
Çiko Raiola
10 dk
Menajerler, modern futbolun başrollerinden. Mino Raiola da üslubu ile kendine has bir yere sahip. İtalyan menajerin işe bakışında ise geçmişinin izleri var.
Karşılıklı iki dükkândı Beşiktaş Çarşı’da. Müşteri derdi olmayan dolup taşan dükkânlar. Asım Usta döneri keserken selamını eksik etmez, öyle de devam ediyor. Karşısında Pando Şeştakof... Rakip değildiler. Kaymakçı Pando’ya sabah kahvaltıya gidilirdi, dükkânı hep eski kaldı, yokluktan değil ama; müşterinin suratına bakmayan, dayak atar gibi servis yapan huysuz bir ihtiyardı. İki yabancı dergi yazdı diye trend delileri dükkânı doldurdu, kaymak üstü dayağı yiyip çıktılar, çok mutluydular... Pando Bey’i geçen ay kaybettik, Asım Usta’ya uzun ömür...
Büyük bir kitapçıda kaybolmak mı istersiniz, ufak bir kitapçının her şeyi okumuş gibi duran sahibinden sevdiğiniz yazar ya da türe dair yeni tavsiyeler duymayı mı? Müdavimi olunan mekanlar size sadece yiyecek ve içecek mi satar? Karnınız her yerde doyar da ruhun ihtiyacı hürmeti, iki lafın belini kırmayı, barmenin adını bilmeyi, garsonun tekten yatan kuponunu, gözünüzün önünde boy atıp büyüyen komiyi ne yapacağız peki? Esnaflık çokça insan bağlama sanatıdır. Kimi sattığı kumaşla, kimi pişirdiği kuru fasulyeyle, kimi de içine muhabbet kattığı kahveyle... Futbolcu menajerliği de dükkânsız insan bağlama müessesesi işte. Yerin yurdun, bir ofisin olsa da tezgâhı açtığın yerler beş yıldızlı otellerin lobileri, kulüplerin gösterişli toplantı salonları... Yeteneğine güvendiği bir futbolcuyu menajerlik şirketine bağlayabilmek için o genç insana gerekli güven duygusunu kelimelere döken adamların bir sonraki perdede oyuncularına maksimum kontrat almaya çalışırken kulüp başkanlarıyla oynadıkları kanlı poker elleri...
Raul’un menajerini hatırlar mısınız? Paolo Maldini ya da Francesco Totti’ninkini? Kariyerlerini bir kulüpte geçirmiş, olmadı bir transfer yapmış futbolcuların menajerlerini kim tanır ki! Pini Zahavi, Kia Joorabchian, Jorge Mendes ve Mino Raiola’yı ise her futbolsever bilir. Futbol ekonomisinde taşları yerinden oynatan, o taşları suda kaydıran, batıran da çıkartan da bu adamlardır. Onlardan birinin, İtalya’da ufak bir kasabada, Nocera Inferiore’de doğan Mino Raiola’nın çocukluğuna gidelim...
Sene 1968... Babası Mario direksiyonda, annesi Annunziata’nın kucağında 1900 km öteye giden bir yaşındaki çocuk, yıllar sonra futbol tarihinin rekor transferlerine imza atacaktı ama kendi hayatının en büyük transferini yaptığından elbette habersizdi. İtalyanların parayı bulmak için göç etmek zorunda oldukları yıllardı. Haarlem’e yerleştiklerinde Raiola Ailesi de ilk akla geleni yaptı; Napoli adında bir pizza restoranı açtı. Futbol dünyası onu Mino diye bilir ama doğrusu Carmine ile devam edelim. Esnaf babasının yanında mutfakta büyüyen Carmine, restoranda garsonluk yapmaya başladığında 13, kasayı teslim aldığında ise 16 yaşındaydı. “Hayatımın en güzel yıllarıydı” dediği günleri yıllar sonra kendisinden nefret eden kulüp yönetimleri mızrak niyetine kullanacak, “Garson işte!” diyerek yedikleri kazıkların hesapta öcünü alacaklardı. İtalya’ya mal satan-alan iş insanları bir zaman sonra işi büyütüp lüks bir İtalyan restoranı açan Mario Raiola’nın dükkânının müdavimi oldular. Carmine Raiola insan tanımayı, iş bitirmeyi o günlerde öğrendi. Sonraları üstüne beş dil daha öğrenecekti ama İtalyanca-Hollandaca ve bir telefon ona yetiyordu. Sorun çözen, ticarette tıkanıklığı gideren çocuktu o. Haarlem kulübünün altyapısında futbolcu olma hayalleri berbat bir kalecilik performansıyla son buldu. Restorana her Cuma akşamı gelen Haarlem başkanına “Sen futboldan anlamıyorsun” diyerek onun sabrını test etti ve adam bir gün “Çok biliyorsan gel çalış” deyince de işi kaptı. Carmine önce altyapı sorumlusu ardından sportif direktör oldu ama bu da bir ısınma koşusuydu.
Menajerlik ve sinema denildiğinde akla ne gelir? Tom Cruise’lu Jerry Maguire... Raiola da ilk şirketine isim verirken pek yaratıcı değildi, “Maguire Tax and Legal” bir zaman sonra yerini Monte Carlo merkezli “Sportman”e bıraktı...
Ona menajerlik mesleğinde yüksek atlatan, depar attıran ise Hollanda Profesyonel Futbolcular Sendikası ile yaptığı anlaşma oldu. Mino Raiola, Hollandalı futbolcuların yurtdışına transferlerinde tek temsilciydi artık. Bu tekeli sonuna kadar da kullandı. Bergkamp’ı Napoli daha fazla para vermesine rağmen Inter’e götürdü. İtalya Serie A’da büyük patronların olduğu, milyonların havada uçuştuğu, Çizme futbolunun Avrupa’da bir numara olduğu yıllar... 30'larının başında en fiyakalı transferlerinden birine imza atıp kartvizitini güçlendirdi. Çeklerin Pal Sokağı Çocukları romanından fırlamış o en yetenekli adamı, Pavel Nedved’i Lazio’ya getirdi.
Raiola, menajerlik mesleğine yeni bir bakış açısı getirdiğini söyler her röportajında. Eski kuşak menajerlerin kulüplerin emrinde olduğunu, kendisi içinse önceliğin futbolcunun kariyeri olduğunun altını çizer. Her yeni kontrattan yüzde 10 (Pogba’da yüzde 25) komisyon alan İtalyan futbol simsarı için armaya sadakat profesyonel futbol dünyasında en gereksiz romantizmdir.

Çalıştığı onca futbolcu arasında onun sözüne uymayan adam da Zinedine Zidane gidince Juventus’a gelen Pavel Nedved’dir... 2003 Aralık ayında France Football’dan yılın futbolcusu ödülünü aldığında “Futbolu yakın bir gelecekte bırakacağım” diyen Çek efsaneye “Benimle çalıştığın sürece daha çok uzun yıllar oynarsın” diyen ve yıllar boyunca onu Inter’e götürmek isteyen Raiola, şike yüzünden küme düşmüş Juventus’tan bir türlü koparamadı Nedved’i. O inat da yıllar sonra Raiola’ya para kazandırmadı değil tabii! Agnelli Ailesi’nin patronajındaki Juventus’un yönetimine giren Nedved’in Raiola ile ilişkisi sayesinde Pogba, sıfır bonservisle siyah-beyazlı kulübü imza attı. Kontrata “Satışından yüzde 25 alırım” diyen Raiola, Fransız orta sahayı 100 milyona eski kulübü Manchester United’a satarken elbette ki ellerini ovuşturuyor, ondan nefret ettiğini söyleyen Sir Alex Ferguson da evinde muhtemelen saçını başını yoluyordu...
Paris Saint-Germain’e Zlatan Ibrahimovic’i götürdüğünde “Paris’e gelenlere Mona Lisa’dan daha iyi eser görmelerini sağladım” diyen Raiola, İsveçli santrforu karşısında oturttuğunda Zlatan daha 22 yaşındaydı ve Ajax forması giyiyordu. O günü Zlatan’dan dinleyelim: “Porsche’yi otoparka bıraktım, kolumda altın saat, üzerimde Gucci’den deri mont, büyük bir özgüvenle restorandan içeriye girdim, rezerve ettiği masaya oturdum. Benden daha büyük saati olan havalı bir adam bekliyordum. Nike tişört giymiş, ayağında spor ayakkabı, göbekli bir herif oturdu masaya. ‘Kim lan bu şam şeytanı’ dedim kendi kendime. İnsan sushi, karides ızgara vs. söyler, değil mi? Bu adam ortaya karışık bir yemek söyledi, temiz beş kişilik ve hepsini silip süpürdükten sonra çantasından bir dosya çıkardı. Vieri, 27 maçta 24 gol; Inzaghi, 25 maçta 20 gol; Trezeguet, 24 maçta 20 gol... Son sayfada benim ismim vardı ve konuşmaya başladı: ‘Zlatan Ibrahimovic, 25 maçta 5 gol. Seni bu istatistiklerle satabileceğime inanıyor musun? Ne o, çok mu güveniyorsun kendine, beni kapıdaki Porsche ve kolundaki kocaman saatinle mi etkileyeceğini sandın? En iyi mi olmak istiyorsun yoksa sadece şimdikinden daha fazlasını kazanmak isteyen biri mi?’ Ona ‘Dünyanın en iyisi olmak istiyorum’ dedim. Bana ‘Dünyanın en iyisi olursan para peşinden gelir, sen paranın peşinden koşarsan hiçbir şey kazanamazsın. Benimle çalışmak istiyorsan o arabayı ve saatlerini sat ve ne çalışıyorsan üç katı çalış. Çünkü bu performansınla senden bir bok olmaz’ dedi ve gitti.”
Jorge Mendes’in menajerlik piyasasında Jose Mourinho ve Cristiano Ronaldo ile çıktığı zirveye Zlatan İbrahimovic ile rakip olan Raiola, İsveçli santrforun İtalya, İspanya, tekrar İtalya, Fransa, İngiltere ve ABD’de son bulan transfer operasyonlarında her zaman en yükse kontratları almayı başardı. Zlatan’ın Barcelona’daki bir sezonunun ardından Guardiola ile Raiola arasında başlayan nefret ilişkisi ise hâlâ sürüyor.
Nedved’den sonra kendisinin sözünü dinlemeyen ikinci isimse bir taraftan liseye giderken Milan kalesini de koruyan Gianluigi Donnarumma oldu. “Yeni kontrat imzalama” dediği genç kaleci taraftar baskısı yüzünden kulübünde kalırken, Patrick Kluivert’ın ‘armut dibine düşer’ oğlu Justin’i portföyüne katan Raiola, geçtiğimiz aylarda Lionel Messi’den sonra Katalanların belki de en çok üzerine titrediği genç olan Xavi Simons’u ve ailesini de ikna etmeyi başardı, ‘arıza’ Balotelli’ye ise hala inanmaya devam ediyor...
Jorge Mendes, Hugo Boss takımların içinde fit bedeniyle menajerliği iş adamlığı çizgisine taşırken; Haarlem sokaklarında büyüyen ‘garson’ Mino Raiola, kot-tişört ve spor ayakkabıyla esnaf kalmaya kararlı. O göbeğinden, göbeği de ondan memnun. O biraz Sopranos karakteri gibi, sonuçta İtalyan işte... Pizzayı çatal bıçakla değil de dürüm yapıp yiyenlerden. Sıfırdan gelip yüz milyonlar kazanınca dost kadar düşman da edinen, ağzı bozuk, hafif çatlak, küstah, yarı mafyatik, hukuk fakültesi birinci sınıftan terk, taşralı ama dünyayı fetheden bir İtalyan...
Sokakta Zeus gibi yürüyen Ibrahimovic, Pogba ve Balotelli Zagor ise yanlarında yürüyen Mino Raiola da Çiko...