Daha 17

10 dk

Mete Gazoz ilk olimpiyat hayalini kurduğunda küçük bir çocuktu. Rio sahnesine çıktığında ise 17 yaşındaydı. Genç okçu ve çevresiyle dünü, bugünü, geleceği konuştuk.

I

17 yaşındaki bir delikanlı, 8 Ağustos 2016 akşamı, bir anda, hiç kimsenin tahmin etmeyeceği bir şekilde Türkiye'nin gündemine girdi. Birçokları adını ilk kez duymuştu, kimileri kanalı değiştirirken ona denk gelmişti, bazıları ise olimpiyat zamanı TRT'yi açık tutmayı gelenek hâline getirdiği için kendisine rastlamıştı. O genç yetenek, Mete Gazoz, sporu, bilhassa da okçuluğu takip edenlerin birkaç senedir adını ezberlediği bir figürdü ama onlar dahi olimpiyat sahnesinde, Rio 2016'da bir madalya kazanmadan bu kadar ünlenebileceğini düşünmüyordu. Mete, son 64 turunda Fransız rakibi Pierre Plihon’u kıyasıya bir mücadele sonunda mağlup ettiğinde Twitter'ın en çok konuşulanları (trending topics) arasına girmişti. Kısa bir aradan sonra, son 32'de Hollandalı Sjef Van Der Berg ile eşleşti. Daha önce onu iki kez yenmişti ve kendisine güveniyordu. Nefes kesen, tie-break'e giden bir karşılaşma sonucunda maalesef mağlup oldu ve henüz reşit olmadan tanıştığı olimpiyat oyunlarına veda etti. Onu izleyenler ve kendisiyle ilk kez tanışanlar özgüveninden etkilenmişti. Milli takım antrenörü Göktuğ Ergin ile parkurdaki yerini alıyor, yaşına göre hiç stres belirtisi göstermiyordu. Akşamın sonunda takdirleri toplamış, hayranlar kazanmış ve Rio yolculuğunu ‘Olsun, yarışman ve bu mücadeleyi göstermen yeter’ noktasında tamamlamıştı.

Mete Gazoz, o anlarda bütün bunlardan habersizdi ve üzgündü. Kuralar çekildikten ve eşleşmeler belli olduktan sonra babasına dönmüş, "Hedefim final" demişti. Üç yaşında yayı eline almış, milli okçu olan babası Metin Gazoz ile birlikte gittiği antrenmanlarda ve şampiyonalarda büyümüştü. Profesyonel olmayı kafasına koyduğu 11-12 yaşından itibaren en yükseği hedeflemişti. Önce Türkiye şampiyonu olmuş, sonra Avrupa'da ve dünyada özel başarılar elde etmişti. Şimdi de milim farklarla kazandığı olimpiyat biletini en iyi şekilde değerlendirmek, altın madalyaya yürümek istiyordu. Ama yolu erken kesilmişti. Her şeyden habersiz bir şekilde telefonunu açmıştı. Sözü bu noktada kendisine bırakalım:

"O an annemden ve babamdan ‘Olsun oğlum’, sevgilimden ‘Boşver, başka yarışlar da olacak’ mesajlarını bekliyordum. Aynı şekilde samimi olduğum arkadaşlarımdan da bunlar gelebilirdi. Ama telefonu bir açtım, bir sürü mesaj ve tanımadığım insanlardan gelen arkadaşlık istekleri gördüm, ne oluyor böyle dedim... Telefonum kafayı yedi zaten, o an ‘Twitter’da trending topic oldun’ dediler, sordum: ‘Trending topic ne demek?’ Twitter’ı hiç kullanmamıştım çünkü. Anlatmaya başladılar; ‘Bütün Türkiye seni konuştu’ diye... ‘Nasıl yani?’ dedim, inanamadım. Zira bize, Türkiye’de olimpiyat oyunlarının yayınlanmayacağı söylenmişti en başta. Ama son anda yayın hakları alınmış. Zaten kiminle konuşsam şunu diyor: ‘O gece çok sıkılmıştık, kanalları dolaşırken sen denk geldin.’ Tamamen şansıma öyle bir ilgi oldu. En güzeli de insanlar okçuluk sporunun ne olduğunu öğrendi."

II

Oğlundan bahsederken Metin Gazoz'un gözleri parlıyor. Bir kış günü, karla karışık yağmurlu bir metrobüs yolculuğu sonunda kendisiyle Bayrampaşa'da, İstanbul Okçuluk Kulübü’nde tanışıyoruz. Burası, bir spor kompleksinin eksi ikinci katında, otoparkın hemen yanında kurulmuş ilginç bir kulüp. Metin Bey, eşi Meral Hanım ile birlikte buranın her türlü detayıyla ilgileniyor. Ve sadece Mete değil, birçok sporcu bu kulübe bağlı olarak ok atıyor. Antrenman ekipmanlarının, hedeflerin, okların yanında küçük bir kantin, çalışma masaları ve irili ufaklı okçuluk hatıratları var. Metin Bey eski kupaları, yayları, tarihi okçuluk ekipmanları ve belgeleri kulüpte biriktiriyor, burasını küçük bir müze olarak da kullanıyor.

Metin Gazoz'un okçulukla tanışması bir tesadüf eseri olmuş. 80’lerin sonunda, Adapazarı'nda ortaokul okurken yeni bir okçuluk kulübü kurulmuş ve o da, tamamen şans eseri, seçilen küçük öğrencilerden biri olmuş. Ancak işler pek de yolunda başlamamış. İkinci gün antrenmanı kaçırınca utanmış ve bir daha kulübe gitmeme kararı vermiş. Yıllar sonra, lisedeyken bu kulüpte kazandığı başarılar sonrası Almanya'daki Avrupa Şampiyonası'na gitmeye hazırlanan arkadaşını görmüş ve Almanya'da yaşayan anne babasını düşünerek "Bir dakika ya, ben de o gün başlasam böyle olabilirdim" demiş. Okçuluk ile gerçek tanışması böyle gerçekleşmiş. Önce milli takıma girmiş, arkasından çalıştırıcı ve idareci olarak camia içerisinde yoluna devam etmiş. Hâlâ bir yandan beden eğitimi hocalığı yapıyor, bir yandan da kulübünde gençlerle çalışıyor.

Olimpiyat oyunlarına gitmek, birçok sporcu gibi, Metin Gazoz'un da en büyük hayaliymiş. Türkiye'nin okçuluk anlamında en parlak performansını ortaya koyduğu ve kadınlarda Elif Ekşi, Elif Altınkaynak ve Natalia Nasaridze takımıyla dördüncü olduğu 1996 Atlanta'ya gitmek istemiş önce. Başaramamış. 2000 Sidney, 2004 Atina, 2008 Bejiing ve en son 2012 Londra... Hepsinde hedefi bu olmuş ama rüyasını bir türlü gerçekleştirememiş. Bir yandan öğretmen olarak çalışması, bir yandan kulüp bünyesindeki işleri, günlük hayatında onu bir hayli yoruyormuş ve sadece bireysel olarak okçuluk kariyerini düşünme fırsatını bir türlü bulamıyormuş. Metin Bey, Londra Olimpiyat Oyunları'na gidemeyeceğini anladığı anı ise hiç unutmuyor: “2011 yılıydı. Evdeyim,‘Ya yine olimpiyata gidemeyeceğim. Yine olmadı. Ne yapsak?’ diye soruyorum. Salonda oturuyoruz, bunları anlatırken Mete girdi araya, ‘Ben nasıl gideceğini buldum baba’ dedi. ‘Nasıl gidecekmişim?’ diye sordum hemen. Şöyle cevapladı: ‘Ben gideceğim, takıma gireceğim, Rio 2016’da olacağım. Sen de beni seyretmeye geleceksin. İkimiz de olimpiyat göreceğiz.’ Gün oldu, devran döndü, dediği çıktı.”

III

Tesadüf, merak, özgüven ve rüya, elbette olimpik bir sporcunun kariyerini tek başına açıklamaz. Bununla birlikte, sistemli çalışma ve disiplin de lazım. Ailesi, Mete'nin okçuluğa ilgisini gördükten sonra onu farklı kurslara yollamış. Dikkatini geliştirmesi, bakmak ile görmek arasındaki farkı öğrenmesi için küçük çocuklarını resim kursuna yazdırmışlar; taktik ve strateji öğrensin diye satranç ile tanıştırmışlar; sağ ve sol el-kol koordinasyonunu geliştirsin diye basketbol takımına yollamışlar; beyninin iki tarafını kullanabilsin diye piyano ile tanıştırmışlar; ani kararlar alsın ve refleksleri hızlansın diye de masa tenisi oynatmışlar. Babası gururla ekliyor: "Hakikaten proje çocuktu. Onun içindeki enerjiyi, potansiyeli, yaşam tarzını bulmak ve kendisini bunlara göre yönlendirmek lazımdı."

Metin Gazoz’un oğlu için çizdiği yolda, 2000'lerin başında Koreli bir meslektaşıyla yaptığı sohbet de etkili olmuş: "Dünya okçuluğu bir kenara, Kore okçuluğu bir kenara. 2003’te oradan arkadaşlarla konuşuyoruz, ‘Siz ne yapıyorsunuz? Farklı olan ne?’ diye sordum. Sonuçta biz de 700 tane ok atıyoruz, onlar da... Bizde de Koreli hocalar var; geliyorlar, dersler veriyorlar, anlatıyorlar. Biri şöyle yanıt verdi: ‘Sizin bakışınız farklı. Rüzgârlı bir havada Koreli okçu parkura çıktığında, havanın rüzgârlı olduğunu görüp çözüm üretmeye çalışıyor. Siz Batılı okçular ise hemen kabulleniyorsunuz ve bahane aramaya başlıyorsunuz. Kendi kendinize ‘Hava rüzgârlı, kesin kötü atacağım, hocaya ne diyeceğim, nasıl demeç vereceğim?’ diye kaygılanmaya başlıyorsunuz. Hemen sorun yaratıyor ve bu sorunu çözmüyorsunuz.’ Mete’yi de bu yüzden satranca yazdırdık."

Bu elbette çoğu sporcu ebeveyn-hevesli çocuk ilişkisinde tehlikeli bir sınır. Spor tarihi, bu anlamda büyüklerinin yönlendirmeleri altında ezilen ve baskıyı kaldıramayan çocuklarla dolu. Metin Gazoz, aynı çekinceleri yaşadığını itiraf ediyor: "O sırada çevreme soruyordum, ‘Acaba yanlış mı yapıyorum? Baskı mı yapıyorum, hırslı mıyım?’ diyordum. Birkaç kişi ‘Hocam sen şey yapma, o istiyorsa zaten olur’ diye yanıtladı." Mete ise o yılları bir oyun olarak hatırlıyor: "Okçuluğa dair hatırlayabildiğim ilk an, futbol sahasında kaleden kaleye ok attığım günlerdi. Dört ya da beş yaşındaydım. Zaten insanlar dört yaşında yaptıklarını asla unutmazlarmış. Malum, o yaşlarda öğrenme süreci oyunla birlikte oluyor. Benim de antrenman yaptığım sahada oyuncak kamyonetlerim vardı, akülü oyuncak arabalarım vardı. Onlardan sıkıldığımda antrenman yapardım. Öyle öyle, bu yıllara geldim...”

IV

‘Oyun’, zaferler geldikçe elbette daha ciddileşmiş. Erken yaşlarda milli takıma giren, başarılar elde eden Mete bunu şöyle açıklıyor: "O yıllarda milli takımın ne olduğunu anladım, milli takıma girdim, sonra yıldızlarda dünya ikincisi olduk, arkasından dedim ki: ‘Ben bu işi yaparım.’ Ve ben ikinciliği kazanılmış bir başarı olarak görmediğim için hep bir üstünü hedefledim. Özgüvenim, okçuluk sayesinde hayatıma gelen bir durum. Yani elime okumu aldığım zaman karşıma kim gelirse gelsin, benim karşıma kaybetmeye çıkıyor gibi görürüm."

Kariyerinin başından beri bu özgüven, Mete Gazoz için kilit oldu. Babası da aynı fikirde. Metin Gazoz "Ok kasla kemikle değil, kişilik özellikleriyle atılır" diyor ve okçuluğun avantaj- dezavantaj üzerine kurulu olduğunu anlatıyor: "Mesela hedefi iyi görürsün, heyecanlanırsın. Ben görmem, heyecanlanmam. Sert yay hızlı atar ama sakatlanma riski vardır. Yumuşak yay kolay atılır ama havada fazla kalır, hataya açıktır." Mete de buna katılıyor ve ekliyor: "Rakibe karşı rahat gözükmeniz gerekiyor ki adam daha gerilsin... Zira öyle bir durumda, karşılaşmaya çıktığınız zaman ‘Şuna baksana. Adam çok rahat. Beni yenecek’ diye düşünürsünüz."

Milli takım antrenörü Göktuğ Ergin de aynı fikirde. Rio 2016’da sadece Mete’nin müsabakalarında değil, bir başka genç yeteneğimiz Yasemin Ecem Anagöz’ün yarışmalarında da gördüğümüz tecrübeli isim, okçuluğun temeline cesaretin ve özgüvenin yer aldığını şu sözlerle anlatıyor: “Ben bir okçuda iki özellik arıyorum. Fiziksel yeterlilik ve kuvvet, birincisi. Açık havada yapıyorsunuz, doğayla mücadele ediyorsunuz; sıcakla, soğukla, rüzgârla. Bir yandan da erkeklerde 22-23 kg, kadınlarda ise 18-19 kg ortalama çekiş sertliği olan bir malzeme kullanıyorsunuz. Bunu ne kadar iyi kontrol ederseniz başarınız artıyor. İkincisi de cesaret. Bunun, içinizde olması gerekiyor. Benim okçuluk hayatımda gördüğüm tek şey var; kazananlar genelde çok cesur insanlar. Bu iki özellik, şampiyon bir sporcuda olmalı.”

Göktuğ Ergin de antrenör olmadan evvel olimpiyat sahnesine çıkan, 2008 Bejiing deneyimi yaşayan, eski ve başarılı bir sporcu. Rio’da hem Yasemin’in hem Mete’nin arkasında dururken nasıl bu kadar sakin göründüğünü sorduğumuzda “İçimizde o an kopan fırtınaları bir bilseniz...” diyor ve devam ediyor: “Ama bunun antrenmanını yapmıştık. Ben antrenör olarak kendimi eğitmeye çalışıyorum. Sporcuların arkasında müsabaka sırasında nasıl bir yüz şekliyle durmalıyım? Onlarla nasıl bir tonda konuşmalıyım? Ben hâlâ bu konuda eğitmeye çalışıyorum kendimi. Çünkü sonuçta birebir mücadelede rakibinize önce psikolojik üstünlük sağlamak zorundasınız. Son iki yıldır özellikle uluslararası anlamda çok büyük mücadelelere katıldık. Olimpiyatta karşılaştığımız rakiplerin bir çoğuyla sıkça karşılaştık, beraber kamp yaptık. O yüzden, müsabakalara çıktığımızda artık herkes birbirini tanıyor. Bu da rahatlık sağlıyor. Ama elbette, göründüğümüz kadar rahat değiliz.”

V

Türk okçuluğu, iki genç yıldızıyla gittiği Rio’dan belki bir madalyayla dönmedi ama farklı bir hava kazandı. Ergin, olimpiyat sonrası ilginin ve sporcu sayısının arttığını ifade ederken 2020 planlarını da yavaş yavaş inşa etmeye başladıklarını söylüyor. Peki olimpiyat tarihinde en büyük başarısı dördüncülük olan Türkiye ilk madalyasıyla ne zaman tanışacak? Tecrübeli antrenör, Tokyo’daki oyunlara bu hedefle gideceklerini ve bunu orada başarabileceklerini düşünüyor: “Bizim için Yasemin ve Mete iki ayrı proje. Onları 12-13 yaşlarında kamplara çağırmaya başladık ve bizim için hep büyük birer umut oldular. Mete için ne düşünüyorsak Yasemin için de aynılarını düşünüyoruz. Okçulukta sporcuların 30-35 yaşına kadar yarışabilmesi de büyük avantaj.” En az Mete kadar başarılı bir kariyer başlangıcı yapan ve Rio’ya parlak bir iz bırakan Yasemin’in hikâyesini başka bir sayıya bırakıyor, yeniden başladığımız yere dönüyoruz.

Gelecek kelimesini duyduğunda da Mete Gazoz aynı rahatlıkla konuşuyor. Tokyo 2020 Olimpiyat Oyunları için Rio'ya nazaran daha erken çalışmaya başlayacağını ve hedefinin kesinlikle altın madalya olduğunu ifade ediyor. Rio sonrası sosyal medyada yakaladığı ünün onun için cesaretlendirici olduğunu da söylüyor ve günlük hayattaki şöhreti için dürüst konuşuyor: "Henüz sokakta dört kişi tanıdı."

Bunun uzak gelecekte değişmesi mümkün. "Umut dediniz ya, işte biz umudu planlıyoruz" diyen Metin Gazoz, oğlunun geleceğini düşündüğünde heyecanlanıyor. Okçulukta uzun yıllar yarışmanız mümkün, bu yüzden Mete'nin Tokyo'dan başlayarak üç-dört olimpiyatta daha mücadele etmesi ihtimaller dâhilinde. Yani, Mete için bütün aile televizyon karşısına geçeceğimiz başka ağustos akşamları da olacak. Çayımızı demleyeceğiz, meyvemizi soyacağız ve bir anda hayatımıza giren, hafiften Harry Potter'ı andıran bu genç adama bakacağız. Ve belki bir gün, bir yaz, rüzgâr bizi taşıyacak.

Socrates Dergi