Ne İsa'ya Ne Musa'ya...

15 dk

Hırvatlar için oynayan Boşnak... Damir Mulaomerovic, pek çok takımın formasını giyip büyük başarılar elde etti ama coğrafyasında hiçbir zaman tam anlamıyla benimsenmedi. Efes tarihindeki ilk iki Final Four'da değişilmez oyunculardan olan 'Mula'yla eski defterleri açtık...

Kapaktaki fotoğraf, Yugoslavya spor tarihi için önemli bir yerden... Aca Petrovic, Mihovil Nakic ve Damir Mulaomerovic, Zagreb'de sporcuların uğrak noktası olan 'Saloon' adlı diskotekteler. Mekânın müdavimleri arasında yok yok: Drazen Petrovic, Zeljko Obradovic, John McEnroe... Mula, içkisinden küçük bir yudum alıyor, kendi hikâyesini anlatmaya başlıyor...

Tuzla'ya geri dönüşünüzle birlikte memleketinizdeki slogan bir süredir "Košarka se vratila u grad" yani "Basketbol şehre geri geldi..." Sahiden de öyle mi?

39 yaşında basketbolu bırakmadan hemen önce memlekete kesin dönüş yapmıştım. Tuzla'nın takımı Sloboda, o dönem ikinci ligdeydi. Profesyonel kariyerimin son sezonunda Sloboda'yla birinci lige çıktım, ertesi sezon da takımın başantrenörlüğüne geçtim. Mejdan'da birçok maçı en azından 4000 kişiye oynadığımızı düşünürsek; evet, basketbol geri döndü.

Tuzla'daki basketbol kültürüne hemşehriniz Mirza Delibasic'in etkisini nasıl anlatırsınız?

Mirza bir sanatçıydı. Drazen Petrovic'le birlikte basketbolun gördüğü en zarif oyuncuydu belki de. 1970'lerin sonunda Bogdan Tanjevic liderliğinde Euroleague'i kazanan KK Bosna, Avrupa şampiyonu olan ilk Yugoslav takımıdır. Oradan başlayarak 1990'larda Saraybosna'nın kuşatıldığı dönemde şehri terk etmemesi, hayatı her anlamda istediği gibi yaşaması derken Tuzla'da ve ülkemde çok derin izler bıraktığını söyleyebilirim. Bizim aramızdan böyle bir oyuncunun çıkıp da kıtada süperstarlık mertebesine ulaşabilmiş olması gurur verici. Sokakta basketbol oynarken ismini çok anmışızdır...

Nasıl bir çevrede büyüdünüz? Basketbol çocukluğunuzun neresindeydi?

Ailemin sporla alakası yoktu. Gayet sıradan, normal bir hayat yaşıyorduk. Büyüklerimden "Böyle oyna, şuraya git" gibi telkinler almazdım. Mahallede arkadaşlarla herkes gibi biz de futbol oynardık. Tabii cep telefonu, internet, tablet falan yok... Sokakta çamura bulanıp eve dönerdik. Arkadaşlarım ne zaman futbolun yanına basketbolu ekledi, ben de onları takip ettim. O sıralarda hayatıma giren Ömer Kabil adındaki gönüllü bir basketbol öğretmeni -ki esas mesleği pedagogluktu- spora devam etmemde büyük rol oynadı. Gerçekten çok tahsilli, hayat tecrübesi yüksek, basketbolu da keyif için oynayan ve öğreten biriydi. Benim bir nevi ikinci babam oldu. Ona çok şey borçluyum.

Drazen'in sizin için rol modeli oluşundan bahsetmiştiniz, savaş koşulları ağırlaşmadan önce de sanıyorum hem Sibenik hem de Zagreb'e seyahat edip onu izleme şansı bulmuşsunuz. Nasıl bir deneyimdi bu? Neler yapardınız?

Drazen benim gerçek kahramanımdı ve Real Madrid'e gitmeden önce, Cibona'da oynadığı son iki-üç sezonda hiçbir hafta sonunda onun maçını kaçırmadım. Arkadaşlarımla her cumartesi trene atlayıp Yugoslavya'da onun basketbol oynadığı salona giderdik. Çocukluğum boyunca onun her hareketini ezberlemeye çalıştım. Hep onunla aynı sahayı paylaşmanın hayalini kurdum... NBA'de Portland'da oynarken ülkeye geri döndüğü yazlardan birinde birlikte sahaya çıkmıştık. Daha yeni Yugoslavya'nın 1974-1975 jenerasyonlarında en iyi oyuncusu seçilmiştim ama Drazen'le aynı sahadayken dondum kaldım. Öyle bir aurası vardı ki... Gözlerimi ondan ayıramıyordum.

Ağabeyi Aco Petrovic, doksanların başında hem Hırvat Milli Takımı'nda Peter Skansi ve Mirko Novosel gibi antrenörlerin yanında yer alıyor hem de Cibona'da başantrenörlük yapıyordu. Benim de koçumdu... Kazanın olduğu gün; yani 7 Haziran 1993'te ne kadar ağladıysam, olayın detaylarını Aco'dan dinledikten sonra daha da kötü oldum. Drazen'in milli takımla birlikte binmesi gereken Zagreb uçağına gelmeyip bavulunu kafileyle birlikte bırakması, Sibenik'ten 7 Haziran 1983 tarihinde çıkan on yıllık nüfus cüzdanının kullanım süresinin bittiği gün bu kazanın gerçekleşmesi, halihazırda uyurken kolundaki saatin kaza anı olan 17.20'de durması... Aco'dan bunları dinlemek beni çok etkilemişti. Öldüğün gün, nüfus cüzdanının son kullanım günü olabilir mi ya? Aklım almıyor...

Drazen Petrovic'in takımı Cibona'ya geçişinizde bir de arka planı pek bilinmeyen bir Jugoplastika hikâyesi varmış... Duyduğum kadarıyla savaşın en karanlık görüntülerinden bazılarına sahne olan Tuzla Soykırımı'ndan evvel şehirden ayrılıyorsunuz ama Zagreb'e değil de Split'e gitme ihtimaliniz mi var?

25 Mayıs 1995, soykırımın tarihi. Ben 1994'ün ekim ayında Split'e giden trene bindim. Ailem Tuzla'da kaldı, günlerce saklandılar. Benim için de en uygun yer Hırvatistan'dı çünkü oradaki savaş nispeten çözülmüş, karışıklıklar bitmek üzereydi. Jugoplastika'dan 4+2 yıllık bir teklif aldım ve hemen kabul ettim. Split treninden indiğimde beni karşılayan biri yoktu... Dönemin nüfuzlu hakemlerinden, Tuzla'dan hemşehrim Zdravko Kurilic durumumun farkına varınca "Hadi seni Cibona'ya götürelim" dedi ve Split'ten Zagreb'e geçtim. Cibona'da Bozo Milicevic sayesinde çok rahat bir çalışma ortamı yakaladık, beni Yugoslavya'daki alt yaş gruplarından tanımalarına rağmen riske etmeyip ilk olarak ‘Dona’ adlı genç takıma koydular. Birinci sezonu orada geçirdim, Jasmin Repesa'nın liderliğinde kupalar kazandık ve 1998'de Avrupa'da dönemin en güçlü takımlarından, Teamsystem Bologna'yla anlaştım. İtalya'ya geçtim.

Teamsystem koçu Petar Skansi de Yugoslavya'nın yetmişlerdeki altın jenerasyonuna Profesör Aleksandar Nikolic'le liderlik etmiş, Hırvatistan'ın bağımsızlığından sonra meşhur 1992 Barcelona'da Petrovic'li takımı gümüş madalyaya taşıyan, döneminin en kariyerli antrenörlerinden biriydi. İtalya'daki yabancı hakkını da düşünürsek sizi epey beğeniyor olmalı...

Yugoslavya ve ardından Hırvatistan Milli Takımları'nın kuruluşlarında Pero'nun epey inisiyatifi vardı, o yüzden beni Cibona ve öncesinde çok yakından takip ettiğini söyleyebilirim. Ama düşünsenize... Gittiğim Bologna takımında David Rivers var, diğer yabancı hakkını da Arturas Karnisovas'a kullanmışlar. Bir yıl önce o kontenjanı Dominique Wilkins doldurmuş. Skansi, bir sezon önce Kinder'e iki maçı da kaybedip eleniyor; ertesi sene Rivers & Wilkins ikilisiyle devam etmek istemiyor. Avrupa'da basketbolun kalbi diyebileceğiniz yerde, Bologna'da yabancı hakkını bana veriyor. Vinny Del Negro, Carlton Myers, Arturas Karnisovas, Gianluca Basile, Gregor Fucka'nın olduğu acayip bir takım var o yıl. Fortitudo tarihindeki ilk Final Four'u yaptık 1998-99'da... Kaybettiğimiz takım maalesef yine Kinder oldu.

2000-2001 Efes Pilsen

2000-2001 Efes Pilsen

Euroleague Final Four sonrası Efes Pilsen'e geçtiniz...

Bologna'dayken bir gün Petar Naumoski beni aradı. "Gelecek sene Efes'te birlikte oynamak senin için sorun olur mu?" diye sordu; ben de "Hayır, hayır... Oynarız tabii ki" diye karşılık verdim. Aydın Örs'tü takımın başantrenörü ve beni Yugoslavya'daki altyapı turnuvalarından itibaren takip ettiğini biliyordum. Birçok defa konuşmuştuk. Teamsystem'deki sezonum fena geçmese de Cibona'daki üretkenliğimi de yakalayamadığım için değişime açıktım. Aydın Örs arayınca Efes'e tamam dedim. Ama orijinal plan değişmişti...

Efes-Naumoski ilişkisini düşündüğümüzde… Malum, durum biraz Michael Jordan'ın ardından Chicago Bulls'a gitmeye benziyor. Bunun baskısını ne denli hissettiniz? Zor muydu?

Petar ayrıldıktan sonra Efes'e gitmek akıl kârı değildi. Zaman geçtikçe bunu anladım ama o dönemde Efes'in kadroyu gençleştirmek istediğini de bizzat Aydın Örs'ten biliyordum. Koraç'ı kazansalar da Euroleague'de bir türlü Final Four yapamıyorlardı, yönetim kademesi için de değişiklik zamanı gelmişti. Aydın 'Baba' ile telefonda konuştuğumda Petar'ın yeni yapıda olmayacağını ve takım liderliğini Predrag Drobnjak'la bana devretmek istediğini anladım. İbrahim Kutluay zaten büyük bir yıldızdı, Hidayet Türkoğlu da ilk 5'e yerleşmişti. Hüseyin Beşok vardı... 2000'de Selanik'teki Final Four'a giderken kazandığımız ASVEL maçı, hayatım boyunca asla unutmayacağım bir atmosferde oynandı. Tamamen dolu bir Abdi İpekçi, çok ama çok güzeldi.

Eğer Naumoski'nin hemen ardından değil de başka bir zamanda Efes Pilsen'e gitseydiniz, buradaki performansınıza dair kamuoyu algısı daha farklı olur muydu?

Muhtemelen evet. Selanik'teki Final Four'da iyi oynayamamam olumsuz bir algı oluşmasına neden oldu bence. Yoksa Efes'te iki yıl kaldım, daha önce hiç Final Four oynamamış bir kulüpte iki kez F4 yaptık, Avrupa'da her iki sezonda da ortalamalarım en azından 16-17 sayı ve 4-5 asist civarındaydı. Sanıyorum daha önce söylemedim ama NBA'den bile teklif vardı bana; hani öyle aman aman bir kontrat değildi ama Milwaukee Bucks ciddi şekilde ilgilenmişti. Gitmedim çünkü hem Efes'te daha iyi kazanıyordum hem de NBA bana pek çekici gelmiyor.

Ayrıca... "Mula değil Petar olsa Türkiye Ligi kesin kazanılırdı" görüşüne de ne diyebilirim emin değilim çünkü Petar'ın son sezonlarında da Ülker ve Tofaş şampiyon olmuştu. Ben şunu biliyorum; önce Aydın Örs ve sonrasında Ergin Ataman'la birlikte antrenmanlara hep tam konsantrasyonla gittim. Selanik'teki eleştirilen performansımı da bir yıl sonra yine Final Four'a kalarak, bu kez Paris'te unutturdum. David Rivers ve Rashard Griffith önderliğindeki Tofaş'a ya da yine çok güçlü Ülker'e kaybettiğimiz için utanacak değilim. En azından da üç-dört sene kalmak isterdim. Tuncay Özilhan gibi harika bir başkan tarafından yönetilen, müthiş profesyonellikte bir organizasyon... Ben kalmayı istedim, Oktay Mahmuti'nin ise farklı planları vardı. Ne yapalım, ben de Panathinaikos'a, Zeljko Obradovic'in yanına gittim...

"Efes'le gurur duyuyorum"

Yirmi yıl öncesinden belliydi Ergin Ataman'ın iyi bir antrenör olacağı. Takımlarını kurarken hep kendine en uygun profilde oyuncuları seçiyor ve iyi basketbol oynatmaya çalışıyor... Kesinlikle dışarıda göründüğünden daha disiplinli, daha profesyonel bir antrenör. Ben biliyorum çünkü birlikte çalıştık. Micic ve Larkin dediğiniz oyuncuları aynı yapıda verimli bir şekilde kullanmak çok zor iştir. Bugün baktığımda Efes'i Avrupa'nın en iyi üç-dört takımı arasında görüyorum. Hem izlerken keyif alıyorum hem de zamanında böyle bir organizasyonun parçası olduğum için gurur duyuyorum. Ergin Ataman ve Tuncay Özilhan büyük saygıyı hak ediyorlar.

Peki o özel PAO kadrosunun; 2002'de Bologna'da ev sahibi Kinder'i yenerek büyük sürpriz yapacak takımın parçası olmak nasıl bir duyguydu? Zeljko Obradovic; Dejan Bodiroga, İbrahim Kutluay, Fragiskos Alvertis, Daryl Middleton dörtlüsünün yanına Damir Mulaomerovic ismini yazmıştı...

Çok ağır bir bel sakatlığı geçirmiştim hem de... Final Four'a bir maç kala takıma dönmüş, Zeljko'dan "Bak bu Kinder, finalde Bodiroga'ya sürekli ikili sıkıştırma getirecek. Bizim Pepe Sanchez şut atamıyor. Senin oynaman ve Dejan'a alan açman lazım" talimatını almıştım. Zeljko'nun genel anlamda çok sessiz götürdüğü bir maçtı... 16 sayı gerideyken Pepe Sanchez'in yanına gidip hafif şakayla karışık "Şu Arjantinli arkadaşını diyorum... Manu Ginobili. Savunmasına bir el mi atsan, ne dersin?" dediğini hatırlıyorum. Pepe de Zeljko da gülerek birbirlerine kafa sallamışlardı. İlginçtir, o maçta büyük farklarla geriye düşmemize rağmen çok sakindi ve belki de hayatı boyunca bana bağırmadığı tek maçtır. Sadece bana değil, hiçbirimize karşı sesini yükseltmemişti. Mola çıkışlarında mükemmel setler çiziyordu; Johnny Rogers'a acayip bir basket attırmıştı...

Bodiroga her zamanki gibi takıma liderlik etti ama finalin esas yıldızı, dostum İbrahim Kutluay'dı. Böyle bir şutör o-la-maz. Efes'te de birlikte oynadığımız dönemden hatırlıyorum, bugün dahil, hayatımda birçok büyük şutörle oynadım ama İbrahim gibisine hiç rastlamadım. Hiç zorlamadan 40 attığı olurdu. "Watch me Mula, watch me Mula" (Beni izle Mula) diye bağırırdı perdeyi takip ederken. Ne adamdı... Onun gibisi gelmedi, gelmeyecek.

Zeljko Obradovic'i özel kılan şey ne?

Takımı kazanır, takımı kaybeder... Yalana tahammülü yoktur. Sizi oynatmayacaksa direkt yüzünüze söyler, aksi bir beklentiye girmenizi engeller. Kendi dahil, kimseyi salak yerine koymaz, herkese hak ettiğini vermeye çalışır. "7/24 basketbolla yaşamak" cümlesinin altını doldurur. Onun oyun kurucusu olmak zordur. Oyuncularını asla yarı yolda bırakmaz ama bazıları onu kaldırır, bazıları kaldıramaz...

"Gershon bana saygısızlık yaptı"

EF'te Panathinaikos'a karşı kaybettiğimiz derbide yaptığım hatayı elbette hatırlıyorum. Benim pota altında topu Dimitris Diamantidis'e kaptırdığım ânı Mike Batiste'in basket faulü takip etmişti ve son saniyelerine önde girdiğimiz derbiyi kaybetmiştik. "Bir hatadır olur" demiyorum ama ben sakatken bile koç Pini Gershon buna inanmıyordu. Arvydas Macijauskas'ın uzun süreli sakatlanması sonucu takıma onun yerini doldurmak için gelmiştim ve gerek PAOK gerek Panellinios formalarıyla çok iyi sezonlar geçirmiştim. Aynı sezonda hem sayı hem asist kralı olmuştum ki bir Yunan gazeteciden duyduğum kadarıyla bunu geçmişte Nikos Galis bile başaramamış. Gershon, kendi başarısızlığını başkalarının üstüne yıkmaya çalıştı. Kavga ederken üzerime bir şeyler fırlatmışlığı da var... PAO maçındaki hatamı kabul ediyorum ama ben bu terbiyesizliği, saygısızlığı hak edecek bir yanlış da yapmadım. O yüzden Olimpiakos maceram erken bitti. Kötü evlilikte boşanm

Bologna'da fena olmayan bir dönem, Efes'te aynı şekilde, Panathinaikos'ta Euroleague şampiyonluğu, ardından Real Madrid deneyimi, Olimpiakos falan derken, Avrupa'da çok elit takım dolaşmanızı neye bağlıyorsunuz? Tabii, her birinden farklı ayrılık nedenleri var ama geriye dönüp bakıldığında Mulaomerovic hakkı yeterince teslim edilmemiş bir oyuncu mudur?

Efes'te kalmak istemiştim. Keza Panathinaikos'ta da... Ne yazık ki öyle olmadı. Panathinaikos'ta yerime Jaka Lakovic geldi. Efes de sanıyorum Kerem Tunçeri & Marcus Brown ikilisiyle devam etmişti arka alan rotasyonunda... Profesyonel hayat böyle bir şey. Ben çok uzun süre elit seviyelerde oynadığım için mutluyum. Yerime de başkaları konuşsun isterim. Ne diyeyim ki? Evet, daha iyi olabilirdi... Buna mı takılıp kalacağım? Hayat devam ediyor.

Ama sanırım Hırvatları ve büyük turnuvaları konuşurken "Daha iyi olabilirdi" kısmında fikir birliğine varabiliriz...

Büyük turnuvalara hiçbir zaman zaman iyi bir kimya yakalayıp gidemedik. En yaklaştığımız EuroBasket 2001'di... Eh, onda da Türkiye'ye takıldık. Belki de iki ülke basketbol tarihi için de bir dönüm noktasıydı o maç; siz geriden gelip bizi yenerken, sonrasındaki yıllarda ivmeniz hep yukarıya doğru gitti. Bizde tam tersi oldu... EuroBasket 2003'te yine aynı gruba düştük, yine Türkiye kazandı.

Yunanistan 77-76 Hırvatistan (EuroBasket 2003)

Yunanistan 77-76 Hırvatistan (EuroBasket 2003)

Tabii biz Hırvat maçlarını biraz da Boşnak Hidayet Türkoğlu'nun verdiği 'Çetnik Selamı'yla hatırlıyoruz...

Çok yanlıştı tabii. Mirsad da çıldırırdı o maçlarda. Hiç susmazdı ama hiç yani... Özünde çok iyi bir insandır, tertemiz bir kalbi vardır, benim de onu çok sevdiğimi bilir ama bize karşı bir canavar çıkıyordu içinden. 'Çetnik Selamı' olayından birkaç yıl sonra karşılıklı oturup bir şeyler içmiş ve işleri tatlıya bağlamıştık. Neyse ki...

2001 ve 2003 benim son büyük turnuvalarımdı. Türkiye'deki şampiyona hadi neyse de 2003 büyük rezaletti bizim için. Antrenör Neven Spahija yaz döneminde beni milli takım kampına çağırırken "Mula, en iyi ihtimalle üçüncü oyun kurucu olacaksın" demiş ve kendimi ona göre hazırlamamı istemişti. "Tamam" dedim ama kampı iyi geçirince bir anda ilk beş başlar oldum. Birinci oyun kuruculuğa yükselmiştim. Turnuvaya da öyle gittik, 26 sayı attığım Rusya maçında kritik serbest atışları kaçırınca medya bana saldırdı. "Mula yüzünden kaybediyoruz" denilmeye başlandı. Yedeğin yedeği olarak geldiğim turnuva hazırlığında ana rol aldığım için ben miydim suçlu? Federasyona gidip "Teşekkürler. Benden bu kadar." dedim.

Hırvat medyasının bu tutumunda Boşnak olmanızın bir etkisi var mı sizce?

Bilmem. Sence var mı?

Yugoslavya dağılırken Hırvatistan forması giymeye karar veren bir Boşnak olarak memleketinizde 'hain' diye çağrılmak hiç "Acaba yanlış mı yaptım?" dedirtmedi mi size? Hırvatlar arasında da pek popüler bir figür olmadığınızı düşünürsek bu konunun muhasebesini nasıl yaptınız?

Benim hayat hikâyem de böyle işte. Alıştım artık. Ben iki ülke için de konuşurken ‘biz’ diyebilecek bir konumdayım. Hırvat formasıyla sayısız maça çıktım, şimdi milli takım teknik ekibindeyim... Evim Bosna'da, kısa bir süre de olsa milli takım başantrenörlüğü yaptım. Bu coğrafyada genel problem; biz kaybetmeyi öğrenemiyoruz. Kaybetmeyi öğrenemediğimiz için de kazanma faslına geçemedik henüz.

"Neden Bosna'yı seçmedin? Hainsin sen" diye defalarca iftira atıldı bana. Yahu, beni davet etmiş mi Bosna? Diplomatik açıdan beni Bosna'ya geri döndürebilecek bir formül sunabilmişler mi? Benim seçim şansım var mıymış? Bunlar kimsenin umrunda değil. Yugoslav basketbol tarihinin en büyük antrenörlerinden Mirko Novosel, ülke dağıldıktan sonra Cevad Alihodzic, Nenad Markovic ve Ivan Velic'in Bosna'ya geri dönüşüne izin verirken, alt yaş kategorilerinde MVP seçildiğim için benimle alakalı Boşnak federasyonuna ne demişti biliyor musunuz?

"Herkesi geri alabilirsiniz. Mula hariç..."

"Başarılı olacağımı düşünmüyordum"

Geldiğimde ABA 2'de ve Bosna Ligi'nde alt sıralardaydı Sloboda. Açıkçası çok başarılı olabileceğimi düşünmüyordum çünkü kadro önceden kurulmuş, oyuncular da inançlarını çok erkenden kaybetmişti. Obradovic'ten öğrendiğim "Ne şartta olursan ol, mantaliteni takıma kabul ettirmeye çalış. Ancak böyle saygı kazanabilirsin" fikrinin peşinden gittim... Birkaç oyuncuyu takımdan kestik, şanslıyım ki kadronun geri kalanı olumlu reaksiyon verdi. Antrenmanları biraz daha profesyonelleştirdik ve tepeye tırmanmamız zor olmadı. Kısacası, yine Zeljko Obradovic kazandı...

Socrates Dergi