
Dalgalı Denizden Sakin Kıyılara
14 dk
Sarp Apak, ünlü olma hayaliyle İstanbul'a gelen hiperaktif bir oyuncu adayıydı. Bugün ise artık rüştünü ispat etmiş bir sahne yüzü, zaman içinde olgunlaşmış bir karakter ve hevesli bir baba adayı. Sürecin kilometre taşlarını kendisinden dinledik...
Değişim saatine denk geldiğim için taksi bulamadığım bir hafta içi öğleninde, dünyanın dibinde, Mecidiyeköy’deyim. 15 dakika içinde Cihangir’e ulaşıp, söz verdiğim saatte Sarp Apak’la buluşmam lazım. Kendisini önce Caner Eler'le birlikte YouTube kanalımız için ağırlayacağız, devamında ise ondan ben bir yarım saatini daha alacağım. Ama tüm bunlar için önce, zar zor bulduğum taksiciye yol öğretmem, 21.00’deki Beşiktaş-Linz maçı için öğlen 15.00’te kapatılan caddelerden bir şekilde çıkış bulabilmem ve kendimi stüdyoya atabilmem gerekiyor.
Zorlu bir sürecin sonunda amacıma ulaşıyorum. İçeri girdiğimde sarı ve yarı tropik gömleğiyle Sarp’ı görüyorum. Selamlaşıp yerlerimizi alıyoruz, Los Angeles Lakers’ın BBG evi hâllerini ve Ölümlü Dünya övgülerimi programda harcadıktan sonra arka odaya geçiyoruz. Ve şimdi gündemimizde, biraz daha kişisel meseleler var. Başlıyoruz...
Herkesin hikâyesi çocuklukla başlar, seninki de Bursa’da geçiyor, neler hatırlıyorsun?
Çocukluğuma dair anılar genelde anlık hatıralardan ibaret. Bundaki en büyük etkinin ne olduğunu açıkçası bilmiyorum, hiperaktivitem artık o dönem zirve mi yapmıştı, neydi... Her şey hayal meyal böyle, anları biraz hızlı geçmişim galiba. Eğitim sistemimiz de buna pek yatkın değildi tabii, okulda çok sorun yaşıyordum o dönem. “Ne olacak bu çocuk?’’ denilen çocuklardan biriydim. Oyunun büyüsündendir herhâlde, futbolla ise çok ilgiliydim. Beşiktaş taraftarıydım ama Bursaspor maçlarına gidiyordum, Teksas’tan arkadaşlarım vardı, onlar götürüyordu beni. O dönem Beşiktaş-Bursaspor gerginliği de yoktu, daha rahattı her şey.
Atatürk Stadyumu ile Atatürk Spor Salonu yan yanadır Bursa’da, bu sayede basketbol maçlarına da gidip gelmeye başladım. TOFAŞ, Oyak Renault, hatta amatör küme maçları dâhil... Hatta hiç unutmuyorum; gençler basketbol turnuvası vardı, biz de erkenden girmiştik salona, sahada tek başına dev gibi bir çocuk şut çalışıyordu. O dönem garip gelmişti bana; o kadar uzun bir oyuncunun şut antrenmanı yapmasına alışkın değildim, şut atmasına da keza... Ne bileyim, post-up falan çalışırdı uzunlar ama bu çocuk üçlük falan deniyordu sürekli. Meğer Mehmet Okur’muş o çocuk, sonradan öğrendim.
Bugün, yaptığım iş gereği sporcularla tanışıklığım, arkadaşlığım var ama Bursa’daki Atatürk Spor Kompleksi’ndeki yaşadıklarımın, tribünden ilk kez maç izlemenin, gerçek bir sporcuyu ilk kez görmenin bana verdiği hazzı hiçbir şeyden almadım. Abilerle turnikeden kaçak girmeler, popoya ufak ufak cop yemeler falan... Çok daha büyülüydü her şey.
O dönemki çocukları, kendin de dâhil olmak üzere, şimdikilerden daha şanslı bulduğun oluyor mu?
Kesinlikle. Ulaşmak çok daha kıymetli ve tılsımlı bir şeydi, şimdi her şey çok kolay. Bu yüzden, elde ettiklerinin değeri de daha düşük. Elbette bu dönemki çocukların avantajları da çok; bizim zamanımızda, atıyorum, Avrupa liglerinden özetleri ara ki bulasın ama şimdikiler bir tuşla dünyanın her yerindeki müsabakalara ulaşma şansına sahip. Hâliyle dünyaya da daha entegre durumdalar. İmkânsızlar daha kolaylaştı yani, bu açıdan güzel.
Bir yandan şu da var; bazen üst düzey sporcu abilerle konuşuyorum ve bana, artık elit sporcu yetiştirmenin çok daha zorlaştığını söylüyorlar. Hatta geçenlerde Karşıyaka Kulübü Başkanı Turgay Büyükkarcı ile görüştüm ve kendisi bazı istatistiklerden bahsetti; 2,500 kişide bir elit sporcu çıkabiliyormuş mesela. İçinde bulunduğumuz dönem, herhangi bir kişinin spora mutlak bir aidiyetle yönelmesini zorlaştırıyor. Çünkü çocuklar erken doyuma ulaşıyorlar ve artık bir duvarı delmek zorunda değiller. Böyle yetişmiş bir çocuk sahadaki gerçek kavgaya ne kadar karşı koyabilir ya da elit sporculardaki gerçek ‘winner’ kimliğini nasıl edinebilir, açıkçası bilmiyorum. Hele ki ekonomik açıdan herhangi bir zorluk yaşamayan bir çocuğun bu eşiği aşabileceğine hiç inancım yok.

Mahalle kültüründe yetişmek ve başka çocuklarla iletişim hâlinde olmak, aslında gelecekteki sosyal yaşamın için bir hazırlık süreci gibiydi. Şimdi ise daha izole, kendi hâlinde ve toplumun bir parçasından ziyade apayrı bir birey olan çocuklar görüyoruz. Nesiller arası farklılaşmada bu ne kadar büyük bir rol oynuyor sence?
Bu yerel değil, global bir sorun. Türkiye’nin inanılmaz geniş bir yetenek havuzu olduğunu düşünüyorum, her anlamda. Kendi mesleğim mesela; inanılmaz yetenekli oyuncularımız var, çok iyi görüntü yönetmenlerimiz, ışıkçılarımız var... Senarist yetiştiremiyoruz bir tek ama o başka bir sorun, öğretiyle ilgili; biz sözlü kültür toplumuyuz, yazılı değil. Bunun dışında, potansiyelimiz var ama o potansiyeli dışarı çıkarmak için sıkıya gelebiliyor olmamız lazım. Bu çok tatsız ve yaşlı bir söylem gibi gelebilir ama hakikaten de böyle. Kendimden örnek vereyim; insanlar geldiğim noktadan ötürü beni bir kanal sahibinin oğlu vs. olarak düşünüyor olabilir ama hayır, ben bir memur çocuğuyum ve belli şartlarda yetiştim.
Bu meslekle şans eseri tanıştım, sonra İstanbul’a geldim, milyonlarca insanın benimle aynı ideale sahip olduğunu öğrendim, bu yüzden büyük depresyonlar ve bunalımlar yaşadım, sonra tekrardan ayağa kalktım, kendimi daha da geliştirdim ve süreç içinde şu an bulunduğum noktaya ulaştım. Ama bunların hepsi bir direnç ve açlıkla oldu. Ben o açlığı yaşadım ve bu sayede, kendime daha iyi bir hayat için hedefler koydum. Şimdiki çocuklarda bize kıyasla eksik olan taraf da bu bence, aynı düzeyde bir dirence sahip değiller .
Mesleğe geçişin nasıl oldu? “Ne olacak bu çocuk?” denen bir çocuk olduğun için mi konservatuvara yönlendirildin?
Tamamen annemin vizyonudur. İki yıl boyunca üniversite sınavı için çırpındım, özel dersler aldım, 10 kişilik sınıflı dershanelere gittim geldim ama aklım orada değildi ki... Sistem kurbanı milyonlarca insan ne yaşadıysa ben de onu yaşadım; hayatımda ilgimi çekmeyen analitik geometri problemleriyle, sırf TM’ciyken sayısalda yalandan bir-iki net daha koyayım diye biyoloji sorularıyla falan o yıllarımı heba ettim.
Sonunda da alternatif olarak bu yola yöneldim. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girdim, çok da iyi bir okuldu. Ve dediğim gibi; fakülteye girdiğimde içimde o açlığı taşıyordum, ruhen daha ileri gitmek istiyordum. İstanbul’da olmamak da benim için bir motivasyondu çünkü İstanbul, bir hedef olarak önümde duruyordu, bir basamaktı. Burayı bir şey zannederek geldim buraya ve bir şeydi zaten. İstanbullu bir çocuk, benim öykümde daha erken pes edebilirdi belki. Benim gibi Bursa, İzmir, öncesinde Diyarbakır, Adana görmüş bir çocuk içinse İstanbul, bir üst ligdi. Ve bu, İstanbul’a ayak bastıktan sonraki paramparça, özgüvensiz günlerde beni ayakta tuttu.
Nasıl bir dönemdi o? İstanbul’a ilk gelişinden bahsediyorum...
Okula girdiğim ilk andan beri İstanbul hayalim vardı ki bizde pek hoş karşılanmaz bu; konservatuvar eğitimi alıyorsan, bitirdikten sonra devlet ya da şehir tiyatrolarında sınava girer, kadro alır ve idealist şekilde mesleğini icra edersin. Normalde budur. Bense tam olarak, hocaların gevşeklik ya da düzen dışı olarak nitelediği yolları amaçlıyordum. Şöhreti çok istedim ben, yalan değil. Herkesin tanıdığı bir oyuncu olmak istedim, içimde hep bu vardı. Eskiden bu ayıp bir şeydi, şimdi ise moda oldu.
Komedyen olmayı birinci plana aldığımdan önceliğimde BKM vardı. İzmir’den beş sınıf arkadaşı olarak gelip ev tuttuk burada. Onlar iki çift, bir de ben... 23-24 yaşındaydım, artık ailemden para almak istemiyordum ve bu yüzden bir küçülme dönemine girdim. Az paralarla hayatıma devam etmeye çalıştığım bir dönemden bahsediyorum; çocuk oyunlarında yer aldığım, ayakkabı-terlik kıyafetleri içinde dolaştığım bir dönem...
Çok kıymetli ve biricik bir yetenek olduğunu düşünürken İstanbul’a gelip senden aslında binlerce olduğunu görmek, yiyebileceğin ilk tokat zaten. Yatağa düşürür adamı, depresyonun dibine vurursun. Yedim o tokadı, hepsini yaşadım. Sonra tekrar toparlanıp kalkmak ise tamamen kim olduğuna bağlı; bunda aile terbiyenden kim olduğunu bilmeye, dirayetinden savrulma eşiğine birçok etken var. Pes eden arkadaşlarım da oldu ama ben pes etmedim. Bir inancım vardı.
Şansın nerede döndü?
Dokuz Eylül’den Barış Erdenk diye bir hocamız vardı, İstanbul’da büyük bir oyun almıştı. Alırken de şart koşmuş, “Üç oyuncuyu öğrencilerimden seçeceğim” diye. Biri ben oldum. Şansımın ilk döndüğü yer odur; orada birkaç yapımcı beni izledi, beğendi, numaralar alındı verildi... Derken futbol girdi devreye, bir halı saha maçında Ersin Korkut’la tanıştım. O dönem de Ersin’in en popüler zamanları, reklamlarda Cem Yılmaz’la falan oynuyor, zirvede. “Yılmaz (Erdoğan) Abi yeni bir ekip kurmak istiyor” dedi bana, sonra kendisiyle tanıştım ve o ekibe dâhil oldum. BKM’ye düzenli gelip giden, orada bu ligin en iyileri diyebileceğimiz Cem Yılmaz, Ata Demirer, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Tolga Çevik, Yılmaz Erdoğan gibi isimlerle zaman geçiren biriydim artık. Orada her şey değişti çünkü o seviyeyi görmek, zihnimi paramparça etti. Bu da başka bir sınavdı artık. Her an elindeki bu şansı kaybedebileceğini ve yok olup gidebileceğini görmek, yeni bir motivasyon kaynağı oldu bana.
Kendine “Ulan bende varmış bu ya, yapabilirim ben” dediğin bir nokta oldu mu?
BKM’de sahneye çıktığımda Demet Akbağ gibi, Şener Şen gibi isimleri de güldürebildiğimi görünce kendi kendime “Ulan bi’ dakka!” dedim. O büyük bir şeydi benim için; diyaframında kelebeklerin uçtuğunu hissedersin ya, öyle. Ben de o duyguyu sıkıca tuttum ve bir sonraki duvarı aşmamda bunun bana çok faydası oldu. Ama söyledim ya, temelde o iştah ve açlık olmasa çok daha öncesinden bırakmıştım belki. O virajı döndükten sonra da “BKM’de Sarp diye bir çocuk var, onu bir izle” gibi muhabbetlerin döndüğü bir eşiğe geldim. Hafif hafif çember daralmaya başladı. Gülse Birsel’e beni öneren Öner Erkan’dır ama meğer Ata Demirer de o sıralar BKM’de beni izleyip Gülse’ye benzer bir tavsiyede bulunmuş. Bir gösteri çıkışında gelip “Vay, demek ‘İddialıyım’ diyorsun ha!” demişti, sonra da Gülse’ye gidip “BKM’de esmer bir çocuk var, al onu” nasihatında bulunmış. “Kader ağlarını örüyor” durumu, işte... Sonra Avrupa Yakası seçmelerine girdim, rolü bir şekilde aldım ve devamında da bugünlere geldim.
Aslında Avrupa Yakası’na ‘Yeni Şesu’ olarak girmiştin ki o da izleyici tarafından tamamen benimsenmiş bir karakterdi. Öyle bir karakteri devralmak büyük bir risk değil miydi?
Ben ne dayaklar yedim! Nefret ettiler benden ya, nefret. 3-0 falan yenik başladım maça çünkü Şesu, benimsenmenin de ötesinde, “Biz diziyi Şesu için izliyoruz” diyecek kadar tutkulu kitleye sahip bir karakterdi. O zaman tabii sosyal medya yok, EkşiSözlük vardı sadece. Hatırlıyorum; ilk bölümü izlerken EkşiSözlük’te sayfayı yeniliyordum sürekli ve ilk reklam arasında Gülse’yi arayıp “Beni acaba sahte pasaportla falan yurt dışına mı kaçırsak? Bittim ben ya, mahvoldum” dedim. O kadar kötü şeyler yazılmıştı ki... Gülse telefonda “Ya bana zamanında neler dediler, sabırlı ol, üç hafta bekle” diye telkinde bulundu. Onun dışında Gazanfer Özcan, Hümeyra, Engin Günaydın, Hasibe Eren gibi insanlar vardı referans alabileceğim, onlar da “Çok iyisin oğlum, ben seni izlemekten keyif alıyorum” diyordu. Sağ olsunlar, beni motive ettiler. Çünkü niyetimi ve terbiyemi görmüş, onaylamışlardı.
Şunu da ekleyeyim; saydıklarım dışında tanıştığım insanların büyük bir kısmı da tam motivasyon kırıcıydı. Bana hep olumsuz yanları işaret ettiler ama insanın doğası böyle, zaman içinde anladım. Abi, abla dediğim insanların büyük bir kısmı hayal kırıklığı çıktı yani, onu da açıkça söyleyeyim.
İstanbul’a şöhret olmak için gelmiş bir çocuk, gerçekten şöhret olduğunun farkına nasıl varıyor?
Olay tam da Gülse’nin dediğine geldiğinde... Sanırım Avrupa Yakası’ndaki dördüncü bölümümdü; bir anda o yorumlar bitti, “Hahaha Tanrıverdi’ye çok güldüm”, “Ehehe Anadolu rock” falan derken bir döndü iş, sanki üç hafta önce küfür yiyen ben değilmişim gibi her şey değişti... Sokakta anlıyorsun zaten; “O mu lan?” bakışından “Aaa bu o!” cümlesine geçtiğin bir nokta var, orada başka bir seviyeye çıktığını hissediyorsun.
Ama şöhret, hep söyledim, tam anlamıyla bir kriz yönetimi. Elde ediyorsun ve o anda karşına daha önce hiç deneyimlemediğin sorunlar çıkıyor. Garip garip akrabaların türüyor, herkes para istiyor, tanımadığın insanlar “Aaa bizim Sarp” falan diye olmadığın yerlerde arkandan muhabbetini yapıyor, işin böyle tatsız boyutları var yani. İşte orada kafayı yersen, ailenden ve arkadaşlarından koparsan, çok kötü kaybolursun.
Orada referans noktası olarak çiviyi çaktım evin ortasına, ailemin ve arkadaşlarımın olduğu yere sabitledim, öyle yırttım.Ailemden ya da arkadaşlarımdan biri “Lan sen bizim bildiğimiz Sarp değilsin artık” deseydi bana, biterdim. Bu benim için paradan puldan daha kıymetli. Bunu korursan o ilk virajı dönebiliyorsun. Taze şöhret en tehlikelisidir, sonrası biraz daha kolay. Artık kendimi şöyle görüyorum; bir dükkan açtım ben, onu yönetiyorum, insanlar da tanıyor biliyor, “Bunun lahmacunu iyidir” falan diyorlar ve beni bilerek geliyorlar. Çift taraflı bir alışkanlık oluşuyor.
Bugün İstanbul’a gelecek yeni bir Sarp’a ne tavsiye edersin?
1- Kesinlikle sosyalleş, asosyal olma. Bir aktör adayı için söylüyorum tabii. Düşüncelerine ve evine kapandıkça karanlık tarafa daha yakın olursun. Oysa ekran, gözü parlayan insana daha cömerttir; o ışığı gören izleyici takılır kalır. Zaten hayat yeterince karanlık, o ekranı açtığımda yeni bir karanlık göz istemem.
2- Klişelere takılma. Şu ajansa gir, bu yapımcının peşine takıl gibi tavsiyelere kulak asma. Bizlerin elinden böyle birileri tutmadı ama bir yerlere geldik. İtlik uğursuzluk da yapmadık. Yeteneğin varsa ve çalışırsan gerçekten birileri fark edecektir seni. Bugün olmaz, yarın olur.
3- Geldiğin yerden ve sabitlerinden kopma. Fabrika ayarlarını bozma ve referanslarını kaybetme. Savrulmana neden olacak çok şey çıkacak karşına ama kazığı doğru yere çaktıysan bir kere, ne kadar uzağa gidersen git, o ipi çeke çeke özüne dönersin yine.
Para tam da bu dönemde ne kadar ‘bozucu’ bir materyal?
2005, 2006 gibi acayip paralar dönüyordu piyasada, 24-25 yaşındayken bu akıl çelici olabilir ama buna rağmen istemediğim işlere girmemeyi başarabildim. Orada da şu etkendir belki; düşündüm, “Ulan benim aylık harcamam ne ki? Rock barlara gidip, cover grupları dinleyip, sulu bira içiyorum. Bunun bir üst noktası, yurt dışında istediğim festivale falan gitmek olur yani, bunun için de ne kadar paraya ihtiyacım var?” sorusunu sordum kendime ve bu da aklımın çelinmesini engelledi. Yaşam tarzıma bakıp “O kadar kazanmasam da olur” deyince rahatladım.
En baştaki hiperaktif çocuk, bu kontrollü güdülere ne ara sahip oldu?
Yaş almak çok etkili tabii, bir de şöhret ve tanınmak hızlı olgunlaştırıyor. Kocaman adamların kendilerini nasıl bozduklarını görüyorsun, onun da üstüne hemen bir kendini koruma içgüdüsü geliyor, “Ulan böyle olmayayım, aman!” diyorsun. Yeni arkadaşlar edindikçe her yeni arkadaşa iç dünyanı ve bahçeni açmamayı öğreniyorsun; çünkü haşır huşur, “Ayakkaplarıyla giriyorlar!” yani. Bu da biraz öğretici bir süreçti benim için. Hikâye biraz da şey; Beyaz Show’a çıktıktan sonra eve dönüp arkadaşlarınla PES atabilmek, rezil etmemek kendini, onların yüzüne bakabilmek... Sana “İyiydin ya, kendin gibiydin” dediklerinde “Tamam,” diyorsun, “sorun yok.” Böyle böyle büyüyorsun işte...
Belki bu röportaj yayımlandığı sırada artık bir baba olacaksın. Hazır mısın?
Evet evet, hazırım. 37 yaşındayım ve herife ileride havadan gelen topa ayağını yatırarak vurmayı, baskı altındayken şut atabilmeyi falan öğretebilmem lazım. Bu noktada elim ayağım tutuyor olmalı hâlâ. Çok geç kalmamalıyım.
Haberi aldığından itibaren senin adına süreç nasıl geçti?
Biz Bengi’yle (Uzunöz) evlilik kararını “Tamam ya, nedir yani, evlenelim gitsin” diyerek aldık. Bu karşına çıkan kişiyle de alakalı tabii. Ben Bengi’yle tanıştım, “Evleneceğim, hayatımın kadınını buldum” dedim. Sonra aileler falan da iyi anlaştı, biz de konuştuk, “Hemen evlenelim, çocuğumuzu da yapalım” dedik. Kurumsal bir yaklaşım gibi düşün... (Gülüyor) Sonra tabii o işlerin öyle olmadığını gördük. Çocuk, ne zaman istesen olabilen bir şey değilmiş. Bunun farkına varıp stresten çıkınca her şey daha kolay oldu ve hamilelik haberi geldi. İlk başta aptala döndüm tabii çünkü baba olmayı istemekle gerçekten baba olacağını öğrenmek apayrı şeyler. O artık, “Milattan sonra” anı. Arkasından ilk kalp atışını duyduğum an var; adım adım geliyor, orada duyuyorsun, görüyorsun. Çok güzel bir his.
Babalıktan beklentim de ona bir rampa olabilmek; nereye istiyorsa daha uzağa gidebilsin benim sayemde. Ben İstanbul’a geldim, o daha uzaklara uçabilsin. Sağlam bir temel verebileyim, sporu sevsin, müziği sevsin, gustosu olsun, güzel yemek yesin, güzel insanlar seçebilsin istiyorum. Onun dışındaki her şeyi istediği gibi yapabilir. Elbette bir de Beşiktaşlı olacak, o konuda başka bir ihtimal söz konusu değil, kimse kusura bakmasın.
Aslında her dönem sorulan ama daha önce hiç sorulmamış gibi davranılan klişe bir soruyla kapatayım o zaman; böyle bir dünyaya çocuk getirmekten korkmuyor musun?
Umut taşımaya devam ediyorum çünkü tüm bilimler de gösterir ki her ivmenin ve çürümenin bir sonu var. İnsan ayırmaksızın konuşuyorum; hepimiz mutluluğu özledik. Tabii bu, bizim oğlan ne kadar küçükken gerçekleşirse o kadar iyi. Kendimden yola çıkayım; 1981 doğumluyum ve annemle babam da muhtemelen “Ah, bu çocuğu da böyle bir zamanda doğuruyoruz” demişlerdir.
Üstelik bunu diyen anne ve baba, hesaplarıma göre çocuk hazırlıklarına darbe zamanı başlamış...
Tam da o zaman yapıldım, gerçekten. (Gülüyor) Yani bu sarmal devam ediyor ve çocuk sahibi olmak istiyorsan, gözünü kapatıp yapacaksın. Elimden geldiğince onu korumaya çalışacağım tabii. Onu uzak tutamayacağım şeyler de olacak elbet ama içimden bir ses, onun da öyle durumlarda kendi yolunu bulabileceğini söylüyor. Buna tüm kalbimle inanıyorum.