iyi servis atar ve filede istediği topları bulursa galip gelirdi. Maçlarımız çekişmeliydi. Seksen kez oynadık ve ikimiz de makul miktarda kazandık. Birbirimizi daha iyi tenisçiler olma konusunda yukarı ittiğimizi düşünürüm hep. Eğer jenerasyonumda Martina olmasa daha erken emekli olabilirdim.

Bu ateşli rekabetin yakın bir arkadaşlığa evrilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle kulağa ne kadar ilginç geldiğini tahmin edebiliyorum. Artık rekabet etmiyoruz ve birbirimizi sevmemek durumunda değiliz. Mücadele ettiğinizde ilişkinin üzerinde baskı oluyor. Örneğin ben kardeşime karşı oynamaktan, onu çok sevdiğim için nefret ederdim. Sevdiğiniz birine karşı hem kaybetmeyi hem kazanmayı istemiyorsunuz. Martina'yla birbirimizden daha uzaktık. Ayrı takımlarımız vardı, bazen işlerin pisleştiği dahi olurdu ama bu sık gerçekleşmezdi. Sonra emekli olduk ve birlikte vakit geçirip eğlenebileceğimizin farkına vardık. Karşılıklı birkaç kadeh şarap içip sohbetin keyfini çıkarabildik, rekabetin olmayışı ilişkimizi rahatlattı. Bunun nadir ama hakiki bir arkadaşlık olduğu kanaatindeyim.

Navratilova, Steffi Graf, siz ve diğerleri... 'Tarihin en iyisi kim?' tartışması her sporda olduğu gibi teniste de son zamanlarda fazlasıyla gündem meşgul ediyor. Acaba bu tartışmayı yapıp bir en iyi seçmeli miyiz yoksa dönemleri karşılaştırmanın lüzumu yok mu?

Ben kendimce bu tartışmayı iki kategoriye ayırarak yapmayı doğru buluyorum. Birincisi, oyuncu becerisi olarak tüm zamanların en iyisini seçmek ki bunun cevabı genelde mevcut ânın en büyük oyuncusu oluyor. Sanırım Serena Williams en iyi tenisini oynarken Martina'yı, Steffi'yi ya da beni en iyi performanslarımızla yenebilirdi. Bunu söylüyorum çünkü her yeni dönem, yeni bilgi demek. Oyuncular gittikçe daha iyi hale geliyorlar. İkinci konu ise tüm zamanların en iyi kariyerini seçmek ve burada belki başka isimler zikredilebilir. En eksiksiz kariyerden bahsediliyorsak; Steffi, Martina ve hatta ben bile tartışmaya dahil olabiliriz. Mesela Martina, eğer çiftler ve karışık çiftleri de katarsak diğer herkesten fazla slam kazandı. Üstelik 50 yaşına aylar kala karışık çiftlerde Grand Slam'i tamamlamıştı. Steffi'nin 1988'deki 'Golden Slam'i de hâlâ akıllardadır.

Sormak istediğim biri daha var çünkü sakatlıklar yolunu kesmese önceki soruda ondan bahsetmiş olabilirdik. Tracy Austin hakkında neler söylersiniz?

Tracy için çok üzgünüm. Muhteşem bir kariyeri olabilirdi ama çok fazla sakatlık ve şanssızlık yaşadı. Mesela ona arka arkaya beş maç kaybettiğim bir sekans hatırlıyorum... Eğer kendi oyunumu oynarsam yine kaybedeceğimi, daha agresif olmam gerektiğini belirtenler vardı. Sonraki maçımızda bunu yaptım, ilk seti yakın kaybettim ama sonrakileri 6-1, 6-1 kazandım. Devamında da eşleşmemizin seyri biraz değişti. 16 yaşındayken bile zihnen çelik gibiydi, toplara tertemiz vuruyordu. Kortlardaki yolculuğu ne kadar kısa sürerse sürsün o büyük bir şampiyondu. Tracy'yle olan kısa fakat yoğun rekabetim beni yeni nesil oyunculara karşı daha agresif olmam konusunda ikna etti.

"Bu malzemeyle elimden geleni yaptım. Sadece her maçta değil, her puanda çok profesyoneldim."

"Bu malzemeyle elimden geleni yaptım. Sadece her maçta değil, her puanda çok profesyoneldim."

Hatta değişen rekabet düzeyine karşı etkili kalmak için ilerleyen senelerde tahta rakete de veda ettiniz...

Herhalde tahta raketi bırakan son profesyonel oyuncuydum. Herkes grafit raketlere geçip daha kolay güç üretme şansına sahip oluyordu. Bense muhafazakârdım ve kazanan yolu değiştirmek istemedim. Birkaç deneme yaptıysam da kendime uygun grafit raketi seçemedim. Çok canlı geliyorlardı, top hissim tamamen ortadan kaybolmuştu. Öyle bir raket bulmalıydım ki bana hem o ekstra gücü verecek hem de sahip olduğum istikrarlı top kontrolünü azaltmayacaktı. Wilson'ın grafit modelini beğendim ama ne olursa olsun kazanma konusunda ona bir süre güvenemedim. Benim oyunum sağlamlık üzerine kuruluydu ve sağlam kalmalıydım. "Eğer daha canlı bir raket kullanırsam basit hata yaparım" fikrini kafamdan tamamen silmeliydim. Sonunda sildim ve o raketle iki Fransa Açık kazandım.

Bu geç gelen şampiyonlukların yeri sizde ayrı mıdır?

30 yaşındaydım, artık herkes benim tekrar slam kazanma ihtimalimi yok sayıyordu. Martina epey dominanttı, Steffi gümbür gümbür geliyordu ve ben de açıkçası insanlarla benzer fikirdeydim. Bu nedenle Martina'yı yenerek kazandığım 1985'teki Fransa Açık, özellikle en duygusal zaferimdir.

Otuzlarınızda da hâlâ dünyanın en iyilerinden biriyken neden emekliliği tercih ettiniz?

Artık sabahları uyanıyordum ve korta çıkıp maç yapacak motivasyonu üretmekte zorlanıyordum. İki tip emeklilik çeşidi olduğuna inanıyorum. Ben fiziken değil zihnen emekli olmuştum. Aslında ertesi sene bazı gösteri maçlarına çıktım. Kondisyon bakımından fazla eksiğim yoktu sadece kafaca tükenmiştim. 34 yaşında kariyerimi sonlandırdım.

Peki oyunculuk günlerinize dair bir ukdeniz var mı?

Benim durumumdaki birinin geriye dönüp herhangi bir büyük pişmanlıktan bahsetmesi bencilce olurdu. Eldeki malzemeyle, o zamanlarda sahip olduğumuz bilinçle elimden geleni yaptım. Sadece her maçta değil, oynadığım her puanda çok profesyonel, disiplinliydim. Eğer en teknik detaylara iner, içimdeki mükemmeliyetçiyi dinlersem belki servisim ve volem üzerine daha sıkı çalışmalıydım diyebilirim. Belki zayıflıklarıma daha çok odaklanabilirdim ama günün sonunda yapabileceğimin en iyisini yaptığımı biliyorum.

Emeklilik kimi büyük sporcuyu mutsuz eder hatta kimisi spora geri dönmeyi dahi dener. Sizin tenisi bıraktıktan sonra nasıl bir hayatınız oldu?

Emekli olduktan sonra hayat mükemmeldi. Mutlu bir evlilik yaptım, 36 yaşında ilk çocuğumu doğurdum ve sonrasında iki kez daha anneliği tattım. Bahsettiğin o emeklilik sonrası depresyonunu pek yaşamadım. Birazı Florida'da birazı Colorado'da geçen keyifli bir hayatım vardı. Sanırım başka açılardan hayatın tadını çıkardığım için de geriye dönüp üzülecek vaktim olmadı.

Sadece kort üstündeki zaferlerinizi ve hayal kırıklıklarınızı değil, özel hayatınızdaki iniş çıkışları dahi kamuoyunun gözü önünde yaşamış olmak çok yorucu olsa gerek. Son olarak bununla zihnen nasıl baş ettiğinizi sormak istiyorum...

Sana yalan söylemeyeceğim, bu durumdan hep çok rahatsız oldum. Ama hayat bana her şeyin bir bedeli olduğunu öğretti. Anlıyorsun değil mi? Şöhret için, başarı için, zenginlik için ödenmesi gereken bir bedel var. Herkes bakıp hayatlarımızın ne kadar etkileyici, ne kadar parlak göründüğünü düşünebilir fakat çok fazla şey de kaybediyoruz. Bunların başında gerçekten 'özel' bir hayata sahip olabilmek duruyor. Ayrıca kimin sizi pohpohladığını kimin içten bir şekilde arkadaşınız olduğunu bilmek zorlaşıyor. Ben zihnen çok fazla iniş çıkış yaşamadığım için şanslıydım. İlgi ve baskı beni hiçbir zaman spordan uzaklaşma noktasına getirmedi. "Aaa yine mi gazetelerdeyim?" der ve korta çıkıp işime bakardım. Başarılıydım, ünlüydüm ve bunların olması lazımdı. Yaşadıklarımın hiçbirine hazırlıksız yakalanmadım.

Socrates Dergi