Çocuklar ve Rencide Ruhlar

9 dk

Spor, çocukların keyfine bırakılmayacak kadar ciddi bir iş. Ancak, sınırı aşmamak ve çocukla birlikte kendini de yetiştirmek gerekiyor.

Dünyada sadece golf söz konusu olduğunda değil tüm sporlar sıralamasında en üstlerde yer alabilecek Tiger Woods’un babası Earl Woods, okul yıllarında yıldız bir beyzbol oyuncusuydu. Beyzboldaki ilk siyahi sporculardan biriydi ve bu sporu seçmesindeki en büyük etken kendi babasının en sevdiği spor oluşuydu. Earl aynı zamanda; Vietnam savaşında iki kez görev yapmış bir asker, New York’taki City College’de askeri öğrencilere askerlik tarihi, taktik ve savaş oyunları dersleri veren bir öğretmendi de... İlk evliliğinden üç çocuğu vardı ve bu evlilik boşanmayla sonuçlanmıştı. Tiger, onun ikinci evliliğinden tek çocuğu olarak dünyaya geldi. O doğduğunda, Earl ordudan emekli olmuş, diğer çocuklarını büyütmüş, birkaç yıl önce boş zamanlarını değerlendirmek için başladığı golfte kısa sürede ilerlemiş, en iyi oyuncular sıralamasında yüzde 10’luk dilime girmiş, 44 yaşında ve gayet bol vakti olan bir babaya dönüşmüştü. Oğlunun eline ilk golf sopasını yedi aylıkken verdi. Tiger iki yaşına geldiğinde baba-oğul golf sahasında düzenli olarak idman yapmaya başlamışlardı bile. Beş yaşına gelene kadar Tiger’ın tek antrenörü babasıydı. Tüm sevgisini ve ilgisini oğluna yönlendirmişti. Sonrasında, onu kendi bölgelerinin en iyi iki antrenörü Rudy Duran ve John Anselmo’ya emanet edecekti.

Tiger 11 yaşına geldiğinde hayatında ilk defa babasını yenmeyi başardı. O günden sonra Earl oğluna karşı bir daha hiç kazanamadı. 1993’te Tiger peş peşe üçüncü Gençler Turnuvası’nı kazandığında, Earl bu defa süperstar antrenör olarak nam salmış Butch Harmon’ı devreye sokacaktı.

Earl, hayatının sonuna kadar ve sağlığı elverdiği sürece oğlunun her turnuvasını izledi. Anılarını, Training a Tiger: A Father’s Guide to Raising a Winner in Both Golf and Life ve Playing Through: Straight Talk on Hard Work, Big Dreams and Adventures with Tiger adlı iki kitapta topladı. Oğlunun spor kariyerini baştan sona kadar şekillendiren adam, çoğu zaman onun üzerinde fazla baskı kurduğu için eleştirildi.

2006 yılında kalp krizine yenik düşerek hayatını kaybeden Earl, bu sayede oğlunun kariyerindeki büyük seks skandalına (çok şükür) şahit olamadı. Yine de 2010 Nisan’ında, yani öldükten dört yıl sonra, Tiger ara verdiği golf kariyerine geri dönerken piyasaya çıkan 33 saniyelik siyah-beyaz Nike reklamında oğluna seslenen yine oydu: “Bunu yaparken ne düşündüğünü merak ediyorum. Ne hissettiğini merak ediyorum. Bundan ne ders çıkardığını merak ediyorum.” Ses kaydı 2004 yılında yaptığı bir röportajdan alınmıştı ama Earl kendi karakterine son derece uygun bir şekilde oğluna mezardan bile öğüt vermeyi böylece başardı.

Williams Ailesi

Rivayete göre Richard Williams, Rumen tenisçi Virginia Ruzici’nin şampiyonluk maçını televizyonda izleyip kazandığı ödülü gördüğü anda, kızlarını profesyonel tenis oyuncusu yapmaya karar verdi. Daha kızları doğmadan, onları nasıl dünyanın en iyi oyuncuları yapacağına dair 78 sayfalık kitabını yazmıştı bile. İkinci evliliğinden olan kızları Serena ve Venus 4 yaş 6 ay ve 1 günlükken babaları tarafından tenise başlatıldılar. Çok sonraları New Yorker’a verdiği röportajda 4.5 yaşın erken olduğunu, şimdiki aklı olsa kızlar 6 yaşına basana kadar bekleyeceğini itiraf etti.

Kızlarının mental açıdan bu kadar güçlü olmasının sebebi ona göre çok basitti: Gettoda yaşayan iki siyah kız çocuğu için güçlü olmaktan başka bir çare yoktur. 2001 yılında Indian Wells’te Serena’nın maçında ailece yuhalanmalarını asla unutmadı. Çünkü bunun sebebi derilerinin rengiydi. O günden sonra Indian Wells’e bir daha ayak basmamışlardı, ta ki bu yıl affedip geri dönene kadar. 2014 yılında piyasaya çıkan Black and White: The Way I See It kitabında ‘Amerika’yı lekeleyen’ Indian Wells hadisesini bütün detaylarıyla tekrar anlattı zaten. Kitabın tek konusu kızlarının inanılmaz tenis kariyerleri değildi. Babalarının antrenörlüğünde iki kız kardeş toplam 27 Grand Slam turnuvası kazanmış, her ikisi de ayrı zamanlarda dünyanın bir numarasına yükselmiş olabilirler ama Richard Williams için kızlarının ne kadar iyi tenisçiler olduğunun söylenmesi bir iltifat sayılmaz. Onun için asıl iltifat, kızlarının ne kadar iyi insanlar olduğunu duymak.

Williams’ın kitabı bir otobiyografi; çocuklarını sporcu yapmak isteyen ebeveynlere rehber, kişisel gelişim ve son olarak tenis el kitabı olarak önerilebilir. Kitapta çoğu kişinin çocuklarına fazla yumuşak davrandığını ve bunun bir hata olduğunu söyler. Klu Klux Klan’ın en güçlü olduğu dönemde Louisiana’da büyümüş, çocukluğunda karıştığı bir kavgada bıçaklandığı için 72 yaşında hala topallayarak yürüyen birinin pamuk kalpli bir tontona dönüşmesini beklemek safdillik olurdu zaten: “Bir zamanlar o kadar öfkeliydim ki istediğim tek şey savaşmaktı. Ama 8 yaşındaki bir çocuk için zor bir opsiyondu bu!”

Kızlarını tenisçi yapmaya karar verdikten sonra ise bu vukuatlı geçmişi geride bırakıp kızların yoldan çıkmasını engellemek için erkek arkadaş sahibi olmalarını yasaklayan, erken annelik rüyalarına kapılmamaları için eve giren oyuncak bebeklerin kafalarını koparıp atan, sert ve disiplinli bir antrenöre dönüşüyor. Bunu yaparken yalnız değil. Anneleri Oracene de kızların eğitimlerine katkı sağlayan yardımcı antrenör olarak hizmet veriyor. 2002’deki boşanma sonrasında bile locada eski eşi ve onun yeni genç karısı ile yan yana oturup kızlarını desteklemeye devam eden bir diğer ilginç karakter.

Richard Williams, kitabının tanıtım gününe kızı Venus’ten bir yaş büyük üçüncü karısı Charlene ve 22 aylık oğlu Dylan’la geldiğinde, “Dylan büyüdüğünde tenisçi olmayacak. Kızlar tenise başladığında bugün bildiklerimi biliyor olsaydım onları da yapmazdım zaten. Dylan için planlarım farklı, onun milyarder olmasını istiyorum. Tenis oynayarak bunu başarması imkansız” diyordu. Son derece haklı, kızları sadece milyoner olabildiler maalesef.

Dağsız Ülkenin Kayakçıları

Tito’nun ölümüyle dağılma sürecine giren Yugoslavya’da savaş ortamından etkilenen binlerce aileden biri de Kostelic’ler oldu. İkisi de elit hentbol oyuncusu olan Ante ve Marica, Zagreb’de aynı kulüpteydiler. Savaş ekonomisi yüzünden zor duruma düşen kulüp, önce Ante’yi antrenörlükten çıkardı. Marica’nın sporcu maaşı da eskisi gibi ödenmiyordu. Aile kirasını ödeyemediği evlerinden çıkmak zorunda kaldı. Tek mal varlıkları Fiat 850 model bir arabaydı ve o arabanın içinde yaşamaya başladılar. Ante, arabayı spor salonunun otoparkına park etmeye karar verdi. Böylece kendileri, yedi yaşındaki oğulları Ivica ve beş yaşındaki kızları Janica antrenman yapmaya devam edebileceklerdi. Salonun duş ve tuvaletlerinden faydalansalar da asıl evleri, arabaları ve hemen yanına kurdukları çadırdı.

Ante sadece hentbolla değil kayakla da ilgilenmekteydi. Kış geldiğinde arabayı bu defa Zagreb yakınlarındaki Sljeme Tepesi’ndeki kayak tesisinin eteğine park etti. Pistleri kullanmak için paraları olmadığından sabah çocukları çok erken kaldırır, yürüyerek tepeye çıkarlar ve oradan aşağıya kayarlardı. Antrenör olarak çok disiplinli ve acımasızdı.

Çocukları sadece kışın değil, yazın da dağ yollarında çalıştırıyordu. Yükseklik korkularını yenmeleri ve zamanı geldiğinde dik eğimlerden korkusuzca kayabilmeleri için onları metrelerce yüksek kayalıklardan denize atlatmayı yöntem olarak benimsedi.

Yiyecek, benzin ve konaklama giderlerinden kısılan parayla kayak malzemesi alıyorlar, bazen arabaları ile Zagreb’e yakın Kuzey İtalya’daki pistlere gidiyorlardı. Antrenmanları her zaman sabah saat 4-5 arası daha gün doğmadan başladıkları tırmanışlarla start alırdı, böylece pistte ilk kayan onlar olurdu. İtalya’da bir otel sahibinin ilgisini çektiler. Çocukların gelecek vadettiğine inanan adam, onlara bir oda tahsis etti. 12 ve 14 yaşlarına gelen iki kardeş, girdikleri her yarışta birinci olarak tüm dikkatleri üzerlerine çekmeye başladılar. Janica 4 olimpiyat altını kazanan (2002 Salt Lake ve 2006 Torino) tek kadın kayakçıdır. Dünya şampiyonalarında kayak sporunun beş disiplininde birden madalyaya ulaşmış tarihteki üç kadın sporcudan biridir. Ivica da kayakta beş disiplinin hepsinde yarışabilen ve başarılı olan ender sporculardan biri. İşin komik tarafı, dünya çapında iki sporcu çıkaran Hırvatistan’da dağ yoktur!

Ebeveyn Mesleği

Spor dünyasında hangi branşa ya da başarılı sporcuya baksanız, çocuklarına olan aşkını özverili, hırslı, disiplinli, hastalıklı bir alakaya dönüştüren ebeveynler görebilirsiniz: LeBron James ve annesi Gloria’nın olaylı ve karşılıklı sevgiyle örülmüş hikâyesi gibi; oğlu Jimmy Connors’ın eline daha iki yaşındayken raket veren ve onun hem annesi, hem menajeri, hem antrenörü, hem arkadaşı olan kendisi de eski tenis oyuncusu Gloria Connors gibi; oğlu Adrien Rabiot için gerektiğinde kulüp yöneticileri, gerektiğinde gazetecilerle tartışan, onun kariyerini menajer olarak ilk elden yürüten ve bu yüzden tüm Fransa’da ’Rabiot Ana’ olarak nam salan Veronique Rabiot gibi...

Mary Pierce’ın babası Jim, spor dünyasının en hastalıklı babalarından biridir. 12 yaşındayken oynadığı turnuvada kızının rakibine küfür etmekten seyirci yumruklamaya ve kenardan ağzına geleni bağırmaya uzanan bir yelpazede spor dünyasının canavar ebeveynlerinden. Bir zamanların efsane tenisçisi Mary Pierce’in bugün kendini tamamen dine adamış olmasının arkasındaki faktör büyük ölçüde babasıdır. Jelena Dokic’in babası Damir de Jim Pierce’i andıran bir performans sergiler. Jelena babası yüzünden uzun yıllar depresyonla boğuşur, baba sonunda hapse kadar düşer.

Hastalıklı babalar arasında Valentine Fauviau’nun babasını apayrı bir yere koymak gerekir. Çünkü çocuklarının rakiplerinin su mataralarına sakinleştirici atmak suretiyle onların performanslarını düşürmeye yönelik hırslı politikasının sonucu, maç dönüşü direksiyon başında uyuyakaldığı için hayatını kaybeden 25 yaşındaki bir rakip oyuncunun vebali hala üzerindedir.

Yazıda hep uç örneklerini vermiş olsak da en azından çıkış noktasında, bu ebeveynler özünde haklıdır. Spor çocukların keyfine bırakılamayacak kadar ciddi ve disiplin isteyen bir iştir. “Nasıl yani?” sorusuna soruyla cevap vermek gerekirse; çocuklar sevdikleri şeyi mi yaparlar, yaptıkları şeyi mi severler?

Kız çocuklarının prenses, erkek çocukların prens olarak yetiştiği bu tüketim çağında evlerde küçük kraliyet mensupları yaşıyor. Hayat döngüsü onların yaratıcılıklarını ortaya çıkarmak, özgüvenlerini geliştirmek, yetenekli oldukları konuları bulmak ve alabilecekleri en iyi eğitimi sağlayabilmek etrafında şekilleniyor. Sevdiği işi yapan insanların daha mutlu oldukları teorisinden yola çıkarak çocuklarının ne sevdiğini bulmak adına piyanodan resim kursuna, futboldan tenise, aman geç kalmadan baleye ya da jimnastiğe koşan aileler ve 7 yaşında sıkıldığı için yüzmeyi, 9 yaşında piyanoyu, 12 yaşında tenisi bırakan çocuklarla sarılı etrafımız.

Yale Üniversitesi profesörlerinden Amy Wrzesniewski, 1997’de insanların mesleklerine karşı tutumlarını merak ederek yaptığı araştırmanın sonucunda insanları üç farklı kategoriye ayırıyor: İşlerine meslek olarak bakanlar, kariyer olarak yapanlar ve ulvi bir çağrı olarak görenler. İlginçtir ki son kategoride sadece doktor veya öğretmenler gibi insana hizmet etmeyi meslek edinmiş kişiler yok. İşini sadece meslek olarak gören ve mesai dolduran öğretmenler olduğu kadar, büyük bir zevkle garsonluk ya da çöpçülük yapanlar da var. Kimse çöpçü olma ‘tutkusuyla’ doğmayacağına göre araştırmanın ortaya çıkardığı asıl sonuç, doğuştan geldiğini varsaydığımız tutkunun aslında gayet sonradan oluşan bir şey olduğu! Başka bir deyişle, bu kişiler sevdikleri işi yapmamışlar, yaptıkları işi sevmişler.

Tıpkı çocuklar gibi. Etrafınıza o gözle bir daha bakın. Çocuklar, aslında başarılı oldukları şeyi severler. Başarılı olmadıklarını düşündükleri şeyi ise bırakmak isterler. Spor gibi tamamen disipline dayalı bir alan, çocuğun sevdimsevmedim kaprisine bırakılabilir mi peki? Hele ki biraz üzerine gittiğinde ve ’becermeye’ başladığında ’seveceğini’ biliyorsanız?

Çocuklara beş-altı yaşlarında tüm kararlar nasıl bırakılmıyorsa spor konusunda da tek karar verici olmaları beklenemez. Çocuğu spora başlattığı, getirip götürdüğü ya da spor okulu parasını ödediği için üzerine düşeni yaptığı yanılsamasına düşmeyecek şekilde, annebabanın da kendini eğitmesi gerekir. Çoğu başarılı sporcunun ebeveynlerinin eski birer sporcu, antrenör, öğretmen olması tesadüf olabilir mi sizce? Çocuklar görerek ve taklit ederek öğrenen küçük insanlar olduğu için sürekli öğüt vermek ve neyi nasıl yapması gerektiğini söylemek yerine, kendisi de o spora merak salan bir anne-baba olarak çocuk üzerinde tutku yaratmanın ilk adımı atılabilir. Önce tenise başlatıp sonra tenisi sevmesini beklemek ya da önce piyanoya başlatıp sonra gece-gündüz piyano çalmasını ummak değil, önce tenisi sevdirip sonra başlatmak ya da önce Mozart’ı, Chopin’i tanıtıp sonra piyano dersi aldırmak daha doğru bir yol olabilir.

Tabii bu motivasyonun dış değil, iç kaynaklı olması ve çocuğun anne-babası ya da öğretmenini mutlu etmek için değil kendisi için o sporu yapmasını sağlamak asıl hedeftir. Çocuğun ne zamana kadar anne-babanın disipliniyle devam edeceği, antrenörün nasıl seçileceği, çocuğa başka hangi desteklerin verileceği, bütün bunların spor kültürüyle nasıl destekleneceği, rekabet ve baskıyla nasıl başa çıkılacağı ve hangi noktada çocuğun kendi ayakları üzerinde durmasının bekleneceğinin iyi ayarlanması gerekir... Dedim ya; sporcu ebeveynliği, en az sporculuk kadar zor iştir ve insanın bir noktada Allah muhafaza Jim Pierce’e dönmemesi için bazı konularda kendini iyi geliştirmesi gerekir.

*Özgür Bolat ve Yusuf Gürel'e verdikleri ilham ve bilgiler için teşekkürlerimle...

Socrates Dergi