"Çünkü çok çalıştım"

21 dk

Türk futbolu, 1980'li yılların sonunda yavaş yavaş Avrupa sahnesinde kendini göstermeye başladı. Hem Galatasaray hem de milli takımın unutulmaz maçlarındaki kahramanlardan biri de oydu. Semih Yuvakuran'la o günleri konuştuk.

Semih Yuvakuran, "1980'ler" dendi mi akla gelen isimlerden biri. Görüntüsüyle futbolun magazin tarafını, saha içindeki hikâyesi ile de klasik bir başarı öyküsünü temsil ediyor. Unutulmaz savunmacı ile Bursa günlerinden yola çıktık, dizi setlerine doğru devam ettik...

Futbolcu olmak isteyen bir genç için en önemli şeylerden biri de önünde bir örneğin olması. Bursa'da da şehrin simgesi diyebileceğimiz bir oyuncu var sizin döneminizde: Sedat Özden...

Evet, ben de onu örnek alarak büyüdüm. Ama çok çalıştım ve Sedat Abi'yi geçtim. Onun gibi milli takımda oynadım, Avrupa kupalarında başarıyı gördüm ve bence onun tek eksiğini tamamlayarak Bursa'nın dışına çıktım. Birilerini örnek almazsan olmaz zaten. Oğlum Utku'ya da bunu söylüyorum. O da Rüştü'yü örnek aldı. 10 yaşından beri her gece yatarken onun resmine bakıp "Bir gün seni geçeceğim" diyor. Şimdi Beşiktaş'ta oynuyor, ileride önce ilk 11'e yerleşip sonra da Avrupa'ya giderse hedefine ulaşmış olacak. Benim de gerçekleşmeyen tek hedefimdi yurt dışı.

Sedat Abi de sizin hakkınızı verir ama. Konuştuğumuzda "Semih, çalışmayı seven bir gençti" demişti. İdolünüzle aynı takımda oynamak nasıldı?

Daha genç takımda oynuyordum, bir gün Bursa Kapalı Çarşı'da gördüm onu, vitrinlere bakıyordu, ben de onu izliyordum. Yürüyüşünü, koşuşunu taklit etmeye çalışırdım. Sonra birlikte oynamaya başladık. Gençleri pek sevmezdi ama beni çok sevdi. Çünkü çok çalışırdım. Her idman sonrası sahada kalıp 50 orta yapardım. Onlar da öyle durduğun yerden değil. Sana orta sahadan top atarlar, basarsın yarı sahadan deparı, hareketli topa yaparsın ortanı. Bir de zemin bozuk o zamanlar, top seke seke geliyor önüne… O şartlarda öğrenince, halı gibi sahaya çıktığında adamın ağzına atıyorsun zaten ortayı.

Tabii maçlarda Sedat Abi'nin fırçasını da çok yedim. "Koşsana laaan!" diye az bağırmadı bana. Ama benim iyiliğim için yapıyordu bunu. O zaman takım kaptanlığı daha farklıydı. Bir gün karlı bir havada oynadık, soyunma odasına girdik. Herkes yıkandı, çıktı. Tabii şimdiki gibi sabaha kadar sıcak su akmıyor. Termosifon var, beş kişi art arda yıkandı mı soğuyor su. Bir ben, bir Sedat Abi kalmışız. Baktım o oturuyor, fön makinesiyle ayaklarını falan kurutuyor. "Herhâlde duşa girmeyecek, ben bir girip çıkayım hemen" dedim kendi kendime. Girdim, azıcık ıslandım, omzumda bir el: "Çık lan dışarı!" Sedat Abi yarım saat yıkandı, ben suyu yemiş hâlde donarak onu bekledim. Sonra bir girdim, su buz gibi. Sadece kafamı yıkayabildim, çıkıp vücudumun kalanını sabunlu sabunlu kuruladım.

"İleride hiçbir genç futbolcuya bunu yapmayacağım" diye yemin etmiştim. Yıllar sonra Fenerbahçe'de oynarken bize transfer olan Emre Aşık "Abi, ben de Bursalıyım. Beni koru" falan dedi ama korunacak bir şey yoktu. "Seve seve yardımcı olurum ama burada zaten kimse sana bir şey yapmaz" dedim. Sonra sezon başladı, Emre kadroya girdi ve düzenli oynamaya başladı. Bir gün duşa beni iterek kendi girdi. Ben de yeminliyim ya, hiçbir şey söylemiyorum. Müjdat (Yetkiner) görmüş ama. Geldi, "Çık lan dışarı!" dedi ve orada bir fırça attı. Normalde takunyayı yerdi kafasına. Bizim zamanımızda terlik de yoktu bak, takunya…

Nasıl oldu keşfedilmeniz?

Okul takımında oynuyordum, hocam bir gün sordu: "Sen hangi takımda oynuyorsun?" Kulüpte filan oynamadığımı duyunca, "Git bir takıma yazıl" dedi. Zaten spor yapıyordum. Atletizmde Türkiye birinciliğim vardı. Hayatımda ilk kez engelli koştum, beş seride de birinci oldum falan… Neyse, hocam bana bunu deyince, gazeteci komşumuz Levent Gencer'e danıştım. Levent Abi, altyapı sorumlusu Hasan Bora'yı aramış, o da "Gelsin, bir bakalım" demiş. Gittiğim gibi seçildim zaten, o hafta maça çıktım. Sol açık oynuyordum, belki yüz kez ofsayta düştüm, ofsayt ne bilmiyorum ki. Yine de bir gol attım.

Sol bek oynamaya nasıl başladınız?

İsa Gabralı takımdan ayrılınca hocamız Kemal Ömeragiç "Çocigim, oynar mısın?" dedi. Oynarım, dedim. Önce bir hazırlık maçı aldı, koridora çevirdim rakibin sağ tarafı. Ömeragiç, "Sol bekimi de buldum, her şeyimi buldum" demiş. Hafta sonu Sakaryaspor'a karşı sol bekte maça çıktım. Galatasaray maçında da çok iyi oynayınca Galatasaray'ın başındaki Tomislav İviç "İstediğim sol bek bu" demiş. Beni defalarca izletmiş. Yıllar sonra Bülent Ünder bana "Seni en az 10 kere izledim ve olumlu rapor verdim" demişti. Sonra da transfer oldum zaten.

O zaman Türkiye'de bekler pek orta sahayı geçmezdi. Dünyada örnek aldığınız bir oyuncu var mıydı?

(Manfred) Kaltz vardı, onu izlerdim. Ama mantıklı olan gitmek zaten; önün boş, niye gitmeyesin? Gitmesem zaten terlemeden maç bitirirdim. Ömeragiç'in ağır idmanları yüzünden iki maç oynayacak seviyedeydim. Geçen Utku'ya "Gel sana maç izlettireyim" dedim. 50 kere bindirme yapmışım ilk yarıda. "Baba, yeter ya!" dedi çocuk. "Dur lan, daha ikinci yarıda da bir o kadar var" dedim. İki gol attırmışım ve sonlara doğru bitmişim artık, çıkmak istemişim. Tabii 30'umdayım o arada.

Ömeragiç de disiplinli Yugoslav hoca ekolünden. Birçok Türk futbolcu, bu tarz Yugoslav hocalardan yaka silkmiş. Siz de zorlandınız mı?

Nazi subayı ya! A takımdaki topçu dövülür mü? Bu, döverdi. Tokat yedik adamdan. Türkçesi de bozuk, "S.ktir edeceğim" sizi diyemez, "S.klettireceğim sizi" diye habire bağırır. Bir de genç oyunculara "Piliç" derdi, "Olmak istersin sen tavuk? Nah olursun sen tavuk!" Allah rahmet eylesin, hepimizde de emeği vardır.

Galatasaray'a geldiğinizde İviç, takımdan ayrılmıştı. Jupp Derwall de sizi beğenmemiş sanırım?

"Ha bu sopa ha Semih" demiş, gönderilmemi istemiş. Ama o zamanki başkan Ali Uras, arkamda durmuş. "Sen gidersin, o kalır" gibi bir şey söylemiş ve benim ülkedeki en iyi sol bek olduğumu iddia etmiş. Sonra Derwall, kitabında yazdı "Futbolcu olsaydım Semih'in karşısında oynamak istemezdim" diye. Ali Uras'a da yanıldığını söylemiş sonradan. Bir insanın güveni seni nerelere getiriyor bak…

Derwall, pek çoklarına göre ülke futbolunu değiştiren adamdır. Almanya kariyerinde de daha çok 'yetiştirici antrenör' olarak ön plana çıktığını görürüz. Onun farkı neydi?

Disiplin. Başka hiçbir farkı yok. "Hadi canım!" diyebilirsiniz ama disiplin gerçekten bu işin başı. Ufacık hatayı bile kabul etmez. Yerli hocaların "Olur o kadar, boş ver!" dediği şeylerin hiçbirini o kabul etmezdi. Odun gibi sert adam. Çalışacaksın. İdmanları nasıldı? İyiydi ama ilk gittiğimde idman bitti hiç terlememişim. Sadece göğsümde ufak bir ter birikmiş. "Ne oldu, bitti mi antrenman?" diye sordum, "Bitti" dediler. "Nasıl biter ya?" dedim hatta. Sonra düşündüm, "Bu Galatasaray filan ondan bizi yeniyormuş demek ki" dedim. Çünkü Ömeragiç bizim canımızı çıkartıyordu. Pazar gününe hâlimiz kalmıyordu. İnanır mısın, maçta bile salı günkü idmanı düşünüyordum. Sedat Abiler "Yoruldum, gidiyorum" diyordu ama bize "Piliçsiniz, koşacaksınız" diyordu. Derwall'in idmanları Ömeragiç'in ısınmasından bile hafifti.

Derwall'in de vardı tabii yorucu idmanları. Interval vardı mesela. Dikdörtgen düşün, bir düzlüğü hızlı koşuyorsun, öbürünü yavaş tempoda… Derwall'in ilk dönemi, yine mağlup olmuşuz… Bir kızdı bize! İdmanda Interval yaptırıyor, iki saat geçti hâlâ koşuyoruz… En son Fatih Abi dayanamadı, "Biraz da öbür tarafa doğru dönelim, başımız döndü ya!" dedi. Ama adam çok sinirlenmiş, sadece "Nein!" diyor. Tüm takım sola çekti vallahi, dengemiz kayboldu. İdman bitti, herkes yerlerde…

"Disiplin gerçekten bu işin başı. Ufacık hatayı bile kabul etmez. Yerli hocaların 'Olur o kadar, boş ver!' dediği şeylerin hiçbirini o kabul etmezdi. Odun gibi sert adam."

"Disiplin gerçekten bu işin başı. Ufacık hatayı bile kabul etmez. Yerli hocaların 'Olur o kadar, boş ver!' dediği şeylerin hiçbirini o kabul etmezdi. Odun gibi sert adam."

Peki idmanlar ya da taktikler dışında, Derwall'in Türkiye'de bir zihinsel devrim yaptığından söz edebilir miyiz?

Özellikle Avrupa maçlarında zihniyetimizi değiştiren kişi odur. Milli takımda da Galatasaray'da da herkes bizi yeniyordu. "Bakın," dedi, "Onlar da insan, siz de insansınız. Bir farkınız var mı? Bir tane var; onlar inanıyor. Siz de inanın. Hepiniz onlardan yeteneklisiniz." Sonra galibiyet almaya başladık. "Biz futbolcuymuşuz" dedik kendi kendimize. O devrimi yaptı yani.

Sonra milli takım danışmanı oldu… O zamana kadar maç yolunda "Üç yeriz, beş yeriz" muhabbeti yapılırken yavaş yavaş "Yeneriz" demeye başladık. Baktığında Avrupa'da birçok takımda Oğuz, Tanju, Ünal, Semih, Rıdvan gibi oyuncular yoktu ama korkuyorduk o döneme kadar. Bizden tek farkları, çok mücadele etmeleriydi. Biz de mücadeleyi, inancı ortaya koyunca galip gelmeye başladık.

Gelen yabancıları da unutmamak lazım. Didier Six gibi oyunculardan gördüğümüz disiplin de bizi çok etkiledi. Adam 35 yaşına gelmiş, idmanda bizden çok koşuyordu. Disiplin ve arkadaşlık. Bunlar olmadı mı başarı gelmez.

Askerlik Hatırası

Galatasaray'da Fatih Abi'nin (Terim) uğuru gibi olmuştum. Tavla oynardı, yenik durumdaysa beni çağırır oyunu çevirirdi. Ama maçta çok fırça atardı o da. Bir gün dayanamadım, "Abi, niye bu kadar bağırıyorsun?" diye sordum. "Oğlum, ben maçta babama bile bağırırım. Aldırma sen, oyununa bak" dedi.

Askerde merkez komutanlığına denk geldim. Orada bir komutan vardı, manyağın biri, beni tören bölüğüne attı. Sabahtan akşama kadar antrenman. Sıra düz olacak, ayaklar düzenli olacak, tüfek dik olacak… "Atın bu züppeyi tören bölüğüne, saçlarını da kesin şunun" dedi. "Nereye geldik biz" diyorum. Fatih Abi'yi arayıp durumu anlattım, ağlıyorum ama neredeyse. "Hemen geliyorum" dedi ve on dakika bile sürmedi gelmesi. Paşanın yanına girdi, yarım saat sonra sarmaş dolaş çıktılar içeriden, "Hadi, gidiyoruz" dedi bana. Çıktık Eyüp'e gittik, orada 30 kişilik karakolda askerliği tamamladım. Daha doğrusu hiç gitmedim neredeyse. Bir gün gidiyorsam, bir hafta gitmiyordum. Beni komutan sanıp selam veren çocuklar bile oluyordu.

Derwall'in ilk yılında, 3-0 yenildiğiniz Eskişehir deplasmanı sonrası İstanbul'a kadar ciddi bir taraftar saldırısı var…

Neler çektik o Eskişehir dönüşü ya! Tesisleri bastılar esas. Ellerinde bidonlar filan, yakmaya gelmişler… Kulüp müdürünü bıçaklayacaklardı. Sonra Mehmet Ağar geldi, o zaman emniyet müdürüydü. Topladı bunları, "Ulan, bakın; bir ton faili meçhul cinayet var. O suçların birini üzerinize yıksam hayatınız kayar. Bırak tesisleri; maçta birinizi göreyim, sizi bitiririm." dedi. Hepsi toz oldu oradan. Bir gün tesisleri yakmaya gelen ekipten, bidonu taşıyanı gördüm, Beyoğlu'nda bir pavyonda fedailik yapıyordu. "Ne oldu? Görünmüyorsunuz hiç" dedim. "Abi nereye geliyorsun ya, şimdi Beşiktaş tribününe takılıyoruz" dedi. Ulan, hani Galatasaraylıydınız!

Eskişehirspor sizin için özel bir rakip aslında. 14 yıl sonra gelen şampiyonlukta da son maç Eskişehirspor'la… O maç öncesini herkes anlatır. Sizin durumunuz nasıldı?

Bütün gece uyumadım. Seyirci geceden doldurmuş stadı. Atletizm pistine kadar insan vardı statta. 14 sene şampiyon olamamışsın, berabere bile bitse Beşiktaş şampiyon olacak. Hepimizden bir beş yaş gitmiştir o gün. 1-0 oldu, 2-0 oldu, 2-1 olduğu an "Eyvah!" dedik, "Yine mi kaçacak?" Son 10 dakikanın nasıl geçtiğini bir Allah biliyor bir ben… Zaten gol yeseydik, hakemin yerinde olsam biz gol atana kadar maçı bitirmezdim. O seyirci bizi sahaya gömerdi o gün. 22 oyuncu, üç hakem… Oraya gömerlerdi bizi. Zordu ya. Sonrası rahattı ama. Yine şampiyon olduk, Avrupa'da yarı final gördük. Kapıyı açmak önemli, gerisi geliyor sonra… O zamana kadar aralayamamıştık bile.

Türkmenistan Günleri

Bir arkadaşım vesilesiyle bana bir telefon geldi. Türkmenistan'da her bakanlığın bir takımı var, Petrol Bakanı da kendi takımı Nebitçi Balkanabat'ın oyuncuları için "Birilerini bulun, bunları biraz eğitsinler" demiş. İyi de para veriyorlardı, bir haftalığına kamplarına katılmayı kabul ettim. Güvenç Kurtar'ı da çağırdım, bir hafta sonra döndük. Sonra beni bu defa Türkmenistan'a çağırdılar. Yine bir hafta eğitim vermek üzere gittim. Dönmeye yakın beni bakanın yanına çıkardılar, adam "Kalıyorsun" dedi. "Nasıl?" dedim. "Hocayı kovdum, çocuklara da söyledim, git görüş, ne istiyorsan verecekler" dedi. Burada on senede kazanamayacağım parayı teklif ettiler. İstanbul'dan eşyalarımı alıp geldim. Ben göreve başladığımda liderden 12 puan gerideydik, şampiyon olduk.

Garip bir memleket. Şehirler arasında vize almak gerekiyor. Beni önce Aşkabat'a götürmüşlerdi, "Güzelmiş burası, çalışırım" demiştim. Gerçi "Takım burada değil" demişlerdi ama ben "Her yer aşağı yukarı böyledir" diye düşünmüştüm. Sonra bir gittik... Olur ya kovboy filmlerinde topraklar, çalılar döner, küçük küçük evler, çocuklar oynar, paleler… Öyle bir yer. Bir de götürdüler beni misafirhaneye, iki oda bir salon, duvarlarda halılar malılar. Gece açık tek yer yok, açlıktan öldüm kaç kere. Bitsin diye nasıl gün saydım belli değil. Şampiyon olduk, ertesi gün bavulu toplayışımı gör…

On kişi yemeğe gidiyoruz, orada votka shot kültürü var. Oturuyoruz, "Evet Semih, anlat" diyorlar. Ben de "Burada sizlerle olduğum için çok mutluyum…" derken tak, atıyorsun bir tane. "Sizleri çok seviyorum", tak. "İnşallah bu yıl şampiyon olacağız", tak. Hop, hemen dolduruyorlar yine. O bir şey söylüyor, bu söylüyor, sürekli votka. Bir gün dedim "Arkadaşlar, bir durun, ben daha yiyemeden zil zurna sarhoş oluyorum. Bir yemek yiyelim ondan sonra konuşalım. Başlayacağım hoş geldininize beş gittininize, ben sizinle yemek memek yemem bir daha…"

Avrupa yürüyüşünün ilk adımları 1987-1988 sezonundaki PSV eşleşmesiyle başlıyor. PSV, o sene tek mağlubiyetle Şampiyon Kulüpler Kupası'nı alıyor. Yenildikleri rakip de Galatasaray…

Hollanda'da 3-0 yenildik, burada 2-0 yendik. Perişan ettik ama onları. O maçta ben (Wim) Kieft'i tutmuştum adam adama. İki metrelik bir adamdı. Bana "Kieft'i tutacaksın" dedi Mustafa Denizli. O zaman video yok, maçlar bu kadar yayınlanmıyor. Bir tek 9 numara giydiğini biliyoruz. "Yusuf (Altıntaş), nerede lan bu 9?" diyorum. Yusuf da bağırıyor: "Gel gel, burada!" Bir baktım adama, "Ulan nasıl tutacağım bunu?" dedim, boynum kopacak. Ama İstanbul'da çok iyi durdurdum onu, top vermedim. Hatta Hıncal Uluç'un bir yazısı vardı "Semih, sana bir yıldız da benden" diye.

O zamanki stoperler özellikle çok çok sert oyunculardı. Bir röportajınızı okudum geçenlerde, 1989 yılından… Orada Cüneyt Tanman söze giriyor ve yeterince sert faul yapamadığınızı söylüyor. Ama o aslında sizin bir özelliğinizdi. Kalçasını dayayıp top saklamaya çalışan rakibin bacak arasından temiz bir şekilde topu almak ya da kayarak müdahaleyi faulsüz yapmak daha büyük bir meziyet…

Ya, benim amacım topu almak. Faul yapmak değil ki. Benim bacaklar uzundu. Rakip topu saklamaya çalışırken, arkadan dürtüp, dolanıp alırdım. Kayarak müdahaleye gelince, orada bizim dönemimizdeki savunmacılar biraz şanslıydı. "Topla karışık" deriz, sert bir şekilde rakibe girersin, topa vurursun ama rakibi de götürürsün. Şimdi faul çalıyorlar o müdahalelere. Bizim zamanımızda ne tendonlar gitti, bir bilsen…

Kayarak müdahaleyi bize Ömeragiç ve yardımcılığını yapan Hasan Bora, özel idmanlarla öğretti. Bursaspor'un tesislerinin orada bol suyun aktığı bir kaynak vardı. Ömeragic bir gece önceden bir boru vasıtasıyla o suyun istikametini değiştirir ve sahanın çim yaptırdığı bölümünü sulardı. Sabah geldiğimizde o saha bir göle dönüşmüş olurdu. Kaleyi koyar, kaleciye degaj attırmaya başlardı. Kaleci topa vuruyor, sen koşarak geliyorsun ve kayarak topu kaleciye doğru vuruyorsun. Zaten kıçımızın üstünde kaya kaya kaleci Eser'in önüne kadar gidiyorduk.

Bursaspor Genç Takımı olarak İnönü'ye gittik bir gün… Maç önü ısınmada bile kayma idmanı yapıyoruz. Tribünden bağırıyorlar: "Ulan anasını bellediniz sahanın, i.neler!"

5-0'lık Neuchatel maçı mı daha özel sizin için yoksa Monaco maçı mı?

Almanya'daki Monaco maçı çok önemlidir. Orada 80 bin Türk vardı, daha sahaya bakmaya çıktığımızda ağladım ben hüngür hüngür. Stat ağzına kadar dolu, Galatasaraylısından Fenerbahçelisine herkes gelip renk renk bayraklar açmış, "Türkiye, Türkiye" tezahüratları… O maç çok etkiledi beni, şükürler olsun ki öyle bir maçı yaşadım. Son 10 dakika, toplamda 2-1 öndeyiz, kaç dakika kaldı diyoruz, beş parmaklarıyla gösteriyorlar. Oynuyoruz oynuyoruz, kaç kaldı diyoruz, yine beş parmak. Ulan hiç mi geçmedi vakit?

Gol anında ne düşündünüz?

Ben sol tarafta "Önüme atsana lan Prekazi, salsana topu" diye bağırıp top istiyordum, bomboş önüm, atsa gideceğim… Baktım geriliyor, sövdüm içimden, oradan vurulur mu diye… Baba bir çaktı, gol oldu, gittim sarıldım. Muhteşem vuruyordu ama. Bize derdi ki "Bana genç takımda ilk öğretilen şey topa vurmaktı. Siz A takıma gelince öğreniyorsunuz."

Geçenlerde konuştuğumuz Rıza Çalımbay, "Biz Wembley'ye çıktığımızda İngilizler sahada hep bağırırdı. Taç atarken bağırır, orta yaparken bağırır…" demişti.

Derwall de onu söylüyordu. "Siz tıp oynuyorsunuz, hiç konuşmuyorsunuz. Futbol, konuşmaktır. Başka türlü nasıl göreceksin arkandaki arkadaşını?" diyordu. Bize bir ara çevre kontrolü antrenmanı yaptırmıştı, top mop yok. Hepimiz koşuyoruz sahada, hareket bu (kafasını sağa sola çeviriyor). Böyle antrenman yaptırılır mı, bak, bu sadece (hareketine devam ediyor). Her antrenmandan önce 15-20 dakika bunu yapıyorduk biz. "Siz top geldikten sonra arkadaşlarınıza bakıyorsunuz, gelmeden önce kim nerede bileceksiniz" diyordu. Eksiklerimiz bunlarmış. Bunları öğrenince zaten Avrupa'dakilerle aramızda fark kalmadı. Otomatik futbol oynamaya başladık.

Galatasaray'ın sizi küstürdüğü ve Fenerbahçe'nin pusuda beklediği süreç…

Orada bana yapılan yanlış bir şey vardı. Ben bunun perde arkasını da çok uzun yıllar sonra öğrendim. Kulübün paraya ihtiyacı vardı ve en yüksek bonservis bendeydi. Fenerbahçe'nin bana ilgisi olduğunu da duymuşlar. Bana hiç oynamayan topçuların aldığı parayı teklif ettiler, ben de kabul etmedim. "Buradan çıkarsan bir daha giremezsin" dediler, kapıyı çarpıp gittim. Çıkar çıkmaz Metin Aşık araba telefonundan arayıp görüşmeye çağırdı. Fenerbahçe'ye gitmek gibi bir düşüncem olmadığı için fiyat olarak çok yüksekten uçtum, Metin Aşık kabul etti. Yarısını peşin istedim, onu da kabul edince yapacak bir şey kalmadı. Daha sonra Galatasaraylı yöneticiler pişman oldu, kimleri araya soktular ama söz vermiştim bir kere.

İyi ki gitmişim Fenerbahçe'ye. Fenerbahçe çok değişik bir kulüp, yaşamak lazım. Hep söylerim: Galatasaray'da altı sene oynadım, 16 sene gibi geçti; Fenerbahçe'de beş buçuk sene oynadım, beş ay gibi geçti. Hep bir olay var. Her gün olay olur mu ya bir kulüpte, her gün… Daha ilk maçta Aydınspor altı tane atıp gitti, neye uğradığımızı şaşırdık. Bir de ben cezalı olduğum için oynamıyordum, "Nereye geldim ben ya?" demiştim.

"İyi ki gitmişim Fenerbahçe'ye. Fenerbahçe çok değişik bir kulüp, yaşamak lazım. Her gün olay olur mu ya bir kulüpte, her gün…"

"İyi ki gitmişim Fenerbahçe'ye. Fenerbahçe çok değişik bir kulüp, yaşamak lazım. Her gün olay olur mu ya bir kulüpte, her gün…"

Bu tür transferlerde yapılan "Ben doğuştan Fenerbahçeliyim" tarzı açıklamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yanlış yapıyorlar. Daha on gün önce başka rakipteydin, gelip "Ben doğuştan Fenerbahçeliyim, hep burayı hayal ettim" diyorsun. Sen o zaman takımına ihanet ediyormuşsun. Ayıp. Söyleme kardeşim, seyirci senden bunu beklemiyor ki. Bunu neden söylediğin de belli. Topunu oyna yeter. Ben de Galatasaray'dan geldim, en büyük Fenerli ben oldum. Sonuna kadar mücadelemi verdim, sahada gözümü kaybediyordum, o yüzden taraftar beni seviyor. Ama dedim mi bir gün böyle bir şey? Altı sene formasını giydiğim takıma bir saygısızlığım oldu mu? Her Galatasaray maçında küfür yememe rağmen tek kelime etmedim. O dönem Galatasaray yöneticilerinin bana yaptığı çirkinlikleri bile anlatsaydım kendi taraftarlarından ne tepkiler görürlerdi, anlatmadım.

Türk futbol tarihinin en tartışmalı pozisyonlarından birinin kahramanıydınız. 1991-92 sezonundaki Beşiktaş maçının son dakikasında Şifo Mehmet vurdu, Engin'i geçen topu siz çıkardınız ama Ahmet Çakar'ın gol düdüğüyle kıyamet koptu. Sonraki yıllarda topun içeriden çıktığını itiraf ettiniz. Ama o anda yoğun bir itirazınız var…

Goldü. Ama ben topu çıkarırken gol değildi, öncesinde goldü. Ben de "Vallahi ben çıkarırken gol değildi" diyordum hakeme! Yalan mı? Şampiyonluk gitti o golle, ne yapalım, itiraz etmemiz normaldi

O atmosferde bir süre sonra takım da pozisyonun gol olmadığına inanıyor mu? Taraftar buna inandı çünkü yıllarca…

Yok canım, hepimiz neyin ne olduğunu biliyorduk tabii ki.

Futbolu bıraktıktan sonra bir de dizi deneyiminiz olmuştu.

Aman hiç sorma, çok kötü diziydi. Eski bir futbolcunun hayatı üzerine dizi çekeceğiz diye bir teklif geldi, başrolü paylaşacağım Şebnem Kısaparmak zaten arkadaşımızdı, iyi de para teklif edilince kabul ettim. 13 bölüm sürdü. Herhâlde dünya tarihinde konusu olmayan tek diziyi ben çekmişimdir. Dizinin konusu yok, akmıyor. Bir konu yapın diyorum, bir şeyler olsun, bir hareket olsun. Hep diyorlardı: "Bundan sonraki bölümlerde hareket olacak." Dizi bitti, hareket yok. Bakkalla çırağı bizden çok oynadı. 45 dakikalık dizide ben 5 dakika görünüyorum, 40 dakika bakkalla çırağı görünüyor. Bir de emekli albay. Başrol hangimiz ben anlamadım. Ekran başında "Ben ne zaman çıkacağım" diye bekliyordum. Ondan sonra dediler bitiriyoruz. Bitecek tabii.

Diziden sonra bir de spor haberleri maceram var Kanal 7'de. Diksiyon kursları falan hepsini bitirdim, ilk yayınıma çıkmadan önce gözüm devamlı prompter'da, herkese de söylüyorum "Şuna dikkat edin" diye. "Ya tamam kardeşim, bir tek sen mi kullanıyorsun, merak etme bir şey olmaz prompter'a" diyorlar. İlk yayınıma bir çıktım, bozuldu alet. Kıpkırmızı oldum, bir saniye içinde terledim, kalakaldım öyle. İşaret ettiler, bütün haberleri önümdeki kâğıttan okudum. Sonraları alıştık tabii…

Socrates Dergi