
Çınar
15 dk
Şenes Erzik, 1980'lerin başındaki Türk futbolunda çizginin dışında kalmayı başaran sayılı isimlerdendi. Seneler geçti; o önce Avrupa, sonra dünya futbolunda söz sahibi oldu fakat çizginin içine hiç girmedi.
Fenerbahçe kulüp yöneticiliği, iki dönem Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığı, 21 sene UEFA Başkanvekilliği ve FIFA İcra Kurulu üyeliği… Etiler'e doğru yola çıktığımızda bu dolu CV'nin hangi noktasına değinmemiz ve neresine daha çok eğilmemiz gerektiğini tartışıyorduk. Lüksemburg'da yaşananları mı sormalı yoksa İsviçre'de geçen hararetli toplantılara mı kulak vermeliydik? Karar vermekte hayli zorlandık ve işlerin ilk başladığı yere, Giresun'a doğru yola çıktık…
Şenes ismi nereden geliyor, bununla başlamak isteriz. Adnan ağabeyinizin size bu ismi, bir romanda geçen karakterden esinlenerek verdiğinden bahsediyorsunuz. Hangi kitaptandı bu karakter?
Çok güzel soru ama romanı bulamadım. Çok aradım, taradım ama bulamadım. Bulabilmek için yaşımız uyuşmadı. Ben doğduğumda Adnan ağabeyim 17 yaşındaydı. Eh, tabii ki büyürken adımın farklı olduğunu veya duyulmamış bir şey olduğunu da bilmiyordum.
Geçtiğimiz aylarda Yusuf Yazıcı ile konuşmuştuk. Futbolunun gelişiminde tarlalar ve yaylalarda geçirdiği vakitlerin etkili olduğunu söylemişti. Siz de Karadeniz Bölgesi'nde geçirdiniz çocukluğunuzu. Sporcu kimliğinizde Giresun'un ne kadar etkisi vardı?
19 Mayıs çok coşkulu kutlanırdı bizim memlekette. Ve hemen ertesi günü, 20'si, Mayıs 7'si adında bir piknik günümüz vardı. Herhalde Rumlardan kalan bir gelenek, başka yerde duymadım çünkü bunu. Fındık bahçelerine gider, Arnavutköy çileği denen çilekleri toplardık. İşte o çilekleri, fındıkları toplardık; yaylalara çıkardık. Daha ortaokul çocuğuyuz. Böyle böyle fiziksel olarak çok geliştik. Ben de futbol, yüzme; hepsinde kabiliyetliydim. Üstüne bir de bu fiziksellik olunca çok daha fazla şansım olmuştu yaptığım branşlarda.
Takvimi ileri sararsak spor yöneticiliğiyle tanışmanızda sahneye Fenerbahçe çıkıyor. Defteri zorlu bir Lüksemburg yolculuğu ile açıyorsunuz. Futbolculuğunda Dünya Kupası kazanmış Didi de kulübün başında. Neler yaşanmıştı Batı Avrupa seyahatinde? Özellikle Brezilyalı antrenörün tepkileri merak edilmeyecek cinsten değil…
Lüksemburg seyahati beni çok yoran seyahatlerden biriydi. Gittiğimiz ülkeler bildiğim yerlerdi ama kontrol bende değildi. İstanbul'dan Zürih'e gittikten sonra maçın oynanacağı kasabaya olan geçişi trenle yaparız diye düşünüyordum ki bir anda kendimi otobüste buldum. Zaten biner binmez içimden "Eyvah" dedim. En iyi ihtimalle gece yarısında oluruz, dağları ve virajları geçmemiz gerekecek çünkü. Hoca, oyuncular ne der diye düşünmeye başladım koltuğa oturur oturmaz. Öyle de oldu, zaman ilerledikçe oyuncular mızmızlaştı ve acıktılar. Akşam 10 gibi, bildiğim ve tren istasyonuna yakın bir restorana bizlere sandviç hazırlamaları için yalvardık. Başta kabul etmediler kafiledeki kalabalığı görünce… En son içeri kimseyi almadan, bizlerin de mutfağa yardım ederek tamamladığımız bir sandviç macerası da yaşadık. Ve gece 03.30 civarında otele vardık. Enteresan tecrübeydi… Didi'ye gelince, içine kapanık bir insandı. Çok fazla konuşmaz, hep düşünürdü. Yine çok sesi çıkmamıştı o zaman. Hep sakindi. Adana deplasmanlarına gittiğimiz zaman tepsilerle börekler, kebaplar, baklavalar getirirdik takımın morali yükselsin diye ama "Ben yemem" deyip odasından ayrılmazdı. Göz önünde olmayı, halkın içinde olmayı çok sevmezdi.
Didi gibi bir futbol insanının Türkiye'ye getirilmesi, hele ki o dönem, çok kolay değil. Emin Cankurtaran da altını sıklıkla çizdiğiniz 'vizyon' kelimesinin içini dolduran başkanlardan biriydi. Sizce başkanlıkta kalsaydı Fenerbahçe için işler daha farklı olabilir miydi?
Biraz daha kalsaydı Fenerbahçe'de işler gerçekten de çok farklı olurdu. Havelange'ı getirdi ya, Havelange'ı. Biz o Havelange'a sorular sorduk, futbolu daha iyiye götürmek için tartıştık. Şehir değiştirir gibi Brezilya'ya giderdi. Çok büyük bir vizyonerdi. O vizyonunu birkaç sene daha Fenerbahçe'de gösterebilseydi kulübün tarihini değiştirebilecek potansiyele sahip olduğunu düşünüyordum. Sonuçta vizyon dediğiniz şey sadece kulübe sirayet etmez. Takıma da iş hayatına da eder. Zaten kendisi iş hayatında da çok başarılıydı. Kişisel olarak paraya hiç değer vermeyen ama söz konusu kulüp olunca paranın hesabını çok fazla yapan önemli bir insandı.
Yine Fenerbahçe döneminizden devam edersek "Bizim zamanımızda üç büyüklerin yöneticileri ayda bir toplantı yapardı. Masada transferler bile konuşulur, 'O futbolcuya bizim daha çok ihtiyacımız var' dendiğinde diğerleri devreden çıkardı" diye bir açıklamanız var kitabınızda. Şimdilerdeyse rakip takıma futbolcu kaptıran yöneticiler beceriksiz ilan ediliyor. Nasıl geldik bu duruma?
Birkaç ilave yapayım. Transfer sezonunda Eyüp (Odabaşı) ve Emin (İlhan) Sarıyer'den Fenerbahçe'ye gelmişti ama Didi onları oynatmıyordu. Ziyalar, Ercanlar, Cemiller; yok yok takımda, nasıl sıra gelsin? Bir gün Sarıyer'in kaptanı geldi, Baba Kemal. "Eyüp ve Emin'i biz geri alsak, siz oynatmıyorsunuz ve bizim de çok ihtiyacımız var" dedi. Ben de "Eh, söyleyeyim madem" deyip gittim Emin Bey'e. Baktı bana, "Parasını kim verecek?" diye sordu. Tabii beklemiyordum ondan böyle bir lafı, hiç para konuşan biri değil dedim ya… Güldüm, kapının dışına baktım. "Sarıyer'in durumunu da düşününce sanırım siz vereceksiniz" dedim. "Yok yahu, kim söyledi sana bunu? Olmaz" dedi. İki gün sonra gitti Emin ve Eyüp Sarıyer'e.
Bir diğeri, Mehmet Üstünkaya'ya kaleci Rasim'i (Kaya) verdi. Biz gidip Rasim ve kulübüyle anlaştık, transferi duyuracağız. Sonra Mehmet Bey "Kalecimiz yok" dedi, öyle olunca da Emin Bey "Evet, onların da kalecisi yok gerçekten" diyerek Rasim'i bıraktı Beşiktaş'a. Böyleydi eskiden bu süreçler. Kulüpler birbirinin iyiliğini düşünürdü, kötülüğünü değil. Neden böyle değil artık, bilemiyorum… Tüm kulüplere tavsiyem: Yardımlaşacaksınız, birbirinize ihtiyacınız var. Benim federasyon başkanlığımda da tüm hayalim ve hedefim buydu. Bir araya getirmek. Tarihî ve büyük kulüpleri bir araya getirmezsen lige yeni çıkan, yeni kurulan kulüpler var olamazlar. Biriyle kavga etmek çok kolaydır, sataşırsanız kavga başlar. Önemli olan dost ve destekçi kalabilmek. Klişe de olsa herkes aynı gemide. Bir araya geleceksin ki benim derdimi sen, senin derdini ben bileceğiz.
Federasyondaki hayallerinizden biri de yerli teknik direktör yetiştirmekti. Derwall'i başdanışman olarak göreve getirmenizdeki en önemli nedenlerden birinin antrenör eğitimi olduğundan bahsediyorsunuz. Piontek ile çalışmaya başladığınızda arkadan Ümit Milli Takım'da yetişen bir Fatih Terim var. Günümüzde yaşadığımız sorunların başında hâlâ teknik adam yetiştirememenin yattığını düşünürsek, o zamanlarda nasıl bu fikre kapıldınız?
En büyük plan şuydu: Derwall'i başdanışman yapacağız, Piontek'i teknik direktör olarak getireceğiz. Buraya kadar güzel, evet. Ama planın en önemli noktalarından biri Fatih Terim'i Ümit Milli Takım'ın başına getirmek ve hazırlamaktı. Çünkü antrenör eğitmek çok önemli bir şey ve biz geldiğimizde hiçbir şey yoktu eğitim adına. Kurslar kâğıt üzerinde vardı ama emin olun yapılmıyordu. Roter Müller diye bir Alman eğitimci vardı bizim zamanımızda, yıllarca Almanya Federasyonu'nda çalışmış. Derwall'i getirme nedenim de buydu. Böyle eğitimcileri bize bulsun istedim. Derwall'in kendisi bile eşofmanları giyip eğitim verdi. Bu bahsettiğim kursları planlarken daha Fatih Terim ortada yok. Hepsi bu kurslardan geçti. Galatasaray'ın yedek kulübesine bakınca görüyorsunuz ki amacımıza ulaşmışız. Şimdilerde yanlışım yoksa 4000'e yakın antrenör var bizde. Nasıl bir eğitim alıyorlar? Sürekli ve doğru bir eğitimden geçtiklerini de çok zannetmiyorum.
Fenerbahçe'deki yöneticilik yıllarınızda üzerine sıklıkla durduğunuz noktalardan biri maç günü gelirleriydi. Ama takdir edersiniz ki bugün kulüplerin bu gelirlere erişimi ya çok sınırlı ya da yok. Sizce gelirleri iyiden iyiye kesilen kulüpler için yeni gelir kalemi yaratılması gerekli mi?
Birkaç tane yeni gelir kalemi bulmaları gerektiğini hep düşünüyorum. Tekrardan bazı ülkelerde sosyal mesafeye uyarak oturmalar başladı ama bu ne kadar sağlıklı şekilde uygulanacak, bilmiyorum. "Taş yerinde ağırdır" diye bir laf var. Seyirci tribünde olmalı ki biz yenilikleri bulalım. O orada yoksa, hep biz uzatmaları oynayacağız kafamızda. Uzatmaları oynadıkça da yeni gelir kalemlerini bulmakta zorlanacağız. Ama kulüpler bir şekilde bulmak zorunda.
Gelir kalemi demişken, modern futbolun akışını değiştiren olaylardan biri de Şampiyon Kulüpler Kupası'nın Şampiyonlar Ligi'ne dönüşmesiydi. Siz de bu süreçte yer aldınız, bu pazarlama dehasının başlangıcını yakinen takip ettiniz. Dinleyebilir miyiz o günlerin bugünlere nasıl dönüştüğünü?
Seve seve… İngiliz takımlarının dışlanmaya başladığı zaman Amsterdam'da bir Barcelona-Manchester United finali var, Kupa Galipleri Kupası. O tarihte de ben UEFA Müsabaka Komite Başkanı, Lennart Johansson UEFA Başkanı ve Gerhard Aigner genel sekreter. Bir de Jo van Marle var, Finans Komitesi Başkanı. TEAM Marketing bir toplantı talep etti, randevu konusu ise yeni ürün. Ürünün altını çiziyorum burada, çok değerli bir tanım. Hatta bu olay sonrası her çalıştığım masada arkaya şu cümleyi yazdırdım: "İlgi çekici olmayan bir ürün yoktur, ilgisiz yönetici vardır." Mottom oldu. Eğer o gün bu toplantıya ilgili olmasak, bugün belki Şampiyonlar Ligi ürünü olmayacak veya olsa da bu kadar kuvvetli olmayacaktı.
Yaptık toplantıyı, TEAM Marketing sunumunu tamamladı ve yaptıkları araştırmadan bahsetti. "Siz belki çok ilgili olmayabilirsiniz ama biz, sizin kim olduğunuzla ilgileniyoruz ve bu yüzden sizin için pazar araştırması yaptık" dediler. UEFA kimdir, nedir ve ne kadar tanınır? Çünkü UEFA bugünkü gücüne o dönem sahip değildi. "Bu işi büyütmemiz ve bu heyecanı daha çok takıma geçirmemiz gerekli" dediler. Sovyetler Birliği'nin, Balkanların çalkantılı olduğu, yeni ülkelerin ve kulüplerin kurulmaya başladığı dönemlerdi. TEAM Marketing'in fikrini bu çerçeveye oturtunca mantıklı geldi takım sayısını artırmak. Onlar fikirlerini, biz fikirlerimizi söyledik ve birkaç konu hakkında tartıştık.
Son olarak konu paraya geldi ve o sırada Jo van Marle'ye döndük, finans komitesi onun altında sonuçta. Çok durgundu. Lennart döndü ve "Neden bu kadar sessizsin?" diye sordu. Jo, "Ben haftada iki kez diyalize gitmek zorundayım. Çok fazla vaktim yok, bu süreçte de federasyonlara borçlu bir yapı bırakarak ölmek istemiyorum. Bu, yapmamız gereken bir fikir" dedi. Projenin aslında bizleri ne kadar önemli bir yola sokacağını o zaman anladık. Futbolun yalnız Avrupa'ya değil, dünyaya yayılmasını temin edecek kavramı ortaya çıkaran en büyük proje ancak bu kadar başarılı olabilirdi, öyle de oldu.
Sonraki yıllarda Avrupa Süper Ligi organizasyonuyla mücadele etmiştiniz. Günümüzde de benzer taleplerin elit kulüplerden geldiği söyleniyor. Sizce kapalı bir lig izlememiz mümkün mü?
Hayır, net cevap. Bu teklif masaya çok geldi. FIFA istedi, Sepp Blatter istedi. Gianni (Infantino) pandemi öncesinde kulüp sayısında değişime gidilmeli mi diye gündem yaratmaya çalıştı. Bir kere zaten ligler var. Ligleri kimler takip ediyor? Mahalli insanlar. Ligleri bırakıp başka başka ülkelere mi gidecekler maçlara? Fikstür nasıl olacak, yerel ligler nereye kaçacak? Böyle bir şey olmaz.
UEFA'daki görevlerinizin dışında, Türkiye'nin Olimpiyat Oyunları, Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası düzenleme komitelerinde de görev aldınız. Hükümetlerin uzun yıllardır spor organizasyonlarını ülkeye getirme hevesi var ancak hiçbir zaman başarıyla neticelenmedi. Sizce Türkiye günün birinde mutlu sona ulaşacak mı?
Bence evet. Türkiye zaten kendini tanıtma aşamalarını geçti. Geçmişte yapılan hatalar da bir daha yapılmaz herhalde. İkisini birden alma heveslerine girilmez diye düşünüyorum çünkü bu mümkün değil. Aynı yıl içerisinde iki majör organizasyon düzenlemek fiziki olarak olanaksız. Zaten o zamanlarda Olimpiyat Komitesi ve UEFA konferans düzenledi ikisinin birlikte neden olamayacağı hakkında. Thomas Bach, bir hukukçu olarak, bunun mümkün olamayacağını Platini'ye söylemişti. Her ikisi de bizim yetkililerle konuşup "Birinden feragat edin, aksi takdirde ikisini de alamazsınız" diye uyarmıştı. Gördüğünüz üzere ikisi de olmadı.
Ama bugün ne olur sorusuna cevabım belirli turnuvalar için belli, belirli organizasyonlar için belirsiz. Avrupa Şampiyonası, evet, olabilir. Dünya Kupası dahi olabilir. Ama olimpiyat için aynı şeyi söylemek zor. Çok büyük para lazım ve ülkemizde para ve ilgi yalnızca futbolda var. Futbol için olumluyum. Stadyumdur, konaklamadır… Bunlar birkaç Avrupa ülkesi hariç çoğu yerden iyi. Bakalım, pandemi bitsin de herkes önünü daha sağlıklı görsün.
Kapanışı sizin de futbol yöneticiliğinde yaptığınız gibi yapmak uygun olsa gerek. Bütün yöneticilik kariyeriniz boyunca biriktirdiğiniz anılarınız ve koleksiyonunuzu emekli olmadan önce FIFA Dünya Futbol Müzesi'ne bağışladınız. Bu bağışı yaparken "Keşke bunu vermeseydim" dediğiniz bir parçanız oldu mu?
Oldu. Toyota Kupası, yani Kıtalararası Kupa, daha Şampiyonlar Ligi kurulmadan önce çok gittiğim ve keyif aldığım bir kupaydı. Sağ olsunlar; çok güzel bir çerçeve içerisine, altın yazılı, katıldığım seneleri koymuşlar ve fotoğraflar dizmişler. Altına da "Bay Şenes Erzik için özel hazırlanmıştır" ibaresini eklemişler. Koleksiyonumu vereceğimi söylediğimde UEFA'dan geldiler ve ofisimdeki her şeyi topladılar. Toparlama öncesi belki bunu saklarım diyordum ama yapamadım. Ben bu fikri kafama kazıdığımda aklımda tek şey vardı: Futboldan kazandığımı futbola geri vermek. Eğer kendime bir şey saklayacak olsam yalan söylemiş olacaktım. Bu yüzden içim el vermezdi, vermedi de. Ama sizinle burada konuşurken inanın içim rahat çünkü ne mutlu ki futboldan kazandığımı futbola geri verebildim…