Daimi Öğrenci

21 dk

Atakaş Hatayspor, son iki sezonun en istikrarlı takımlarından biri. Bu istikrarın mimarı Ömer Erdoğan ile bir araya geldik, başarının perde arkasını konuştuk.

Ömer Erdoğan, futbolculuk kariyerinde her zaman çalışkanlığı ile ön plana çıktı. Hayat devam etti, futbolu bıraktı ve saha kenarına geçti. Ama çalışkanlığından hiç ödün vermedi. Boş zamanlarını Avrupa'nın alt liglerinde oyuncu izleyerek geçirdi, elit antrenörlerin yanında staj yaptı ve oyunun öğrencisi olmaya devam etti.

Hatayspor'un genç teknik direktörü, bugün gelinen noktada Süper Lig'in en vaatkâr teknik direktörlerinden biri. Bu heyecanlı yolculuğun ilk adımlarını, değişen oyunculara rağmen takımının değişmeyen oyununu ve Alman okulunun getirdiği prensipleri konuştuk.

Futbolculuk döneminizde de taktiksel detaylardan söz eder, üçlü-dörtlü savunma farkını anlatır, istisnai bir profil çizerdiniz. Antrenör olmayı ne zaman kafanıza koydunuz?

Belki çok iddialı olacak ama çocukluğumda. Mahalle maçlarında bile bir liderlik durumu vardı bende. Maç organizasyonunu yapar, takımı toplar; o gün oynayacağımız sistemi, taktiği paylaşırdım. Okulda hep sınıf başkanıydım; okul takımında, altyapıda kaptandım. Ruhumda vardı. Özellikle Almanya'da iyi bir altyapı eğitimi aldığım için hocaları hep takip ederdim. Onların bakış açılarını, birbirleriyle olan farklarını anlamaya çalışırdım. Profesyonel kariyerimde de çok farklı hocalarla çalışmaya başlayınca bu defa onların antrenman metotlarını not ettim. Ama daha çok önem verdiğim konu, iletişimdi. İyi iletişim neler kazandırabiliyor, yanlış iletişim oyuncuları nasıl bir kaosa ve özgüvensizliğe götürüyor; bunları hep gözlemledim. Ve futbolu bırakmaya yakın, kesin kararımı verdim.

Ertuğrul Sağlam Bursaspor'dan ayrıldığı gün, "Ben de futbolu bırakıp onun ekibinde kafa adamlardan biri olurum diye düşünüyordum, kısmet değilmiş" demiştiniz. Futbolculuğunuzun son yıllarında bu odakla düşünmeniz, size farklı bir perspektif kazandırdı mı?

Evet, zaten B lisansımı futbolculuk kariyerim devam ederken aldım. Futbolun sonuna yaklaştığınız zaman kafanızda gelecekle ilgili bazı soru işaretleri oluşuyor. "Daha 35-36 yaşındayım, kalan hayatımı evde mi geçireceğim?" diyorsunuz. Evde oturmayı, tembelliği hiç sevmem, hep çalışmam gerekiyor. "Keyif alabileceğim bir meslekte devam etmem gerek" dedim, düşünmeye başladım. Ticaretten anlamam. İşletmeden de anlamam… Yedi yaşından beri topun peşinde koşmuşum. Bir anda yeşil sahalardan kopup başka bir dünyaya atılma fikri beni hiç heyecanlandırmıyordu. Bazıları "Bir-iki sene dinlen" gibi önerilerde bulundu ama ben kendimi biliyordum. Unutulmaya fırsat vermeden "Bu camianın içinde kalayım" dedim. Bir de şans her zaman ayağınıza gelmiyor. Çoğu arkadaşım ara verdikten sonra başlamakta zorlandı. Her hocanın yıllardır çalıştığı bir ekibi var, onların arasına girmek gerçekten zor. Direkt Süper Lig'de, iyi tanıdığım biriyle başlamak bir avantajdı.

Birinci adamlığa geçerken ciddi bir eğitim süreci geçirdiniz ve her genç teknik direktörün hayalini kuracağı isimlerle staj yaptınız. Bu ilişkiler nasıl kuruldu?

Nuri Şahin milli takımdan çok yakın arkadaşım, kardeşim. Dortmund'da hem Jürgen Klopp hem Thomas Tuchel ile çalışmıştı. Ondan rica ettim, sağ olsun beni anlatmış, onay geldi. Ömer Toprak yine çok yakın bir arkadaşım. Onun vasıtasıyla Bayer Leverkusen'de Roger Schmidt'in yanına gittim. Mönchengladbach'ta yaşayan Ergin diye bir arkadaşım vasıtasıyla da Lucien Favre'la çalışma imkânım oldu. Guus Hiddink zaten beni ilk defa milli takıma davet eden hocamdı. Mail attım, hemen dönüş yaptı. Çok uzun bir geçmişimiz yoktu ama sağ olsun beni hatırladı, "Ömer, istediğin zaman gelebilirsin. Sadece bana tarihleri bildir, ben de ona göre bir program yapayım" dedi. Çok şaşırmıştım.

Gittiğim ülkelerde altyapılarda neler yapıldığını da takip ettim. Kulüplerin tesislerini gezdim; bölgesel maçlara kadar izledim. Portekiz'e, Fransa'ya giderek oyuncu takip ettim. Ekibimi de o zamandan belirlemiş ve onlara "Yarın bir gün fırsat gelirse hazırlıklı olalım. Bir takım almakla bitmiyor, iyi bir takım kurmamız gerekiyor. Bu boş zamanı iyi değerlendirelim" demiştim. Bir yardımcım kırk gün Güney Amerika'da kaldı, diğeri Afrika ülkelerini dolaştı, ben Portekiz ve Fransa'ya gittim... Kendimize 300-400 oyunculuk, her seviyeyi kapsayan bir portföy oluşturduk. Bundan da çok yararlandık.

Bahsettiklerinizi Türkiye'de çok fazla teknik direktör yapmıyor. Ama yapanların da kısa sürede başarıya ulaştıklarını görüyoruz. "Türkiye'de değişimin başını, taktiksel devrimi yakalayabilen hocalar çekecek" demek yanlış olmaz herhalde…

Elbette teknik direktörün önemi çok ama ona bu imkânı sağlayan da bir yönetim kurulu olması lazım. Buradaki en büyük şansımız, Hatay'da bize sağlanan çalışma ortamı oldu. Belki bazı imkânlarımız kısıtlı, tesisleşme anlamında Süper Lig ve 1. Lig'deki en sıkıntılı kulüplerden biriyiz ama yönetimin oyuncu tercihlerini bize bırakması planlarımızı hayata geçirme adına çok önemliydi. Kafamda bir şablon, oynatmak istediğim bir sistem var ama eğer elimde ona uygun oyuncu grubu yoksa ne kadar denersem deneyeyim bir yerde tıkanırım. Çoğu kulüpte hâlâ hocalara tam yetki verilmediğini biliyorum.

Ki tercih ettiğiniz bazı oyunculardan, beklentilerin çok ötesinde katkı aldınız…

Oynatmak istediğimiz oyunu biliyor, ona göre oyuncu seçiyoruz. Bunu yaparken; gelişimini devam ettiren oyuncuları da alıyoruz, sadece hazır oyunculara gitmiyoruz. Geçen sene bize katılan oyunculardan sadece Mame Diouf'un dikkat çekici bir kariyeri vardı, o da iki senedir Rezerv Lig'de oynuyordu. Menajer arkadaşlar arayıp "Bak Ömer'cim, biz seni düşünüyoruz, bu senin ilk Süper Lig başlangıcın. Biz Diouf'u bütün kulüplere önerdik, Kazakistan'da bile yüzüne bakmadılar" dedi ama ben bu konuda çok ısrarcı oldum. İyi ki de olmuşum; hem saha içi hem saha dışında çok önemli bir karakter kazandık. Bu sene de kadroda büyük bir değişim olmasına rağmen yeni gelen arkadaşlarımızın başarının devamını hemen getirmesi, doğru adımlar attığımızın sağlaması gibi.

"Oynatmak istediğimiz oyunu biliyor, ona göre oyuncu seçiyoruz. Bunu yaparken; gelişimini devam ettiren oyuncuları da alıyoruz."

"Oynatmak istediğimiz oyunu biliyor, ona göre oyuncu seçiyoruz. Bunu yaparken; gelişimini devam ettiren oyuncuları da alıyoruz."

Bu değişimi düşük bir bütçeyle yaptınız. Üstelik geçen sezonki başarınızın ardından gözler daha da üzerinizdeydi ama yükseliş devam etti. Bu sezona başlamak daha mı zordu?

Bu sezona başlamak daha mı zordu? Geçen seneki zorluk, takımı kurmak ile alakalıydı. Oyuncuları buraya gelmeye ikna etmek çok zamanımızı almıştı. Önce coğrafyaya bakıyorlar, "Hatay, Suriye sınırında" diye bir önyargıyla başlıyorlar. Sonra "Tarihinde ilk defa Süper Lig'e çıkmış bir kulüp ve ligde istatistiklere göre çıkan üç kulübün ikisi genellikle düşmemeye oynuyor, düşüyor" diye devam ediyorlar. Bu da tabii oyuncuların kafasında soru işareti oluşturuyor. Bu senenin avantajı, hazırlıklarımızı sezon devam ederken, olası transfer durumlarına göre yapmamız oldu. Eksiklerimize göre gözlem yaptık, dört seçenekli listeler oluşturduk. Kamp başlamadan iskeletimizin çoğu hazırdı.

Geçen sezon çok iyi işleyen, izleyenlere keyif veren bir takım vardı. İlk 11'den en az yedi-sekiz oyuncunun kalması taraftarıydım ama sadece sizin ve yönetiminizin istediği şeyler olmuyor, oyuncular da haklı olarak profesyonelce düşünüyorlar. Beş lira verdiğiniz oyuncuya başka bir kulüp on lira verebiliyor, onlarla yarışıp mali sıkıntılar yaşayacağımıza "Tamam" deyip onun yerini doldurabilecek oyunculara yönelmek zorunda kalabiliyoruz. Böyle böyle tam 17 oyuncuyu kaybettik. İlk 11'in çoğu gitmiş, savunma hattı komple değişmiş derken bu yılın zorluğu da bu oldu bir bakıma. Nitekim çok iyi başlayamadık lige, ben bu konuda rahat olsam da medyada hemen "Bak balon patladı, bu sene bunlar kümeye oynar" diye konuşanlar oldu. Ama oyuncu grubuma çok teşekkür ediyorum, çok büyük karakter gösterdiler ve devamında başarı gelmeye başladı.

Aklıma yine geçen sezondan bir demeciniz geldi: "Telefonumuzu açmayan futbolcular, üç maçta alınan yedi puandan sonra birer birer aramaya başladılar."

Öyle oldu gerçekten. (Gülüyor.) Geçen sene, isim vermeyeceğim, Fransa'da çok beğendiğim bir orta saha oyuncusu vardı. Üç-dört yıl önce birçok maçını izlemiş ve sürekli takip eder konuma gelmiştim. "Bir yerde hoca olursam kesinlikle bu oyuncuyu alacağım" diyordum ekibime. Kendisi ile iletişime geçmeye çalıştım ama bir türlü bana geri dönmedi, hatta ilerleyen zamanlarda menajeriyle haber bile yolladı, "Hocaya söyle boşuna zaman kaybetmesin, Hatay'a kesinlikle gitmeyeceğim" diye. "Ya bir konuşayım, projeyi anlatayım, gelmek istemiyorsa yine gelmesin" dedim ama "Yok yok, kesinlikle olmayacak" cevabını aldım. Bu yıl aynı menajer aradı, "Oyuncum sizi çok yakından takip ediyor" dedi. Şimdi bakıyorum Instagram'dan fotoğraflarımı beğeniyor. Bak işte, nereden nereye… Ama az önce anlattığım sebeplerden dolayı oyuncuya da kızamıyorum. Zaten Türkiye'ye bir bakış açıları var, üstüne "Ligue 1'de üst seviyelerde oynamışım, oraya gidip düşmemeye mi oynayacağım?" diye düşünmeleri de normal. Ama bizi ve kulübümüzü takip edince ister istemez bu önyargıları kırılıyor.

Rakip analizi, tıpkı oyuncu analizi gibi, başarınızda pay sahibi olan bir diğer nokta. Ömer Erdoğan ve ekibi, rakip analizinde hangi noktalara dikkat ediyor?

Kaleciden başlayarak çok detaylı şekilde incelemeler yapıyoruz. Kalecinin aut atışlarını ortalamada nereye kullandığına, oyun kurarken stoperlerin hangisinin oyuna daha iyi çıktığına bakıyoruz. Veya stoper oyuna çıktığı zaman ilk pas tercihini merkeze mi kullanıyor, beke mi atıyor, savunma arkasına mı atıyor, ona bakıyoruz. Bu esnada orta sahada gerçekleşen rotasyon koşularını gözlemliyoruz. Bu kadar analiz ister istemez bir alışkanlık haline geliyor. Her takım bir şey oturttuktan sonra bazı ezberler ediniyor. Bu hafta sonu mesela Sivasspor'la oynuyoruz, antrenmanda bir takımımıza "Siz Sivasspor'sunuz; şu dizilişte, şu şekilde oynamaya çalışın" diyoruz. Bu, takım savunmasındaki ilk kısım.

Daha sonra Mame Diouf'a, "Mame, sen bu stoperi rahat bırak, o çıkarken bize sıkıntı yaratmayacak" veya "Diğer stoperi kapatarak baskıya git. Hem pas yolunu kapat hem de onu tedirgin et" diyoruz. Forvetten sonra orta saha oyuncularımıza dönüyoruz, "Bakın, şu oyuncuya pas aldırın çünkü o oyuncu sırtı dönük top aldığında sıkıntı yaşıyor, aldıktan sonra da ani baskıya gidin" diyoruz. İşin hücum kısmında da aslında yine savunma analizlerinin sonuçları ile ilgileniyoruz. Diyelim ki rakip takımın ağır bir savunma hattı var. Orta sahada baskı yapıp topu kazandığımız anda, kenar oyuncularımız half-space'e koşularını en şiddetli şekilde atmayı ihmal etmiyor. Veya başka bir senaryoda rakipteki bir stoperi derine indirip arkaya bizden başka bir orta saha oyuncusu koşturmaya çalışıyoruz.

Elbette bizim de bir sistemimiz var, oyunu sadece rakibe göre kurgulamıyoruz ama zaten rakibin bazı özelliklerine önlem alıp, savunmayı iyi yaptıktan sonra hücum planlarımız otomatik olarak işliyor. Tabii ki işler her zaman istediğimiz gibi gitmiyor. En iyi örnek, Antalyaspor maçı. Özellikle geçiş oyununu çok iyi oynadıklarını, çok adamla savunma yaptıklarını ve kazandıkları toplarla Amilton, Doğukan ve Fredy'nin topla koşularıyla çok çabuk kaleye gittiklerini hemen her analiz seansımızda söyledik. Buna rağmen, maalesef ilk yarı savunmadan çıkarken pas tercihlerimizi baskı altında bulunan merkezdeki oyuncularımıza kullandığımız için rakibe çok fazla kontratak şansı verdik. Demek istediğim, futbol eninde sonunda bir hata oyunu. Sonuç, kimin daha çok hata yaptığına ve kimin o hataları daha iyi değerlendirdiğine göre değişiyor. Oyuncuların o günkü performansına ve duygu durumuna göre değişiyor. Bizim işimiz maça çıkmadan önce kendimizi ve oyuncularımızı her türlü senaryoya hazırlamak. Son söz, futbolcularda.

"Elbette bizim de bir sistemimiz var, oyunu sadece rakibe göre kurgulamıyoruz ama zaten rakibin bazı özelliklerine önlem alıp, savunmayı iyi yaptıktan sonra hücum planlarımız otomatik olarak işliyor."

"Elbette bizim de bir sistemimiz var, oyunu sadece rakibe göre kurgulamıyoruz ama zaten rakibin bazı özelliklerine önlem alıp, savunmayı iyi yaptıktan sonra hücum planlarımız otomatik olarak işliyor."

Birbirine benzer bir oyun yapısı ile oynayan Alanyaspor ve Karagümrük, geçen sezon Hatayspor ile birlikte takdirleri toplamayı başarmış iki takımdı. Ancak Hatayspor'un bu iki takıma göre geriden oyun kurma ile pas oyununda biraz daha esnek kalmasını ve oyunlar arasındaki anlayış farklılığını nasıl değerlendirirsiniz?

Oyunun amacı ne? Rakip kaleye gitmek. Geçen sene Çağdaş Hoca'nın (Atan) da (Francesco) Farioli'nin de geriden oyun kurarken yapmak istediği şey, rakibi kendi yarılarına çekerek arkada geniş boşluklar yaratmaktı. Günümüzde rakipler genelde sizi orta blokta karşılıyor, takım boyunu 20-25 metreye çekiyor ve boşluk vermemeye çalışıyor. Böyle yapılara karşı oynarken de enine ve dikine fazla alanınız kalmıyor. Ama rakibin hücumcularını ve savunmacılarını kendi ceza sahanıza kadar çekerseniz rakibin arkasında geniş boşluklar bulabilirsiniz. Amaç; bloklar arasındaki geçişi, rakibi üzerinize çektikten sonra hızla yapmak. Bunu felsefe edinen takımlar kendi kalesinden rakip kaleye kadar bu pas örüntüsünü sağlayabiliyor mu? Bazen evet, bazen hayır.

Eğer kendi yarı sahalarında topa sahip olup pas yapacaklarsa bizim için hiç sorun değil, sabaha kadar yapabilirler. Ben de bu oyun anlayışını zaman zaman uygulamak istiyorum ama bizim için risk teşkil ettiği yerlerde de devam ettirmiyorum. Kendi birinci bölgenizde kaptırdığınız toplarda bu kadar ısrarcı olmak bir tercih, bizim de buradaki tercihimiz farklı.

Bu farklılığın temelinde Alman okulundan esinlenmeniz olabilir mi? Zira günümüzdeki elit Alman antrenörler, pas oyunundan ziyade ilk olarak direkt oyunu tercih ediyor.

Kesinlikle. Onlar da topa sahip olmaya çalışıyorlar ama geçiş oyununa biraz daha fazla önem veriyorlar. Örneğin Tuchel'in antrenmanlarını izlediğimde, hocanın bloklar arasındaki pas tercihlerini çok önemsediğini görmüştüm. Amacı, savunmadan hücuma çıkarken kendi oyuncusunu bloklar arasında topla buluşturup rakip bloğu oyundan düşürmek. Zaten o blok düşünce, bir anda takımın karşısında beşe beşler, dörde dörtler kalıyor. Günümüzde herkes belli bir standartta savunma yapıyor. Kimi orta blokta, kimi derin blokta… Ama savunmaların hemen hepsi alan kapatmaya çalışıyor ve bunu fazla adamla yapıyor. Böyle olunca ister istemez ek bir opsiyon oluşturmaya çalışıyorsunuz. O opsiyonu yaratmak için de toplu ve topsuz yapacağınız koşular çok mühim. Hem topu veren arkadaşımız sonraki ânı düşünecek hem de topu alacak arkadaşımız onun koşusuna göre kendini şekillendirecek.

Koşu ve pas, her zaman iki kişinin dahil olduğu sekanslardır. Topu alacak oyuncu ya koşu atarak topla buluşacak veya yaptığı koşu ile arkadaşına alan açacak, onun dripling yapmasını sağlayacak. Eğer siz statik şekilde hücum ederseniz, oyuncunuz pası sırtı dönük alır ve topu kaybetme ihtimali artar. Oysa biz yüzümüzü en hızlı şekilde kaleye dönmek istiyoruz ki kenar oyuncularımız direkt olarak savunma hattıyla karşı karşıya kalsın ve kaleye sırtı dönük oyuncu artık rakip oyuncu olsun, karar hakkı bize geçsin. Çalışmalarımız hep yüzümüzü rakip kaleye döndürmeye yönelik. Pasların şiddetine kadar dikkat etmeye çalışıyoruz zira bir saniyenin bile çok önemi var. Eğer attığınız pasın şiddeti ve kalitesi kötüyse, rakibin hazırlanması için süre artıyor. Süre artınca alan daralıyor ve geçişi oynama ihtimaliniz azalıyor, yeniden sete dönüyorsunuz. Doğru anlarda, doğru yerde, doğru pasla ve koşuyla buluşmak çok önemli.

Oyunu bu kadar dikine oynamak, içinde belirli bir tehlike de barındırmıyor mu? Ne de olsa oyunu merkezden delmek isterken, aynı oranda topu kaybedip merkezden delinme riski de mevcut. Top kayıplarında geçiş yememek için dikkat ettiğiniz noktalar var mı?

Özellikle savunma ve savunma önü oyuncularıma, "Aklınızda, 'Ben bu topu kaybedersem ne yapacağım?' düşüncesi olsun" diyorum. Çünkü oyundaki en tehlikeli anlardan biri topu kaptırdıktan sonrası. Takım olarak hiç organize olmayan bir yapıda yakalanıyorsunuz: Bekleriniz genişlemiş, stoperleriniz hücum oyuncularınızdan uzak, orta saha dağınık… Tamam, normalde 4-2-3-1 diziliyorsun da onu topun arkasına geçtiğinde yapıyorsun. Toplu oyunda işler çok daha farklı. Bazen 2-3-5, bazen 2-2-6… Böyle bir yapıda topu kaybettiğinizde de rakip için çok net fırsatlar ortaya çıkıyor. Bu fırsatları minimuma indirmek için topu kaptırdığınız yerleri elinizden geldiğince kendiniz seçmelisiniz. Merkezde kaptırırsak sıkıntı büyük. Çünkü geçişte merkezden delinme ihtimaliniz çok daha fazla. Ama topu kenarlarda oynayıp kaybettiğinizde bu ihtimali düşürebiliyorsunuz. Nasıl? Kanat oyuncunuz ile rakip kanat oyuncusu bire bir eşleşebiliyor, rakibin kat edebileceği mesafe azalıyor ve oyuncunun pas açıları daralıyor. Topu merkezde alan oyuncu ise üç farklı opsiyona sahip oluyor: Merkez, sağ kanat, sol kanat. Bu yüzden elimizden geldiğince rakibi kanatlara yönlendirmeye ve merkezden geçiş yememeye gayret ediyoruz.

Kanat oyuncusu Ruben Ribeiro'yu merkeze çekmenizin nedenlerinden biri de oyuncunun pas kalitesi ile olası geçişleri engellemek olabilir mi?

Kesinlikle, bir sebebi o. Ruben çok zeki bir oyuncu. Tekniği çok iyi olmasına rağmen sırtı dönük şekilde topla çok fazla oynadığını ve topu sırtı dönük aldığında sıkıntılar yaşadığını gördük. Ek olarak; savunmadan hücuma geçişte pas bağlantılarını sağlamasını istediğimiz oyunculardan beklediğimiz verimi alamadığımızı ve top kayıplarıyla rakip geçişlerine imkân tanıdığımızı fark ettik. Böyle bir öneride bulundum kendisine, şaşırdı önce. "Oyun zekân çok parlak. Orada oynadığında bize çok katkı sağlayacaksın ve kendin de çok keyif alacaksın çünkü orada yüzün kaleye dönük olacak, çok daha özgür olacaksın" dedim. "Tamam hocam deneyelim ama ben bunun olumlu olacağını düşünmüyorum" dedi. Bence şu anda ligin o mevkideki en değerli oyuncularından biri. Zaman zaman aldığı risklerle yüreğimizi ağzımıza getirse de… (Gülüyor.)

"Bizde dargınlık olmaz"

Açıklamalarından sonra Sergen Yalçın ile denk gelmedik ama Murat Şahin, Pro Lisans'tan kurs arkadaşım, onunla konuşma fırsatımız oldu. O gün açıklamalarımın yanlış aktarıldığını, hocanın kötü bir niyeti olmadığını söyledi. Zaten ben de yanlış aktarıldığına inanıyorum, Sergen Hoca'ya saygım var. Talihsiz bir açıklama oldu, yapay bir gündem yaratıldı. Yakın zamanda hoca Hatay'a geldiğinde yanına gittim, "Hoş geldiniz" dedim, halini hatırını sordum. O da bizden daha büyük, daha tecrübeli. Bu sektörde her gün karşılaşıyoruz, yarın da karşılaşacağız. Bizde küskünlük, dargınlık olmaz.

Orhan Uluca'ya verdiğiniz röportajda Thomas Tuchel'in futbol anlayışına dair bir söz paylaşmıştınız: "Sahayı gerektiği kadar enine, olabildiği kadar dikine kullan." Fakat diğer tarafta rakibi Pep Guardiola iki kanat oyuncusunu çizgilere bastırarak sahayı olabildiği kadar genişletmeye çalışıyor. İki farklı felsefe, iki farklı yorum. Bu noktada da mı Alman okuluna yakınsınız?

Guardiola oyunu kanatlarla tamamen genişletip sete oturuyor ve geçiş oyununu -elbette zaman zaman çok etkili kullansa da- genelde arka planda tutuyor. Tuchel ise geçişlerde çok daha fazla can yakıyor. Amaç ne demiştik? Rakip kaleye gitmek. Kanatları çizgiye bastırıp bire bir oynattırmak bir çözüm. Ama o zaman da rakip kaleden uzaklaşabiliyorsun. Tabii ki topa sahip oluyorsun, oyunu ve rakibi açıyorsun, rakibi açtıkça da hep bir yerlerde alan buluyorsun ama evet, benim görüşüm Tuchel'e yakın. Gerektiği kadar oyunu genişletmek ve daha çok dikine oynamak bana yakın geliyor. Fakat biz antrenmanlarda her oyunu oynamaya çalışıyor, çok farklı metotlar uyguluyoruz. Bazen sahayı çok geniş tutup uzunlamasına, bazen de çok dar tutup Fotoğraf genişlemesine setler deniyoruz.

İşin taktik kısmından bu kadar detaylıca söz ettik ama röportajın başında "Daha çok önem verdiğim kısım iletişim" demiştiniz. Nitekim geçen sene konuştuğumuz Mame Diouf da hakkınızda "İletişimi Alex Ferguson gibi" demişti.

Sağ olsun ama o kadar da değildir! (Gülüyor.) Bu konuda Julian Nagelsmann'ın bilindik bir sözü var: "Futbolun yüzde 30'u taktik, yüzde 70'i iletişim" diye. Ben bu sözü ilk duyduğumda "Hadi canım sen de! Yüzde 70 çok oldu" diye düşünmüştüm. Ama bugün ona hak veriyorum. Zira iletişim, hayatın olmazsa olmazı. İstediğiniz kadar taktik bilgisine sahip olun, oyunu iyi okuyun ama iletişiminiz iyi değilse, sahip olduğunuz başarı ya geçici olur ya da o başarıyı hiç elde edemezsiniz. Çünkü günün sonunda karşınızda insan var. Çoğu ülkesini, eşini, çocuğunu bırakıp sizin yanınıza gelmiş; yeni bir hayat kurmaya çalışıyor ve sizden anlayış bekliyor. Baba-oğul, abi-kardeş, dostarkadaş; o an hangisi gerekiyorsa o iletişimi sağlamak zorundasınız. Kanka-kanka da olur artık, yerine göre. (Gülüyor.)

Örneğin şu an vücut dili üzerine bir kitap okumaya başladım, insanları biraz daha farklı gözlemliyorum. Baktım ki takımda biri gergin ya da endişeli görünüyor, hemen iletişim kurmaya ve ona rahat bir alan yaratmaya çalışıyorum. Bazen sırtına dokunup öylesine hal hatır soruyorum bazen koyu bir sohbet tutturuyorum; artık o an, bana ne yapmam gerektiğini söylerse... Zaman zaman oyuncular da bana gelip "Hocam bir gün izin daha alsak olur mu?" gibi isteklerde bulunuyor. Bunlara açık olmalısınız. Zaten eğer oyuncu iyi niyetinizi hisseder, sizinle bir bağ kurarsa; sizin için gerekli mücadeleyi sonuna kadar verir. İyi günde de kötü günde de… Ama siz gidip kötü günde oyuncuyu suçlar, grup içinde ya da medyaya karşı kötülerseniz, arkanızı döndüğünüzde kimseyi bulamazsınız. Hele ki yeni nesil bu tarz iletişime, bağırıp çağırmalara hiç gelemezken…

Türk futbolunda iletişimin bir diğer ayağı da hakemler olmak üzere saha dışı konular. Örneğin geçen sezon Galatasaray maçı öncesinde Beşiktaşlıların, Beşiktaş maçı sonrasında Galatasaraylıların iddialarıyla ilgili size birçok kez mikrofon tutulmuşken, siz sadece Franz Kafka'nın sözünü hatırlatmakla yetindiniz.

Sosyal medya hayatımızda, dünyamızda olduğu sürece bu gibi konuşmalar var olmaya devam edecek. Maç hafta sonu, pazartesi gününden sizi farklı yerlere çekmeye çalışıyorlar. Yok Galatasaray'a böyle oynayacak, Beşiktaş ile bunu yapacak, Fenerbahçe'ye karşı şöyle… İnanın ben bu tarz şeyleri hiç takip etmiyorum, o sohbetlere inmiyorum. İşime konsantre olmuş durumdayım, kendimi nasıl geliştirebileceğimi düşünüyorum. Bir de hakem konusu var… Bizim de mağdur olduğumuz maçlar olmadı mı? Oldu. Elbette hepimizin canı yanıyor ama ben hiçbir zaman hakemlerin bunu kötü niyetli yaptıklarına inanmıyorum. İnsan var ya karşımızda. Görmemiş olabilir, konsantre olamamış olabilir... Biz her şeyi görüyor, hiçbir zaman konsantrasyonumuzu kaybetmiyor muyuz? Bu yüzden yine Kafka'nın sözünü hatırlatmakla yetineceğim: "Kirli bir camdan bakıp herkesi ve her şeyi kirli sanıyorsunuz. Bakış açınızı değiştirmeyi deneyin."

Socrates Dergi