
Dalgaları Aşmak
6 dk
Toplumun genelini yansıtan ve "Erkek gibi" demenin iltifat, "Kız gibi" demenin hakaret kabul edildiği spor ortamında kadınlar,çabaları sonucu var olmayı başarıyorlar. Hem de aklınızın alamayacağı zorlukları aşarak...
Üniversite yıllarımın tamamını tercümanlık yaparak geçirdim. Kimse bana “İş bul, çalış” dememişti, dolayısıyla iş bulduğum için büyük bir kutlama da yapılmadı. “İhtiyacın mı var?” türünden hafif bir serzeniş ve “Okulunu etkilemesin” tadında dolaylı bir “Hele o notlar bir düşsün!” uyarısıyla profesyonel hayata atılmış oldum. Hemen her kız çocuğu gibi dolaylı uyarıların ne anlama geldiğini çok iyi bildiğimden net “Hayır” denmemesini avantajıma çevirmeyi çoktan öğrenmiştim. “Evet ihtiyaç,” dedim, “Yabancı dilimi unutmamak için bir pratik bu.” Bir senelik yoğun çalışmanın sonunda hiç beklemediğim bir teklif geldi: Paris’te bir fuar vardı, benden çok memnunlardı, önemli bir müşteri tercüman talep etmişti. Fuara beni göndermek istiyorlardı, sadece birkaç gündü, masraflar tamamen onlara aitti ve parası da çok iyiydi. Mükemmel teklifi almış her fani gibi eve uçtum. Koştum değil resmen uçtum... Çok net bir “Hayır” geldi bu sefer babamdan. “Kız başına gidemezsin.” “Ne yani, adım Mehmet olsaydı gidebilecek miydim?” diye sordum. “Evet” dedi babam bütün dürüstlüğüyle, uzatmaya ya da açıklamaya gerek bile duymadan. Çok da ağlak bir tip olmamama rağmen sabaha kadar ağladım öfkemden.
Kadın olmanın bir cinsiyet değil dayatılan bir kural ve değerler bütünü olduğunu anladığım gündü o. Bir Mehmet’in farkında bile olmadan yaptığı birçok şeyi yapabilmek için mücadele vermek zorunda olmak, istediğin şeyi yapabilmek için savaşmak, her şeyi bir hak olarak kazanmak... Yapmak ile yapabilmek arasındaki fark edilmeyen uçurum... Kadınlarla ilgili bir yazı gerektiğinde akla ilk gelen isim olmak sevindirici mi üzücü mü hâlâ karar veremeyişim bundan... Şu Muhammed Ali yazısı neden benden istenmedi mesela? Jordan’ı da seyrettim oysa... Maradona’yı da pekâlâ hatırlıyorum... Öte yandan bu yazıyı bir erkeğe bırakmak da istemezdim doğrusu. İstatistiğe ve isme boğardı muhtemelen. Normal çünkü sıradan bir Mehmet’in hayatı boyunca uslu uslu oturması, zinhar yaramazlık yapmaması, sakın koşmaması, kimseye vurmaması, zaten bu davranışların ona hiç yakışmadığı, yaparsa çok ayıp olacağı, spor yapmak mı aaa hava soğuk üşüyeceği, çok sıcak terleyeceği, ne o öyle şort giyip adamların önüne mi çıkacağı, aman Allah’ım babasından izin alıp nasıl deplasmana gideceği, zaten istese de bir erkek kadar ne spor yapabileceği ne spordan anlayabileceğini duya duya büyümenin nasıl bir şey olduğunu anlamasını ya da her gün bunları duya duya büyümüş birinin üst düzey sporcu olmasının arkasındaki çabayı takdir etmesi pek de mümkün değil. Ona öğütlenen her şeyin tam aksini yapmak için göstermek zorunda olduğu kararlılığı, her gün neden yapamayacağını ya da yapmaması gerektiğini duymasına rağmen pes etmeyerek verdiği mücadeleyi, farklı yoğunluk ve şekillerde olsa da dünyanın her yerinde, evet efendim her yerinde, öyle ya da böyle ama mutlaka yaşanan baskıyı da anlayamazlar. Zaten empati en güçlü oldukları alan değil malum. O yüzden gerçekçi olalım ve spor yaptığı için en fazla iki tokat yemiş birinden (o da yaşı belli seviyenin üzerindeyse ve top peşindeki haytalığı tahammül sınırlarını zorladıysa belki), spor ‘izlemeye’ çalıştığı için hapse atılmış Gonca Gavami’nin durumunu anlayabilmesini beklemeyelim. Gavami’nin suçu Tahran’da bir voleybol maçı izlemeye kalkışmaktı. Ve hayır, iki geceliğine nezarethaneye atılmadı, aylarca hapiste kaldı.
Clijsters'la Ben Ağlaşırız
Peki istatistik meraklıları, hamile hamile spor yapmanın veya bebeğini doğurduktan sonra çıkıp kazanmaya devam etmenin ne demek olduğunu anlayabilirler mi? Belçikalı tenisçi Kim Clijsters 2007’de tenis hayatını bitirdiğini açıkladı. Evlenip çocuk sahibi olmak istediği için emekli oluyordu. 2008 Şubat'ında bebeğini kucağına aldı. 2009’da babasını akciğer kanserinden kaybetti. Mart 2009’da tenise geri döndüğünü açıkladı. Onunla aynı dönemde çocuğunu kucağına almış biri olarak maçlarını büyük bir ilgiyle izlediğimi hatırlıyorum; ben evdeki doğum kilolarını tam verememiş tombiktim, o korttaki podyumdan düşmüş fizikli meslektaşlarının arasındaki göreceli tombik. ‘Wild card’la katıldığı ilk iki turnuvanın birini çeyrek finalde, diğerini 3. turda elenerek kaybetti. Ağustos’ta tenis dünyasının en zorlu turnuvalarından biri içintekrar sahadaydı. Amerika Açık’ta her maçını izledim. Şampiyonluk kupasını kaldırdığında o gözyaşları içinde çocuğuna sarıldı. Ben de gözyaşları içinde benimkine... Hamile kalıp doğurduktan sonra vücudun geçirdiği o en büyük değişimi atlatıp tekrar aynı noktaya gelebilmenin zorluğunu bir erkeğe açıklayabilir miyiz acaba? İki pazusuyla bu kadar övünebilen bir ırka, midenin sağa, bağırsaklarının sola gittiği türden bir değişimi hangi kelimelerle anlatsak ki? Hayatta emin olduğum çok şey yoktur ama en ufak bir burun akıntısında yatak döşek yerlere serilen erkekler (erkeklerimiz) doğurabilselerdi eğer, ücretli doğum izninin beş yıl olacağından adım gibi eminim. O da en az! Hele Clijsters gibi doğurduktan sadece 1.5 sene sonra bir kupa kazansalardı, o tenis dünyasının görüp görebileceği en şaşaalı kupa olurdu. Kadınlar ve erkekler arasındaki fırsat eşitsizliği hayatın sınırlarını zorluyor. Erkekler, anaokulundan üniversite bitene kadar en iyi öğrencilerin istisnasız kız öğrenciler olduğu sınıflarda okuyorlar, sınav hazırlıkları kızların tuttuğu notlardan fotokopi çekilerek yapılıyor, zaten söz konusu sınavlar da onlardan kopya çekilerek geçiliyor.
Unutulmaz 'Güzellikler'
Ülkede babaları kızlarını okula göndersin diye bir sürü kampanya düzenleniyor, buna rağmen babalar kızlarını okula göndermiyor, bu dev sayısal eşitsizliğe rağmen yine de yüzde 41 gibi, neredeyse erkeklerle yarı yarıya bir başarı yüzdesiyle üniversiteye giriyorlar. Kuralların net, ne yaparsan ne olacağının belli olduğu, iyi davranışın sonuçlarla ödüllendirildiği ortamlarda kızlar hep daha başarılılar. Gel gör ki çuvallama iş hayatıyla başlıyor; eh orada girişken olmak lazım, risk almak lazım, liderlik yapmak, inisiyatif kullanmak, göz önünde olmaktan, fikrini söylemekten çekinmemek, gerektiğinde elini masaya vurmak lazım. Kısaca hayat boyunca öğretilen, öğütlenen davranış biçiminin tam tersi gibi davranmak. İş hayatında durum özetle bu. Sporda da bu farklı değil. “Erkek gibi” demenin iltifat, “Kız gibi” demenin hakaret kabul edildiği bir ortam. Kadın sporculara yapılan yatırım, ayrılan bütçe erkeklere yapılanın kat be kat altında. Lisans sayıları birkaç branş hariç katbekat daha az. Buna karşılık başarıyatırım oranı katbekat yukarıda. Peki bir kadın sporcu için böyle zorlu bir ortamda başarılı olmak, madalya kazanmak takdir edilmeye yetiyor mu? E tabii yetmiyor! Bir de güzel olması lazım çünkü. Kadın kahramanlar hakkında bir yazı yazdığımı söylediğimde babam, “Sakın Vera Caslavska’yı unutma” dedi. 1964 ve 1968 Olimpiyat Oyunları’nda 7 altın, 4 gümüş madalya kazanmış efsane Çek jimnastikçi Vera. Ama asıl efsaneliği akıllara ziyan madalyalarından çok güzelliği ve zarafetinden geliyordu. Caslavska’nın ne Çekoslovakya’nın demokratikleşmesi için sözünü esirgememiş bir atlet olması, ne 1968 Sovyet işgali sırasındaki tepkisi, ne 1968 Olimpiyat Oyunları’nda Sovyet milli marşı okunurken sergilediği unutulmaz tavır, ne de olimpiyat madalyaları, Google’a adını yazdığınızda karşınıza önce ’it girl’ (moda ikonu) olarak çıkmasını engelliyor. Başarılarından önce nasıl da çağını etkileyen bir tarzı olduğunu öğreniyorsunuz! Ve tabii kimsenin aklına “Aman Larissa Latynina’yı unutma” demek de gelmiyor... Hepi topu olimpiyat oyunları tarihinde en fazla madalya kazanan kadın sporcu olmuş Ukraynalı atlet. Ne olmuş Michael Phelps onu geçene kadar erkek-kadın tüm sporcular arasında 18 madalya ile liderse ve ne olmuş bunlardan 14’ü artistik jimnastik gibi bunu başarmanın çok zor olduğu bireysel bir disiplinde gelmişse? Peh! Yeteri kadar güzel olmayı bilecekti önce!
Tarihi de Erkekler Yazıyor
Kadın sporcuların adı kolayca aklımıza gelmiyor çünkü dünya tarihinde olduğu gibi spor tarihinin yazımında da erkek egemen bir bakış açısı var ve bu tuzağa işte bakın, biz bile düşüyoruz. Sen istediğin kadar sporda devrim yarat, başka nesillere esin kaynağı ol, kadın algısını değiştir nafile! Spor tarihinin en unutulmaz 10 anı listesine mümkünatı yok giremiyorsun işte. Erkek sporcuda yakışıklılık, sponsor kontratlarını yükseltse de erkek sporsever nezdinde garip bir şekilde eksi değer yaratıyor. ‘Beckhamcağız’ın İngiltere Milli Takımı’nda yeri hâlâ dolmamış olabilir, ama gidin istediğiniz erkeğe “Beckham da iyi futbolcuydu” deyin, hemen gözüne ‘Kadınlar futboldan gerçekten anlamıyor’ bakışı yerleşir. Yakışıklılığı aynı zamanda lanetidir. Oysa hadi akla ilk gelen kadın sporcuları bir sayalım mı: Maria Sharapova, Anna Kournikova, Katerina Witt, Yelena İsinbayeva, Daria Klişina, Mia Hamm, Blanka Vlasic, Hope Solo... Güzel oldukları kadar başarılılar mı? Başarılı oldukları kadar güzeller mi? İstisnaları tabii olacaktır. Kadın tenisinin gelmiş geçmiş en büyük ismi kabul edilen Steffi Graf klasik anlamda güzel değildir, tabii onu kortta tenis oynarken hiç görmediyseniz. Bence siz şapkanızı önünüze koyun ve yandaki listeyi bir okuyun. Sonra da kadınlara eşit fırsat ve eşit bütçe verildiği takdirde neler olabileceğini bir hayal edin. Tabii hayal gücünüz o kadar genişse!