Damalı Bayrak

11 dk

Motor sporlarında temel amaç, damalı bayrağı görmek. Peki o bayrağı ilk gören olmak için hızlı bir araca mı sahip olmak gerek yoksa hızlı bir pilota mı?

Herkesten önde finiş görmek için her şeyden önce finişi görmelisiniz.

Motor sporlarının altın kuralı damalı bayrağı görmek. Yani ilk okuduğumuzda kelime oyunu dikkatimizi çeken ilk şey olsa da bu cümle, teknik olarak yüzde yüz doğru. Birçok spor deyişi gibi 'sahipli sahipsiz' üstelik. Rick Mears'dan Sir Stirling Moss'a, Michael Schumacher'den Wayne Gretzky ve Michael Scott'a kadar mümkün olan herkese atfedilmiş. Zaten vecizenin geçerliliğinin de kimin ağzından çıktığıyla pek ilgisi yok. Yüz yıl önce bıyıklı adamlar, incecik tekerli upuzun burunlu araçlarla yarışırken de geçerliydi; yüz yıl sonra kimbilir hangi acayip teknolojiyi taşıyan otomobiller yarışırken de son derece geçerli olacak.

Motor sporlarında sık tekrarlanan tartışmaların çıkış noktası hep insan ile makinenin bir arada mücadele vermek zorunda olduğu gerçeği. Özellikle otomobil sporlarında araç etkisinin pilot etkisinden daha yüksek oluşu, tepkileri beraberinde getiriyor. Kimileri hızlı otomobillerdeki hızlı pilotların başarısını küçümserken, kimileri de yavaş otomobillerdeki hızlı pilotların 'aslında o kadar da iyi olmadığını' iddia etmeye çalışıyor. Cevap aslında çok basit: Sporun her dalında olduğu gibi, eğer bakış açınızı yeterince zorlarsanız aradığınız cevap sizi bir köşede bekliyor olacaktır. Bu haklı olduğunuz anlamına gelmese de haklı tarafları göz ardı etmek olmaz. Motor sporları insan faktörünün ötesinde değişkenlere sahiptir ve hızlı bir makine sizi kazanan yapmaya yetmez.

Formula 1'de 1930'ların Grand Prix araçlarının gelenekleri yavaş yavaş aşılıp motorlar arkaya yerleştirildiğinde artık inovasyonun ve riskin kazandıracağı kesinleşti. Delilikle dâhilik arasındaki ince çizgide en iyi yürüyen mühendisler, en çok kazananlar olacaktı.

Formula 1'in modern doğrularının ve yanlışlarının temellerinin atıldığı bu dönemler bir bakıma coğrafi keşiflere de benziyor. Colin Chapman'ın aerodinamiği keşfi, Kolomb'un Amerika'yı keşfi kadar kritik bir dönemeçti mesela. Lotus'un başarılı bir takım haline gelmesinde Chapman'ın türlü türlü yenilikleri içinde bir insan oturmayacak ve canı tehlikede olmayacakmış gibi deneyebilmesi onun çığır açmasını sağladı. 1960'ların sonunda sahne alan Lotus 49'un süspansiyon kollarına incecik çubuklarla tutturulmuş, yerden iki metre havadaki kanatlarını şimdi gördüğünüzde 'penny-farthing' denen komik klasik bisikletlere bakıyormuş gibi oluyoruz. Ama o zamanlar bu kanatlar daha önce hiç düşünülmeyen ve şimdilerde motosiklet sporlarında dahi vazgeçilmez hale gelen yere basma kuvvetinin ilk keşiflerini işaret ediyorlardı. Ikarus misali güneşe fazla yakın duran kanatlar stabiliteye sahip olmadığı için sürekli kazalar yaşanıyordu. Bu dengesiz yapının getirdiği kazalar nedeniyle yüksek kanatlar yasaklanınca Lotus başta olmak üzere takımlar kanatları gövde seviyesine çektiler ve bizim bildiğimiz anlamdaki ön ve arka kanatlar doğmuş oldu.

Bir sonraki büyük değişim şüphesiz turbo çağıydı. Önce küçük kazanımlarla başlayan bu dönemin geldiği son nokta 1500 beygirlik, sadece sıralamalarda iki tur attıktan sonra iflas etmeleri için yaratılmış motorlardı. Bu motorların yarış versiyonları da öyle pek nefesi yeten cinsten değildi. Bu dönemlerin şampiyon araçları ya kazanır ya da yarış dışı kalırlardı.

Yarışların sonunu görmeye odaklanan ve düzenli puan toplamanın önemini anlayan Alain Prost'un bu yıllara damga vurmasına şaşmamalı. Alain Prost'un Formula 1 kariyerinin başında yarıştığı Renault'nun bu dönemdeki serüveni zamanın ruhunu gayet net bir biçimde yansıtıyor. Sarı rengi ve sürekli duman çıkararak yarış dışı kalması nedeniyle 'Sarı Çaydanlık' olarak anılan ilk araçtan, atmosferik motorların pabucunu dama atacak performanslara uzanan dokuz yıllık bu süreçte yarışlar kazandılar, şampiyonluklara yaklaştıkları dahi oldu. Fakat turbo dönemi zirvesine gelmeden hemen önce çekildikleri için belki de en başarılı dönemleri yaşanmamış olarak kaldı.

Ardından gelen dijital dönem direksiyondan değiştirilen yarı otomatik vitesleri, elektronik yardımları ve pilottan mühendislere doğru değişen bir başarı dengesini beraberinde getirdi. Net bir şekilde ayrılabilen her dönem gibi burada da önce yeni teknolojiler deneniyor, bazı konseptler tutana kadar neredeyse her deneme yolda kalan araçlarla sonuçlanıyor, ardından da en iyinin hayatta kaldığı bir mekanik evrim gerçekleşiyordu. 1989 Formula 1 sezonu için hazırlanan Ferrari 640 sezon boyunca podyum dışında finiş görmedi. Bu iki anlama gelebilir: Ya paralel bir evrende Ferrari 1989 Formula 1 sezonunu domine etti ve siz bu yazıyı okurken iki zaman çizgisi birleşti ya da Ferrari'nin o yılki aracı hızlı olduğu kadar dayanıksızdı. Yarı-otomatik şanzımanlı 640 modeli, oyun ve dövüş dünyasının tabiriyle tam bir 'Glass Cannon' (Camdan gülle) özelliği taşıyordu. Brezilya'daki sezon açılışını beklenmedik şekilde kazanan Nigel Mansell, şakayla karışık erken bir saate aldığı dönüş biletini değiştirmesi gerektiğinden bahsediyordu.

Formula 1 tarihinin en gelişmiş otomobili Williams FW14B'nin öncülü FW14 de benzer bir karakterden muzdaripti. Yine Nigel Mansell'ın kokpitinde olduğu araç, Formula 1'in gelecekteki yıllarına damga vuracak Adrian Newey'nin baş tasarımcı olarak rol aldığı bir projeydi. O yıl karşılarında McLaren ve Ayrton Senna vardı. Kanada Grand Prix'si hariç bütün yarışlarda finiş gören Senna, beş kez yarış dışı kalan Mansell'ın önünde 1991 Formula 1 Dünya Şampiyonu oldu.

Tecrübeli Riccardo Patrese ile de hızını gösteren araç, İtalyan pilotun direksiyonda olduğu yarışların -ikisi lider giderken olmak üzere- beşinde yarış dışı kalmıştı. 1992, Williams ve Mansell için bambaşka bir sezondu. Aktif süspansiyon, çekiş kontrol ve ABS gibi özellikleri barındıran FW14B ile Williams sezonun ilk beş yarışını kazanıp bunların dördünde duble yaptı. Mansell dört kez finiş görememişti ancak dokuz galibiyet ve karşısında dayanıklı bir otomobile sahip rakip olmadığından sonunda muradına erdi ve bir Formula 1 Dünya Şampiyonu olarak CART'ın yolunu tuttu.

FIA'nın yasakçı kültürü ve güvenlik eksiklikleri nedeniyle biraz geri adım atan araçlar, 1990'ların sonuna doğru yeniden hızlandılar. Adrian Newey bu kez McLaren'a geçmiş, 1998'de harika bir otomobille Mika Hakkinen'e ilk şampiyonluğunu kazandırmıştı. Bir sonraki yıl bekledikleri gibi geçmedi. Hakkinen, 'hızlı ama dayanıksız' (ilerleyen yıllarda özellikle McLaren'daki otomobilleri için neredeyse değişmez bir tabir olacaktı) MP4/14 ile pol pozisyonunda başladığı beş yarışı bitiremedi. Michael Schumacher'in Silverstone'da yaptığı kaza sonrası bacaklarını kırması sezonun kilit ânıydı. -Eddie Irvine neredeyse bir Formula 1 şampiyonu oluyordu, aradaki farkı siz düşünün. -McLaren, son iki yarış için Schumacher'in dönüşüyle markalar şampiyonasını Ferrari'ye kaptırdı.

Yakın bir F1 takipçisiyseniz yazının başından beri düşündüğünüz bir otomobil var, biliyorum. Çok hızlı bir pilotun emrine amade, çok hızlı bir otomobil. McLaren MP4/20, 2005 Formula 1 sezonunun daha hızlı olan otomobiliydi. Adrian Newey'nin eserlerinden bir başkası olan MP4/20 ile McLaren'ın genç Fin pilotu Kimi Raikkönen kusursuz bir ikili olabilirlerdi. Yeni kurallar, önceki beş yıla damgasını vuran Ferrari ve Michael Schumacher'i geride bırakmış, yeni isimlerin öne çıkması için tüm şartlar oluşmuştu. Ne var ki -en dramatiği Nürburgring'de son turda kırılan ön süspansiyon olmak üzere- sezonun kritik anlarında çeşitli sorunlar yaşayan bu otomobil tüm hızına ve Raikkönen'e rağmen şampiyonluğu Renault-Fernando Alonso ikilisine kaptırdı. Renault R25 daha dengeli ve dayanıklı olan otomobildi, bu yüzden de kazandılar. Denge kısmı özellikle vurguya değer zira aracın ön bölümünde yer alan kütle sönümleyici o yılın otomobilini çok daha stabil yapıyordu. Sistem sezon sonunda yasaklandı.

Kimi Raikkonen ile Fernando Alonso

Kimi Raikkonen ile Fernando Alonso

Takip eden yıllarda benzer özellikte hızlı fakat sorunlu otomobilleri Formula 1'de izledik. Bazıları 2010'daki Red Bull RB6 gibi mutlu sona ulaşırken bazıları da 2012'deki McLaren MP4/27 gibi tamamına erdiremedi. Turbo hibrit güç üniteleriyle araçlar çok daha verimli ve dayanıklı hale gelince haliyle yarış dışı kalmalar da azaldı. Buradan sonra bambaşka bir unsur ön plana çıktı: Aracı anlamak. Doğru ayarları tutturduğunuzda yenilmez olan araçlar özellikle de taban ve süspansiyon ayarlarında istediğiniz noktada değilseniz epey huysuz olabiliyorlar. 2021'de taban kurallarına gelen küçücük bir değişiklik Mercedes'in aracını tam bir 'diva' haline getirmişti. Bir yıl öncekinin neredeyse aynısı olan aracı ancak yılın sonuna doğru çözebilen Mercedes'ten gelen son bir atılım, şampiyonluk şansını sezonun son turuna kadar taşımıştı.

2022 yepyeni bir dönem, yepyeni bir çağ olduğu için beklentiler belliydi. Testlerde birbirinden çok farklı konseptler, ilk yarışlarda bolca mekanik sorun ve yolda kalan araçlar. Daha sonra birbirinden kopya çeken takımlarla ideal birkaç konseptin kaldığı tasarım trendleri ve dayanıklılık sorunlarının yavaş yavaş giderilmesi. Bu anlamda bakarsak sezona güçlü başlayan takımların bu çizgiyi sürdürmesini bekleyebilirdik. Bütçe kısıtlamasının etkileriyle sezon içinde geriden gelmek eskisinden en az üç kat daha zor. Bir de üstüne sürpriz bir dalgalanma problemi çıkınca yavaş araçlar çok yavaş, hızlılar da çok hızlı şekilde sezona girdiler…

Ferrari için işler harika görünüyordu. Yakıt sisteminin çeşitli bölümlerinden çıkan sorunlarla yolda kalan Red Bull'lar yine Newey'nin kırılgan dokunuşunu hatırlatan sonuçlar getiriyorlardı. Fakat Red Bull hızlı bir şekilde bu sorunlardan kurtulduğunda, asıl camdan güllelerin Ferrari'ler olduğunu gördük. Sıcak havada içten yanmalı motor ve turbo sorunları baş gösteren kırmızı araçlar lider gittikleri yarışlardan birer birer koparken kalan puanları Red Bull'lar topluyordu. Üstüne dalgalanma sorununu önlemek için getirilen teknik yönerge, hızlı ancak dalgalanan Ferrari'yi bu sorunu hiç yaşamayan Red Bull'lar karşısında daha da geriye attı. Aracı anlamakta ve ayar tutturmakta zorlanmaya başladılar. Tüm bunlardan daha belirgin biçimde pit duvarının olan bitenden habersizmişçesine aldığı strateji kararları, pilotların bireysel hataları derken Red Bull ve Max Verstappen'in sezon finalinden çok önce ilan ettiği şampiyonluklarla karşı karşıya kaldık.

Kontrolsüz güç, dengesiz hız, dayanıksız kuvvet spor dünyasında hiçbir zaman norm oluşturacak kadar uzun süre başarılı olamaz. Bazen 2012-13 Lakers gibi şanssızlıklar, bazen 2021 Nets gibi kimya eksiklikleri, bazen de bunların hepsi, kâğıt üstünde fena görünmeyen senaryoların pratikte birer kumdan kale gibi dağılışını izletir bizlere. Motor sporlarında kimse kaplumbağa değildir ama her zaman en az dinlenen tavşan kazanır.


93. Sayı
Aralık 2022



Socrates Dergi