Çifte Yalnızlık

22 dk

Eser Özaltındere, futbol hayatı boyunca büyük rekabetlerin içinde yer aldı. Mücadelesi sadece saha içiyle sınırlı kalmadı üstelik. Ülke futbol tarihinin farklı isimlerinden Özaltındere ile bir araya geldik.

Röportajı kısaltırken atılan her kelimede acı çekmek… Socrates sınırları dahilinde Atahan Altınordu ile özdeşleşmiş bir rutin… Eser Özaltındere ile uzun süredir planladığım ama bir türlü gerçekleşmeyen buluşmamız nihayet gerçekleştiğinde, ilk andan itibaren 'atmaya kıyamadığım' cümlelerin olacağından emindim. Kariyerini, başarılarını konuşacaktık ama bir de felsefe okuyan bir futbol adamının olaylara bakış açısıyla genel futbol âleminden ne kadar farklı olduğu gerçeği vardı. Röportaj bittiğinde kayıt cihazında üç saat bilmem kaç dakika yazıyordu. Giden kelimelerden arda, sayfadakiler kaldı…

Jonathan Wilson'ın Türkçeye Yabancı: Kalecinin Tarihi adıyla çevrilen kitabında önsöz size aitti. Orada, kaleciliğe başladığınız günleri, Artvin'deki şehir stadı üzerinden anlattığınız bir bölüm var. Bugünlerde stadyumların yeri tartışılıyor ama o zamanlar bir şehir için sosyalleşme alanlarından biri olarak stadyumların çok önemli rolleri var…

Babam memur olduğu için oraya tayinimiz çıkmıştı. Uzun süre bir şehirde yaşadıktan sonra farklı bir mekâna doğru yol alma düşüncesi beni kaygılandırıyordu. Oraya gidince yabancılık çektim fakat içimde bir futbol aşkı vardı, kaleciliğe de başlamıştım mahalle seviyesinde. Ve o stat… Hâlâ gözümün önünde… Yamaç üzerine kurulmuş, maçlarda top dışarı kaçtı mı topu bulamayacağınız bir stadyum, arkada ceviz ağaçları, dar bir tribün… Kupkuru bir zemin, kimsecikler yok, kapılar da açık… İlk defa bir statla tanışmıştım. Daha sonra 7 Martspor'a girdim ve amatör olarak oynamaya başladım.

Gençlerbirliği ile yolunuzun kesişmesi de yine babanızın mesleki durumu ile ilgili sanırım?

Babamın Ankara'ya tayini çıktı. Hep küçük şehirlerde yaşamışım, büyük kentin ortamına girdiğiniz zaman belli bir özgüvensizlik, yabancılaşma söz konusu oluyor. Bunu da o yaş grubunda bir insanın aşması kolay değil ama o futbol aşkı beni zorluyor; boş zamanlarımda Gençlerbirliği'nin kaleciliğini yapan akrabamız Orhan Abi'nin (Gökdemir) idmanlarını izliyorum. Daha sonra Ankaragücü idmanlarını izlemeye gidiyorum. Bir gün Tandoğan'daki bir Ankaragücü Genç Takımı idmanından sonra antrenörün kapısını çaldım ve "Beni dener misiniz?" dedim. Fakat yaklaşımları pek sıcak olmadı. Artvin'deki antrenörümüz vasıtasıyla Güneşspor'dan bir randevu aldım, o da olmadı. En sonunda Orhan Abi'ye durumu anlattım, bir gününü bana ayırdı ve Fehmi Baştüzel'in yanına gittik, çok beğendi. Gençlerbirliği macerası başlamış oldu.

Gençlerbirliği döneminizde akıllara kazınan olaylardan biri 1973-74 sezonundaki yönetim protestonuz. Balıkesir deplasmanı için masrafları ceplerinden ödeyen futbolcular, sahaya siyah kurdelelerle çıkıyor…

O konularda abiler kararı aldı ve biz de uyduk. Haklı bir tepkinin parçası olduğumuzu düşündük. Fakat açıkçası çok bir şey de hatırlamıyorum. Zor koşullardan etkilenme durumlarındaki anılar daha canlı oluyor. Bir Kayseri deplasmanı, bir de Trabzon deplasmanı vardı. Bak, o Trabzon anısı daha taze… Gençlerbirliği, Trabzon ile oynayacak; Trabzon da Kayseri ile çekişiyor şampiyonluk için. Trabzon, sahasında bizi 5-0 yenerse şampiyon olacak, 5-0'ın altında da Kayseri şampiyon oluyor. Kayserililerin kulübe gelip gittiği konuşulmaya başlamış, söylentiler dolanıyordu. Takım, Trabzon'a gitti; ben ve birkaç arkadaşımın da üniversite sınavları vardı, takıma daha sonra katılacaktık. Bitirdik sınavları, bindik uçağa ve gittik Trabzon'a… Ali Abi vardı, taksici. Kafile başkanı olarak gelmiş havalimanına, bizi kamp yerine götürecek. Ona"N'aber Ali Abi!" diye bağırdığımız anda ortalık karıştı! Meğer bizim kulüple Kayseri arasında görüşmeleri yürüten Kayserili Ali diye birinin olduğu duyumunu almışlar Trabzon'da. Bizim Ali Abi'yi de bu adam sanıp epey bir elden geçirdiler. Bu arada "Sporculara dokunmayın!" diye bağırıyorlar ama ortalık karıştı, jandarma bile engel olamıyor. Kamp yeri Görele'deydi, jandarma eşliğinde gittik. Maça çıkacak mıyız, çıkmayacak mıyız belli değil, herkes tedirgin. Diyelim 3-0 bitti, şampiyon olamadılar, ne olacak? Başkan Oğuz Atalay geldi, "Dönelim" dedik ve Ankara'ya yine güvenlik önlemleriyle döndük.

Biraz ileri saralım… Roma-Galatasaray maçında da saha içindeki karmaşada hatırlanan isimlerdensiniz. Özellikle de Fabio Capello ile aranızda yaşananlar uzun süre gündemdeydi…

Başarılar yakalayan teknik kadrodan kalan en eski kişiyim, sorumluluğumu daha da şiddetli hissediyorum. Çocuklarla ilişkisi en kuvvetli kişiyim. Neyse, maç bitmiş: 1-1. Bunlar baştan bizi rahatça yeneceklerine kesin gözüyle bakıyorlar, özellikle de Capello. Lima vardı onlarda, Antep'te oynamıştı ve Türkçe biliyordu. Maç içinde neler oldu bilmiyorum ama maç bitti, bir baktım kaynama var sahada. Oyuncuları toparlayıp soyunma odasına götürmek benim görevim. Bir baktım, Lima ve oyuncularımız gerginlik yaşıyor. Bizim çocuklar saha tarafındaydı, Lima ise soyunma odalarına daha yakındı. Lima'yı aldım ve Türkçe konuşa konuşa, onu sakinleştirerek soyunma odasına götürmeye başladım. Başardım da aslında, ortam sakinleşti. Sonra Capello denen adam geldi, saçımı çekti ve ortalık karıştı. Güvenlik sorumlusu üstüme atladı, boğuşuyoruz. Ondan kurtuldum, Roma Emniyet Müdürü bana vurdu. Tünelin girişinde polisler dizildi. Soyunma odasına girmeye çalışan oyuncularımızı dövüyorlar. Capone'a vuruyorlar, bir baktım Totti ile biri daha bizim Vedat'a saldırıyor... Bir türlü indik soyunma odalarına. Peki Lucescu ne yaptı? Girdi soyunma odasına ve Yasin Abi ile bana söylemediğini bırakmadı. Herhalde İtalya'da çevresi var ya, puan almanın zevkini süremediği için kızdı. Ben de tedirginim, "Acaba hata bende mi?" diyorum. Sonra UEFA olayı inceledi ve bana teşekkür eden bir mektup gönderdiler. Ama Lucescu'dan fırça yedik.

Adana'ya dönelim... Orada Muharrem Gülergin gibi simge bir isimle aynı ortamı paylaştınız…

Çok esprili, çok güçlü, çok saygı duyulan bir insandı, öncüydü… Muharrem Abi ve onun nesli, sadece futbolla kalmıyor; çok iyi sutopu oynuyorlar, çok iyi yüzücüler, voleybol, basketbol oynuyorlar... Adana'da takımları birçok sutopçu ve yüzücü çıkardı o dönem. Bunlarda da pay Muharrem Abi'nindi tabii; duayeni, lideriydi şehrin.

Gündüz Tekin Onay, uzun süredir beni takip ediyordu. Genç milli takımdan, Ankara'dan tanırdı beni, Adanaspor'a almak istemişti. Derken Beşiktaş'a transfer oldu, beni de Beşiktaş'a almak istedi. Mehmet Üstünkaya ile anlaştık. Ankara'ya döndüm, ailemin yanına. Bir yandan Adana'daki o güzel ortamı da bırakmak istemiyorum. Transferim duyulunca, taraftarın da baskısıyla Muharrem Abi, arkadaşım 'Kelle' Kadir'i alıp Ankara'ya geldi. Yanında da bir çanta ve içinde paralar! Ama orada esas hamle Muharrem Abi'nin gönderilmesi çünkü ona karşı öyle bir saygımız var ki "Hayır" diyemiyoruz. Nitekim Beşiktaş'la ön sözleşme yapmış olsam da Muharrem Abi hamlesi ile onun peşine takıldım ve Adana'ya dönüp iki yıllık bir imza daha attım.

Adana Futbolu kitabında kaleme aldığınız yazıda Adana Demirspor'a transfer olmak için şehre geldiğinizde ilk gecenizi, yıllar geçmesine rağmen sanki dünmüş gibi detaylarıyla aktarmıştınız. Birçok memur çocuğunda olan o 'şehir değiştirme fobisinin' bir sonucu muydu bu?

Aynen öyle… Yüksel Doğanay'ın meşhur Peugeot'suyla gittik Adana'ya, elden vitesli. İsmail Abi (Saçal) de benimle birlikte transfer olmuştu, üçümüz vardık Adana'ya. Sabah uyandığımdaki o boğucu sıcağı hiç unutamıyorum. Ter içerisindeyim, dayanılacak gibi değil! Bir yandan da acayip bir uğultu geliyor. Pencereden bir baktım, aman Yarabbi! Nasıl bir karmaşa, anlatamam! İnsanlar bağırıyorlar çağırıyorlar, hiçbir kural yok, şalvarlılar var… 131'ler vardı, taksi olarak kullanılanlar, onlar vızır vızır geçiyor… Ankara'da böyle bir şey görmemişim çünkü orada belli bir düzen vardır yine. Bu ortamda neyle karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. İlk anda öyle bir durum oldu ama sonra ben Adana'yı çok sevdim, onlar da beni sevdi ve güzel yıllar geçirdim.

Kitapta, bu anıyı eski kuşak futbolcuların davranış yapısının ne kadar farklı olduğunu vurgulayan bir şiirle bitirmişsiniz. Futbol atmosferinin değişiminde ana hatları nasıl çizeriz?

Sanıyorum Türkiye'deki değişim Özal dönemi ile başladı. Türkiye, gümrük duvarları ile ülkeyi koruyan bir fanusun içinde kendine has dünyası olan bir yerdi. Kendi tarihinden ve geleneklerinden gelen değerler, özellikle de insancıl değerler bu fanusla korunuyordu. Kapitalizm vardı ama bu fanus o bütünleşmeyi yavaşlatıyordu. Daha sonra fanus açılıp kapitalizmin kendine has kuralları, felsefesi toplumda yayılmaya hatta kılcal damarlara kadar girmeye başlayınca değerler de sarsıldı. Tabii bizim gibi örgütlü olmayan toplumlara bu değişimler fayda sağlıyor gibi görünse de o temiz değerlerin sarsılmasına neden oldu. İnsani değerlerdeki değişim o dönemden önce de vardır belki ama ondan sonra hızlandı. Rekabet, çıkar, menfaat acımasız bir şekilde her şeyin temeli oldu. Batılı toplumlar kendilerini koruyorlar ama Türkiye'de vahşi kapitalizm görülmeye başladı. Ha, yararı da olmuştur o dönemin. Spor açısından konuşalım: Tesisler, sahalar değişti. Profesyonellik daha gelişti göreceli olarak… Futbol ortamı yeni mekanizmalar oluşturdu, menajerlik ortaya çıktı ve futbolcu hakları korunmaya başladı. Ama değer değişiminin başlangıcı bence o dönemdi.

Yine şehir değiştirelim… Adana'dan İstanbul'a geliyorsunuz. 'Büyük şehirlerin' en büyüğü… Buradaki izlenimleriniz ne oldu?

İstanbul, kapitalizmin daha ağırlıkta olduğu, rekabetin, menfaatin çıkarı doğrultusunda hareket etme refleksinin olduğu bir metropoldü; o zaman bile! Bundan futbolcu da etkileniyor ve daha bencil davranmaya başlıyordu. Buradaki katı bireyci anlayışla karşılaşınca adapte olmakta da zorlanıyorsunuz. Hele bir de kendinizi koruyacak mekanizmalar gelişmemişse, kendinizi ifade etmekte zorluklar yaşıyorsanız, hele bir de kaleciyseniz daha çok etkileniyorsunuz. Bir yabancısınız! En son adam olduğunuz için defans oyuncusu hatalardan kendini kurtarıyor ve fatura size kesiliyor. Medya üzerinize geliyor, bundan etkilenen taraftar üzerinize geliyor… O tür olaylar Adana'da olduğunda eğer taraftar seni biliyorsa, kaliteni, özverini görmüşse hatayı hoşgörebiliyor. İçsel olarak akılcı bir şekilde değerlendirmiyor belki ama "Eser iyi bir kalecidir ve katkısı büyüktür, bir-iki hata yapsa da görmezden gelebiliriz" diyor. Ama İstanbul'da o dönem mercekle kaleci hatası aranıyordu. Yapayalnızsın!

Dünyanın birçok ülkesinde en az iki şehrin tarihi rekabeti söz konusudur ama bizde İstanbul ve diğerleri durumu var. Nedeni bu durumla bağlantılı mı sizce?

Kapitalizm kurallarının en yoğun olduğu kent burası. Sanayi burada, basın burada, ekonominin beyni burası, ki o zaman daha da fazlaydı ağırlığı. Bu şartlar altında burası başka bir dünya! Bütün bunlar ister istemez futbola da yansımış yıllar boyunca.

Milli takımda Avusturya maçından önce Metin Türel'e yazdığınız bir mektup var. Daha sonra Turgay Şeren de köşesine taşıyor…

Avrupa'ya baktığınızda sporcular -ailevi veya bireysel sorunlar olabilir- "Milli takımdan affımı istiyorum" dediğinde insan hakları çerçevesinde ona saygı gösteriliyor. Kimse "Vatan haini, nereye kaçıyorsun!" demiyor. Adana Demirspor'daydım o dönem. Milli takıma seçiliyorum ama kulüp iyi gitmiyor, küme düşmeye oynuyoruz. Stresiniz, şampiyonluğa oynayan takım düzeyinde oluyor. Küçük yerlerde bu iş daha önem kazanır. "Teşekkür ederim, çağırdığınız için. Çok önemli bir görev fakat stres durumum, yüksek performans göstermemi engelliyor" minvalinde, insani duyguları sebep göstererek, nedenlerini açıklayarak milli takım antrenörüne bir mektup yazıyorsunuz ve o teknik direktör bunu kendine saklaması gerekirken gidiyor gazetede yayımlıyor. Bu, bana kalırsa etik bir davranış değil. Ondan sonra ne oluyor? Milli takımdan kaçan futbolcu oluyorsunuz. İşin özünde milli takıma değer verdiğim için bunu yazıyorum aslında. Ben oraya layık performansı gösteremem diyorum ama vatan haini oluyorsunuz, sıkıntılar başlıyor… Dışarıda dolaşırken bile insanların bakışlarının beni rahatsız ettiği bir dönemdi.

Birkaç yıl sonra… Galatasaray'dayım ve formdayım. Bir maçta pozisyon oldu. Bileğimdeki kemiklerden biri kırılmış. Ben bunun bir bağ ağrısı olduğunu düşündüm ve umursamadım ama geçmiyor bir türlü… Hep bandajla maça çıkıyorum. O halde milli takımda da oynadım. Federal Almanya ile oynayacağımız bir maçtan önce doktora görünme kararı aldım. Sekiz kemikten birinde kırık olduğu ortaya çıktı. Dinlendirmem gerekecek. Daha önce ağrıyı önemsemezken teşhisten sonra ağrı psikolojik etkiyle daha şiddetli olmaya başladı. Antrenmanlarda bile elim topa gitmez oldu. Psikoloji ne kadar önemli, bakın! Coşkun Abi'ye (Özarı) anlattım. "İğneyle falan oynarsın" dedi ama "Hocam bu halde sahaya çıkarsam ya çok kötü goller yerim ya da 15. dakikada çıkmak için elimi kaldırırım" karşılığını verdim. Sağ olsun, anlayışla karşıladı ve öğüt verdi: "Bu maça çıkma ama sakın ligde de oynama." Sonra kulübe döndük ve bir amatörlük yaptım. Özkan Sümer'di hocamız ve şampiyonluğa oynuyorduk, "Bakarız bir çaresine, bandaj falan" dedi, onu kıramadım ve bir-iki maça çıktım. Ondan sonra da o kırık zihnime saplandığı için performansım düştü, sakatlığım daha da ciddi bir hal aldı. Tabii "Milli takımdan kaçıyor ama kulüpte oynuyor" diye haber yapıldı, yine vatan haini olduk ama profesyonel bir futbolcunun yapmaması gereken bir hataydı ve cezasını çektim…

1982 Cumhurbaşkanlığı Kupası galibiyetinden sonra...

1982 Cumhurbaşkanlığı Kupası galibiyetinden sonra...

Bir de o dönemler takım arkadaşınız olan, daha sonra antrenörlükte mesai yaptığınız ve beraber tarihe geçtiğiniz Fatih Terim var… Onun antrenör olarak neleri farklı yaptığını düşünüyorsunuz?

Farklı bir liderliği, karizması var. Yüksek hedefler koyuyor, o çıtayı hiç düşürmüyor, son derece etkili bir sevk ve idare becerisi var. Takımın uyum içinde hedefe doğru yürümesinin temelini oluşturuyor. Artı son derece pratik bir zekâsı vardı büyük zaferler kazandığımız dönemlerde. Nasıl? Kısa sürede takımın gidişatını değiştirecek değişiklikler yapabiliyordu. Bunları bir araya getirince de farklı bir antrenör profili ortaya çıkıyor. Tabii özel bir kadronun teknik direktörlüğünü yapmış olması da onun bir şansı. Elbette birçok oyuncunun tekrar doğmasını sağladı. Okan Buruk, Hakan Ünsal, hatta Arif Erdem dışlanma aşamasındaydı ama Fatih Hoca, onlardan üst verimi alabileceğine inandığı için onları dişlilerinin en önemli parçası olarak kabul etti. Suat, Hakan Şükür yine aynı şekilde. Ümit ve Emre gibi özel oyuncular eklendi… Mesela Hagi'nin transferi bir şanstı. Hesapta olmayan bir şeydi, bir anda oradaki bir Türk gazetecinin Ergun Gürsoy'a ulaşmasıyla gerçekleşti. Orada kilit isim menajeri Becali'ydi. Onun aracılığıyla daha sonra Popescu, Filipescu, Ilie geldi. Bu da bir şans baktığınızda ama bütün bunları uyumlu hale getiren de Fatih Hoca'nın becerisiydi.

Sizin de bu başarılarda payınız yadsınamaz. Özellikle de Taffarel'in performansında... Milli takım seviyesinde büyük isimdi ama Avrupa'daki kulüp kariyerinde o potansiyelini gösterdi mi tartışılır...

Çok özel, hümanist, neşeli, kişilikli bir insan. Kariyerinde düşüşler olsa da takdir edilmesi gereken, dünya çapında bir kaleci. Kaleci antrenörleri için bu, avantaj olduğu kadar dezavantajdır da. Uyum içinde çalışamazsanız sıkıntılar doğabilir; kafa yormanız ona ters gelmeyecek, tepkisini almayacak ama aynı zamanda onu verimli hale getirecek çalışma programları uygulamanız lazım. Uyum ortadan kalkarsa çok şey kaybedilir. Ya da onun suyuna gidip piyonu olacaksınız ki bu da bir felaket. Biz de onu gözlemleyerek, ihtiyaçlarını değerlendirerek, onu zorlayarak üst seviye verim almaya çalıştık. Üstelik karşınızdaki, görmüş geçirmiş bir kaleci. Onu zorladığımızı bile hissettirmemek gerekiyor. Bakın, birkaç kez genç takım kalecileriyle birlikte idman yaptı, "Gelmem!" demedi. Geldi ve ciddi çalıştı, o çocuklar için bir motivasyondu ama önemli olan onun bu inceliği göstermesiydi. Harika günler yaşadık ve güzel ayrıldık. UEFA Kupası döneminde giydiği formayı bana hediye etmişti. Bir de daha sonra, Parma'da giydiği formasını... Çok güzel bir jestti. Mutlu olmuştum.

Profesyonel

Mondragon, Metz'den gelmişti. Kolombiya, Fransa, Türkiye… Oyun yapısından, kaleciden beklentilere kadar farklı yapılar. Uyum sorunu yaşıyordu. Örneğin yan top sıkıntısı. Boy bos her şey yerinde ama yan toplara pek çıkmıyor. Bizde de kaleci illaki yan topa çıkacak algısı var. Bizim defansın orta ikilisi de kaleciye bırakıyor ve anlaşmazlıklar yaşıyoruz. Başta müdahale etmedik, sonra kendisi geldi, "Hocam, bana yardımcı olmanız lazım. Ne yapabilirim?" dedi. Fikrimi söyledim: "Fransa'da takım organizasyonu, pozisyon almalar özeldir ve yan toplarda göbekteki ikili toplar o ortaları. Kaleciye 'çıkma' derler. Ama bizde böyle değil" dedim, "Bizde çıkabileceğin toplar varsa defansa bırakmayıp çıkıp alacaksın!" Beraber çalıştık ve zaman içinde bu oturdu.

Her maçtan sonra golle sonuçlansın sonuçlanmasın, analizler yapardık Mondragon'la. "Şu top golle sonuçlanmadı ama çok arkaya çıktın, öne doğru gidip en yüksekte alman gerekirdi" gibisinden konuşurduk. An geldi asgariye indirdik, hatta yapmamaya başladık. Bir gün Mondragon geldi, "O analizleri niye yapmıyoruz? Maçtan sonra yaptığım hataları konuşmadık, ben yanlışlarımı duymak istiyorum" dedi. Çok güzel bir profesyonellik örneğiydi.

Eğiticilik tarafına geçtiğinizde felsefe eğitiminizin avantajlarını kullandınız mı?

Derinleşme, kavramsal derinleşme… Yöntemsel bir biçim uygulayarak kavramsal olarak olayları çözümleyip sonunda işin kaynağını yakalama metodunu verdi bana. Mesela bize antrenörlük kursunda "3T Metodu" dediler. Türkiye'deki ezberciliğe iyi bir örnek bu… Nedir 3T? Tespit, teşhis, tedavi. Tamam, doğru da bunu nasıl yapacağımızı anlatmadılar. Bunu öğretmezsen 3T'nin ezber dışında bir anlamı olmaz. İşte olayları kavramsal olarak çözümlemeye çalışıp en alta indiğiniz takdirde tespiti yapıp teşhis ve tedaviye geçebiliyorsunuz. Gözlüyorsunuz genç kaleciyi, bir hata yapıyor, "Bunu neden yaptı?" diye sorarak başlıyorsunuz. Zincirleme şekilde giderek hatanın kaynağına iniyorsunuz. Mesele kaynağa gitmektir zaten. Analizler de buna dayanır. Sonra da aynı metotla "Bunu nasıl ortadan kaldırabilirim?" sorusuna cevap arıyorsunuz. Düşünerek, sebep-sonuç ilişkileri oluşturarak tedavi yöntemini bulmanızı kolaylaştırıyor.

2007'de federasyonun dergisine verdiğiniz röportajda "Avrupa kaleciliğinin de bir noktada tıkandığına ve kendisini yenileyemediğine inanıyorum" diyorsunuz. Daha sonra Neuer gibi ceza sahasının dışına çıkan kaleciler gördük, bir yandan pas oyununda devamlı stoperleriyle pas alışverişine girenleri de… Bu gerçekten bir yenilik oldu mu kalecilik tarihinde?

Evet, yenilik adına doğrudur. Oyunun kurulması için aktif bir şekilde müdahil olmasını sağladılar. Bu bir gelişme. Ama kalecinin en önemli işlevini bir tarafa attılar, kale içindeki performansta bir yenilik yok. Ayakla uzanmayı çıkardılar ama hangi topa ayakla uzanılır, hangi topa elle gidilir; bu ayrım yapılmıyor. Çaprazdan yakın mesafeye yüksekten vurulan topta kaleciler şartlandığı için hep ayağını uzatıyor ve eliyle rahat kurtarabileceği bir topta gol yiyor. "Yan topa çıkma! Stoperler var." İyi de rahatça alabileceği bir top. Bunlar geriye gidiş. Belli kalecilerin antrenmanları alınıyor, onların 'drill'leri CD'ler şeklinde dolaşıyor, Türkiye'dekiler de alıp aynısını kullanıyor. Üzerine kafa yorma yok, eleştiri mekanizması ortadan kalkmış. Sadece görüleni alma var. Bu ileriye götürmez kimseyi. Ayrıca kaleciyle bu kadar paslaşmaya karşıyım. Efor konusunda da takımı yoruyor bana kalırsa. Biri bir moda çıkarıyor, herkes peşinden koşuyor. Kimse de "Faydalı mı, değil mi?" analizini yapmıyor. Bunu bir saplantı haline getirdiğiniz anda kaleci için sıkıntılar doğuyor. Tamam pres yemişsindir, verirsin kalecine ya da aut atışında varyasyonlar uygularsın ama her saniye topu geriye taşımaya gerek yok! Oyuncu yapısına uygun mu bu stil? Onu ölçmeniz lazım. Şartları hesaba katmanız lazım.

Yanılmıyorsam Ankara'dayken İktisat Fakültesi'ni bitirdiniz. Daha sonra Galatasaray'da oynarken Felsefe Bölümü'ne girdiniz. İktisat ya da Spor Akademisi'ne giden sporculara alışığız belki biraz ama felsefe çok farklı bir seçim. Sebebi neydi?

Evet, Ankara İktisadi Ticari İlimler'di o zaman ismi, orayı bitirdim. Biraz okumaya, bilgilenmeye meraklıydım hep. Evet, kamplarda çok kitap okuyorum ama sistemli ve metodik şekilde okumuyordum. Yönlendirici bir mekanizma yoktu. Bir de politik olayların yoğun olduğu dönemlerdi, bilgi kirliliği vardı. Ben de tartışmalara girdiğimde bazı bilgilerimin yetersiz olduğunu gördüm. "Bana karşıt insanların yaklaşımını da nasıl bilişsel bağlamda çürütebilirim?" diye düşündüm ve bunun için de donanımlı olmak gerektiği kanısına vardım. "Beni yönlendirecek mekanizma ancak bir üniversite olabilir. Neleri okumam gerektiğini, nasıl bir yol izlemem gerektiğini bana gösterir" dedim ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Tarihi Bölümü'ne girdim. Orayı da iyi bir dereceyle bitirdim.

Dünya genelinde de klasik futbolcu profilinden uzak, olaylara farklı bakan bir insansınız. Bu durum, özellikle de futbolculuk döneminizde bir yalnızlık getiriyor muydu?

Hem sahada hem de dışarıda… Çifte yalnızlık yaşadım! Metin'le (Tekin) anılarımız çoktur ama. O da sever bu konularda konuşmayı, esprili bir şekilde de anlatır. "Romanya'da hayatımı bitiriyordu, sabahtan akşama kadar felsefe konuştu" der benim için. Avrupa'da eğitim önemli ama dünyaya farklı bakan, bu eğitim için çaba göstermiş oyuncu sayısı da çok değildir sanırım.

Yalnız kalıyoruz. Kafa yoran, düşünen insanlar çok yalnız. Bakın, en önemli şey de bu toplumda idealist insan kalmadı gibi, her konuda. Futbolda da böyle. Herkes rant peşinde, herkes güç peşinde, herkes çıkar peşinde. O idealler futbol yapısını daha iyi noktaya taşımak için gereklidir. Bu yapıya sahip değilseniz, her şeyin bireysel çıkarlara indirgendiği, güç peşinde koşulan saçma sapan bir ortamı uzaktan izlemek zorunda kalırsınız.

1999'da Milliyet'e verdiğiniz bir röportajda Taffarel'le çalışmaktan aldığınız keyfi anlatırken, "Kaleciliğini etkilemese de onun da eksikleri var" diyorsunuz. Nelerdi bu eksikler?

Top hangi yönden gelirse gelsin, yüksek toplarda tek ayakla sıçrama, tek ayağa yük bindirme anlayışına karşıyım. Kalecinin her iki ayağı ile sıçrayabilecek seviyeye gelmesi lazım. Bunu deneyerek de gözledim. Eğer tek ayakla sıçrarsanız o ayak doğal olarak daha güçlü olur, işlev gören ayak olarak beyin de onu o şekilde algılar. Diyelim sol bacağınızla sıçramaya alışmışsınız… Sağa gelen bir topta sol bacağınızı iterseniz yine kurtarabilirsiniz ama daha uzağa giden top için diğer bacağınızdan da destek alarak plonjon yapmanız gerekir. Biz bunu Taffarel'e fark ettirmeden giderebilmek için çalıştırmadığı ayağa ağırlık verdik. 'Tanrı'nın Eli' dediğimiz, Henry'nin kafasındaki kurtarışta da eskiden zayıf olan ayağının üzerinden uzanır hatta. Belki tesadüf belki de çalışmaların katkısıydı…

Socrates Dergi