Çığlıklar ve Fısıltılar

15 dk

Latife Tekin, iki yeni romanla döndü. İlk kitabı Sevgili Arsız Ölüm'den beri edebiyat dünyasında özel bir yeri olan Tekin'le romanları üzerinden yoksulların dünyasını ve dilini konuştuk.

"Yoksulların ruhları en iyi birbirleriyle tanışır ve anlaşırlar. Yoksulluk ölüm kadar keskin ve kesin olan tek şeydir ve yoksullar, bu gerçeğin baskısına direnebilmek için, yoksul olmayanların asla öğrenemeyeceği sessiz işaretleri ve gizli dilleriyle yüzyıllardan beri durmamacasına mırıldanıyorlardır."

Latife Tekin'in Buzdan Kılıçlar kitabının başında yer alan bu cümleler, aslında kendisinin yazarlık hayatı için de girizgâh niteliği taşıyor. Son çıkan romanları vesilesiyle onun dünyasını araştırmaya çalışırken de aklımda hep bu ifadeler vardı. Nihayetinde kendisiyle konuşma şansı elde ettiğimde de aynı kaynağa döndüm. Yoksulluktan başladık konuşmaya, mırıldanmalardan, fısıltılardan… Oradan devam ettik, eski kitaplarına ve hatta 2002 Dünya Kupası'na bile gittik.

Manves City ve Sürüklenme'yi aynı anda yayınlama fikri nasıl ortaya çıktı?

Bu iki kitap, aynı anda doğdu içime, kendiliğinden... Biliyorsunuz, son zamanlarda yoksulların sesi iyice kısıldı, boğuldu. Ancak topluca bir zulme uğradıklarında veya öldüklerinde görünür hâle geliyorlar. O yüzden çığlıkları da kulağıma geliyordu artık. Yoksullar hakkında bir şey yazmadan edebiyat yapamayacağımı düşündüğüm için sanayi bölgelerine gitmeye başladım. Aslında öncesinde de kendimi iyi hissetmek için arkadaşlarımın yanına gidiyordum. Çünkü onlardan uzakta kendimi gurbette hissediyorum, sanki bir yere sürülmüşüm gibi. Sonra biraz Sürüklenme'yi biraz Manves City'i yazdım. Bir baktım, elimde iki dosya oluşmuş

Bir nevi gazeteci gibi çalışmışsınız yazım sürecinin başında ki geçmiş romanlarınızda da yaptığınız bir şeydi bu, öyle değil mi?

Gazetecinin, meseleleri ele alış biçimi elbette çok farklı. Ben edebiyatın dili kullanarak dilin dışına çıkma sanatı olduğunu söylüyorum. İmgeler yoluyla sezgiler uyandırarak okuru bilinç dışına çekmek isterim. Manves City'i yazma sürecinde sanayi bölgelerine gitmemin bir nedeni de dili duymak. Dil, bir yazar için her şey demek. Orada olup bitenleri anlamak için insanların nasıl bir dil kullandıklarına, nasıl bir dille iletişim kurduklarına bakmak lazım. Berci Kristin Çöp Masalları'nı yazdığım yıllarda gitmiştim gecekondulara. Uzun zamanlar geçirmiştim o ilk fabrika direnişlerini örgütleyen kişilerle... O zamanın dilini de kaydetmiştim. Bu benim anlatacağım hikâyenin ana malzemesine erişmek için yaptığım şeylerden bir tanesi. Belki de artık geçmişte olduğu gibi edebiyat yapılamayacağı duygusuna kapıldığım için de gidiyorum. Orada olup biten şeyi görmek için gitmek gerekiyor. Anlamak, konuşmak, hissetmek için...

Buzdan Kılıçlar'ın başındaki o sarsıcı bölüm de biraz bu yaklaşımın eseri değil mi? Yoksulların dilini, mırıldanmalarını anlama çabası...

Bir kere çocukluk evime dönme arzusu var. Çünkü benim kaybettiğim bir şeyi onların hâlâ taşıdığını düşünüyorum. Bir çeşit masumiyetten söz edersek, ben sonuçta dile bulaştım ama yoksullar dilsiz. Dili benim kullandığım biçimde kullanmıyorlar, mırıldanıyorlar. Kavramlar kullanarak yoksulluğu tartışmıyorlar, başka bir duyguya sahipler. Rüzgâra, fırtınaya kapılarak, sürüklenerek yaşayıp gidiyorlar. Ama bu benim yoksullara bakarak, yoksulların içinde büyüyerek edindiğim kişisel bir bilgi.

Demek istediğim yoksulların yanına onların yaşadıklarını haberleştirmek için gitmiyorum. Yoksullara yukarıdan bakan, dışarlıklı, hayatlarına, varlıklarına itiraz eden projeciler de var tabii. Yoksulluğu kötüleyenler… Yoksulluk benim için de "Ne şahane" dediğim bir şey değil, tabii ki hepimiz eşit olalım. Ben yoksulların dünya yüzünde varoluş biçimlerine dair bir şey söylemeye çalışıyorum. Daha masumlar, daha bütünlüklüler ve dilsizler.

Manves City'yi yazma sürecinde yine gördüm ki yoksullar gerçekten mırıldanıyor. Elbette çok fazla yabancı sözcük girdi dillerine sosyal medya aracılığıyla. Facebook, Twitter kullanıyorlar, internete giriyorlar. Ama dili kullanış biçimleri yine bence çok değişmemiş. Aynı ölçüde dilsizler.

Berci Kristin'den Manves City'ye uzanan süreçte değişen bir şey gördünüz mü?

O zaman daha ümitliydiler, çünkü bir gelecek duygusu vardı. Göçmüşlerdi, gecekondular kuruluyordu ve geleceklerinin daha iyi olacağı duygusuna sahiplerdi en azından. Şimdi gördüğüm, çok büyük bir işsizlik var. Fabrika işçisi olmak bile artık eğitim gerektiriyor, özellikle bazı iş kollarında. Çok çaresizler, yersiz yurtsuzlar ve dağılmış durumdalar.

Romanlarınızı okurken bir yandan da suçluluk hissediyorum. Kendimi 'duyarlı' görürüm hesapta ama konu edindiğiniz dünyayı okurken yoksullarla, fabrikalarla arama nasıl bir duvar çektiğimi hissettim. İdeolojiyi gündelik siyasete odaklayan bir insana dönüştüğümü fark ettim. Sizce bu uzaklaşmanın temelinde ne var?

Bir kere zaten politik olarak yoksulluktan söz etmek yasak. 12 Eylül'ün, darbenin sebeplerinden biri de bu, işçi haklarını budamak ve işçi hareketini durdurmak. Çünkü muhalif hareket yükselmişti, işçi ve sendikal hareket. Onun öncesinde de zaten kent merkezlerinde biz fabrika işçileriyle yani sanayi işçileriyle çok iç içe yaşıyorduk. Belki yine biraz gözden uzaktaydılar ama mesela Levent'te büyük fabrikalar vardı. Yoksullarla ve fabrika işçileriyle daha iç içe yaşıyorduk. 12 Eylül'den bir süre önce zaten fabrikalar kent dışına taşınmaya başlanmıştı. Şimdi, hayat olarak da uzaktalar.

Artık bir de haberleştirilmiyorlar. Özellikle sendikal hareket, işçi direnişleri… Yoksulluktan söz etmek bile yasaklanmış durumda. Turgut Özal dönemini düşünün, 12 Eylül'den sonraki dönemde İstanbul, New York olacak diyor, her yer ışıklandırılıyor. Kentin dokusu tamamen değişiyor, fabrikalar şehrin dışına taşınıyor. O süreçte kendimden biliyorum, yoksullar hakkında yazdığım için tuhaf bir şey yapıyormuşum gibi bakılırdı bana. Hep yoksulluk yoksulluk deyip durduğum için sürekli bana "Nerede senin yoksullar?" derlerdi. Bahsettiğim değişim birdenbire olmadı yani. Darbelerle, ondan sonraki süreçlerde yaşadığımız türlü baskılarla, sert dönüşümlerle…. Günden güne farklılaştı hayat ve yoksullar görünmez hâle geldi.

Herhâlde en büyük şok Soma'da yaşandı. Dedim ya artık ancak toplu ölümlerde haber oluyorlar diye. Soma bunun bir örneğiydi. Soma'da gördüğümüz şey hepimizi derinden sarstı. Orada yüzlerce insan öldü, yüzlerce insanın hayatı gözlerimizin önüne serildi. O hayatlar nasıl yok edildi? Ve nasıl koşullarda çalışıyorlar?

Hikâyenize bakarken bazen ailemi, çevremi düşünüyorum. Kente 1960'larda göçen birçok ailenin bireyleri arasında 'yırtmak' için futbolu ya da müziği seçenler vardır. Sizin romanlarınızda da, Sevgili Arsız Ölüm'den başlayarak, 'yırtma' çabasına giren birçok karakter var. Ama yazdıklarınızda, Berci Kristin'de kurulan mahalle futbol takımı hariç, çok sık spor görmüyoruz...

Bunu genel olarak biliyorum. Bizde bir dönemin futbolcuları hep kenar mahallelerden yetişmedir. Karikatür de öyledir. Resim çok farklı bir eğitimi, başka bir çalışmayı gerektirir ama iyi bir çizer olursan dergilere genç yaşta girip para kazanabilirsin. Ünlenmenin yollarından bir tanesidir. Mizah gibi gazetecilik de bir dönem şöhretin ve para kazanmanın bir yolu olarak görülürdü. Ama temelde elbette artistlik, şarkıcılık ve spor, futbol vardır. Sanıyorum, bu durum dünya için de geçerli. Mesela Latin Amerika'da... Şimdi de apartmankondularda, kenar mahallelerde voleybol ile yırtmak istiyor kızlar. Hayalleri arasına ünlü bir voleybolcu olmak da girdi. Hatta bir ara böyle bir şey yazmak istemiştim, araştırmalar yapmıştım. Gidip konuştuğum kızlar olmuştu.

Sonra ne oldu, o roman fikrini rafa mı kaldırdınız?

Roman değildi, daha çok böyle bir karakter yaratmak istiyordum yazacağım bir şeyde. Yazabilirim yine de... Gençler için bütün o enerjiyi spora yönlendirmek hem anne babaların işine geliyor hem de okullarda da teşvik ediliyor biraz şimdi. Özellikle yoksul çocuklar, kızlar için bu bir yol olabilir mi, ne kadar olabilir? Onu anlamaya çalışmıştım bir ara. Mesela tiyatro da yapmak istiyorlar ama bütün bunlar yoksul çocuklar için o kadar zor ki. Voleybol için de antrenmana gitmesi lazım, yine bir destek bulması lazım… Ancak çok büyük bir mücadele ile çıkabilir. Var mı çok örnek? Bilmiyorum.

Sizin hikâyenizde de spor varmış aslında. Küçükken mahallede futbol oynarmışsınız, hatta bir yerde çocukken 'Erkek Fatma' lakabınız olduğundan bahsetmiştiniz.

Kız futbol takımı vardı mahallede. Hatta ben de heves etmiştim. Ama bir maça gidecektik, başka şehre, emeklilerle oynayacaktık. Ya Eskişehir'e ya da başka bir yere. Fakat bu yüzden abimden dayak yiyince futbol hayatım son buldu. Gidemedim maça.

Şöyle ki Türkiye'nin bir zamanında, bizim çocukluğumuzda gerçekten mahalle aralarında futbol oynanıyordu. Bir kere pencere demirinden demirine ip gerip bayağı voleybol oynardık sokaklarda. Bugünkü gibi trafik yok, yetmişli yılları düşünün. Mahalle eğlencelerinden biriydi bu. Takımlar kurulur, üst mahalle, alt mahalle, kızlar, oğlanlar, gençler hatta belli bir yaşın üstündeki insanlar… Bahsettiklerim, televizyon öncesi zamana ait şeyler.

Hepimiz misket, voleybol ve futbol oynayarak büyüdük. Ama bir saatten, belli bir yaştan sonra aileler "Haydi bakalım içeri" demeye başladı. Kız çocuklarının erkek çocukları gibi futbolcu olmalarını istemezlerdi. O ailenin kurduğu baskı ile bir yaştan sonra evin içine dönüyorsun. Çocukluktaki şeyi ne yazık ki sürdüremiyorsun. O zamanlardan şunu hatırlıyorum; lisede voleybol takımları vardı ve okullar arası maçlar yapılırdı. Basketbol, voleybol ve futbol. Biz onları izlemeye giderdik. Bunlar çok heyecan verici şeylerdi. Başka bir hayat vardı. Şimdi de elbette spor çok önemli bir hayat damarı ama eskiden televizyon da olmadığı için aynı zamanda bir sosyalleşme, mutlu olma, zaman geçirme yoluydu. Öyle bir havanın içinde hepimiz futbol da oynadık voleybol da.... Heves ettik yani. Mesela lisedeyken dünya futbolunun yıldızlarını ezbere sayardım. O siyah beyaz televizyon döneminde maçları yakından takip ederdim.

Peki hatırladığınız isimler var mı o günlerden?

Hollanda'nın Dünya Kupası serüvenini, Johan Cruyff'u hatırlıyorum. Onların gençlik zamanları. Hangi yıllar? 1974, 75… Büyük bir heyecanla izlerdik o maçları. Siyah beyaz bir televizyon vardı üst katta, bütün çocuklar toplanıp geçerdik başına. Aynı şekilde kızlarla toplanıp izlerdik. Şimdi bizim Gümüşlük'te öyle bir hava var. O mesela çok hoşuma gidiyor. Gümüşlükspor'un Gümüşlük'te yarattığı duygu da çok benzer. Birçok kadın geliyor, maçları izliyor. Aynı zamanda o maçlar, topluca eğlenmenin de bir aracı. Heyecanla gelip maçları seyrediyor insanlar. O amatör ruhun tekrar böyle canlanması hoş. O ruhta geçmiş zamanı anımsatan bir şeyler var.

Bir yandan bu ilgi sizi farklı bir yerde yeniden bulmuş, 2002 Dünya Kupası'nda yerinde bir maç da izlemişsiniz yanlış okumadıysam. O nasıl bir etkinlikti?

Evet, hatta bu deneyim üzerine Hürriyet'e kısa bir maç yazısı yazmıştım. İlk spor yazımdı. 2002 Dünya Kupası'nda Türkiye-Çin karşılaşması vardı. Kazanırsak tur atlayıp Japonya'ya gidecektik. Seul'de Türk ve Çinli edebiyatçıları çağıralım bu maçı izlemeye diyorlar. Biz de gittik, müthiş bir davetti. Her gün bir edebiyatçı bize eşlik ediyordu. Kore'nin çok ünlü bir şairi bizimle beraber maça geldi. Orada stadyumda maç izledim, yanımda Haydar Ergülen de vardı. İkimiz de ilk defa stadyumda maç izliyorduk. Çok heyecanlanmıştık. İlk defa "Yani ne tuhaf bir şeymiş bu milli duygu" demiştik. İçimizde o kadar güçlü olmadığını düşündüğümüz o duygu çok acayip bir şeydi. Yine hatırlıyorum, orada tek başına gelip maç izleyen hamile bir kadın vardı, o görüntü beni çok düşündürmüştü ve etkilemişti.

Millî duygudan yola çıkarak başka bir yere dönmek istiyorum. Manves City'deki Nergis karakterinin köşe yazılarında kullandığı bir ifade var: "Hani ev, hani yuva?" Romanlarınızda hep evin yolunu bulmaktan bahsediyorsunuz. Bu nereden geliyor sizce?

Ben şehre dokuz yaşında göçle geldim. O kopuş çok sarstı beni, belki de yaşımdan ötürü. Her şeyi anlamlandıracak kadar büyük değilsin ama unutamayacak kadar da büyüksün. O ara yaş bende evimi kaybetme duygusu yarattı. Ev duygusu zedelendi. Köyden kopuşla beraber gelen bir şey bu. Bir de göçle yabancı bir yere gelmek, aynı dilin içinde anlamadığın bir dünyanın parçası olmak…

İstanbul'a geldiğimde başka bir yere ve zamana geçmiştim ben. Orada artık o zamana, o kente ait olamıyorsun. Aidiyetin artık negatif bir aidiyet. Kaydediyorsun ama oraya ait olmadığın duygusuyla kaydediyorsun her şeyi. Gecekondular da öyleydi. Kuş yuvası gibi. İnsanlar aslında kocaman, altında ahırı olan, pencereleri, kapıları yaylalara, ovalara açılan, doğa ile iç içe köy evlerini bırakıp küçücük gecekondulara geldiler. "Evi sayıklayan ev" diyordum ben onlara. Ev hayaliyle böyle bir yerlere yuva kurar gibi dünyalar kurdular. O yüzden evini kaybetmiş çocuklarız biz aslında. Göç böyle bir travmaya yol açıyor. Bir de tabii ev içinde başka bir dil kullanılıyor, okulda başka, sokakta başka... O bütünlük duygusunu etkileyen bir şey. Yer değiştirerek parçalanmaya açık bir hâle geliyorsun.

Edebiyat dünyasında kendinizi konumlandırma biçiminiz farklı. Esasında büyük bir konumlandırma telaşınız da yok. Yine de yazarlığa başladığınız ilk günden bugüne neler değişti?

Başlarda, daha gençken, fazla düşünürdüm, giderek daha az düşünce, çokça sezgi. Yazma sürecinde bir kitap için enerjiyle dolmak ya da yeni şeyler öğrenebileceğim yazı macerasına atılabilmek daha önemli şu an. Gençken yazdığın şey ile birçok şeyi değiştireceğim duygusuna sahip oluyorsun. Bambaşka bir ilişkin oluyor hayatla. Gençken paramparçaydım ve acı içimden fışkırıyordu, şimdi öyle değil. Yaza yaza zihnimdeki gürültüyü de o parçalanmışlığın getirdiği uğultuyu da hafiflettim. Sakinleştim.

Socrates Dergi