Danimarka '92

20 dk

Danimarka'nın 1992'deki şampiyonluğu çoğu zaman Yugoslavya üzerinden anlatılır. Ancak perde arkasında yaşananlar çok daha etkileyici.

14 Haziran 1992, saat 22.15... Richard Möller Nielsen, Danimarka A Milli Futbol Takımı’nın soyunma odasına girdiğinde içeride çıt çıkmıyordu. Bütün futbolcuların başı yerdeydi, hepsi yıkılmış haldeydi. İlk maçtaki İngiltere beraberliğinden sonra, o akşam da İsveç maçı 1-0 kaybedilmişti.

“Elendik, değil mi?” diye bir soru duyuldu.

“Evet!” diye toplu bir cevap geldi takımın diğer oyuncularından, “Radyoda söylediler, duymadın mı?”

İşin aslı, Danimarka Euro 1992’den daha elenmemişti ama bunu sanırım Richard Möller Nielsen ve yardımcısı Kaj Johansen’den başka bilen yoktu. Danimarka’nın, turu geçmek için şampiyona elemelerinde sekiz maçta sekiz galibiyet alan, Papin ve Cantona’lı Fransa’yı yenmesi gerekiyordu. Sadece Fransa galibiyeti de yetmiyordu üstelik. Gruptan çıkmayı garantileyen İsveç’in, İngiltere’ye yenilmemesi gerekiyordu.

Yalnız Adam

Richard Möller Nielsen ya da yakın arkadaşlarının deyimiyle Ricardo, 17 Mart 1990’a, aslında her şeyin başladığı o güne geri dönmüştü. O gün Danimarka Futbol Federasyonu ile görüşecekti ve çok gergindi. 1992 Avrupa Şampiyonası elemelerinin başlamasına yedi aydan az bir süre kalmış, oyuncuların ve taraftarın çok sevdiği Sepp Piontek Türkiye A Milli Futbol Takımı’nın başına geçeli ise sadece birkaç hafta olmuştu. Yani Danimarka teknik direktör koltuğu boştaydı. Ricardo, Sepp Piontek’in yardımcılığını yapıyordu ve başarılı bir teknik adamdı. Piontek, kendisinden boşalan yere onu işaret etmişti. Ama Danimarka Futbol Federasyonu için bu yetmemişti. Bir gün önce saatlerce hazırladığı konuşma ve oyuncularla ilgili yaptığı çalışma, federasyonun küçücük bir odasında çantasından hiç çıkmadı.

Masanın diğer ucunda Danimarka futbolunun en önemli isimlerinden Frits Ahlstrom ve Hans Bjerg-Pedersen oturuyordu. İki yönetici, yine Piontek gibi Alman bir teknik direktör istiyordu. Bu teknik direktör, Bayer Uerdingen’in başındaki Horst Wohlers’di. Piontek, Danimarkalılar için bir kahramandı. Takım onunla beraber şampiyonalara katılmaya başlamış, oynadığı güzel futbolla bütün dünyanın sempatiyle izlediği bir ekip olmuştu. Frits, bunun devamı için yine bir Alman teknik direktörün şart olduğunu herkese kabul ettirmişti. Ricardo’ya, ne zaman, nerede, nasıl yapacağı belli olmayan teknik direktörlük kariyeri için iyi şanslar dilemişlerdi ve vedalaşmışlardı.

Mucizelere inanır mısınız? Danimarkalılar belki 1990 yılında inanmıyordu ama Ricardo artık inanıyordu. Frits Ahlstrom’u bir sonraki görüşü, karısı Birgitte ile çıktıkları alışveriş sırasında, bir mağaza içindeki 55 ekran bir televizyonda olmuştu. Ekrandaki adam, bir gün önce Danimarka Teknik Direktörü olarak tanıttıkları Wohlers’le yaptıkları anlaşmanın, Bayer Uerdingen’le sözleşmesini feshedemedikleri için bozulduğunu söylüyordu. Bu, Danimarka için gerçekten utançtı. Zaman daha da daralmıştı ve artık fazla bir şansları yoktu. Ricardo, birkaç gün sonra DBU (Danimarka Futbol Federasyonu) binasının önünde kırmızı-beyaz eşofmanlarını giymiş, basına gülerek poz veriyordu.

Seksenli yıllardan itibaren Danimarka futbolunun en önemli kararlarının altında imzası olan Hans Bjerg-Pedersen, bu karar sonrası federasyondaki görevinden istifa etmişti. Pedersen, Ricardo'nun gelmemesi için elinden gelen her şeyi yapmış ama başarısız olmuştu. Möller Nielsen ile federasyon binası önünde tekrar karşılaşmışlardı. Bu kez ev sahibi olan Ricardo, Pedersen’in kendisi için “Danimarka U-21 takımı ile elde ettiği sonuçları büyükannem de alır” demesini hiç unutmamıştı. Aralarında çok kısa bir konuşma geçti.

Hey, Danimarka bana güveniyor artık.

Senden önce on taneye yakın teknik direktöre teklif gitti biliyor musun? İşte, Danimarka bu kadar güveniyor sana!

Büyükannene de gitti mi teklif?

Ben Tek, Siz Hepiniz

15 gün sonra, Wembley Stadı’nda mutlu bir adam vardı. Hayali çok daha büyüktü ama Danimarka Teknik Direktörü olarak İngiltere’ye rakip olmak da yeterince keyifliydi. İngiltere, maçı Lineker’in ikinci yarıda attığı golle 1-0 kazandı. Aslında kimsenin keyfini bozmayacak bir maçtı. Ama Ricardo, mutlu başladığı maçı keyifsiz bitirmişti. Bazı oyuncuların kazanmak için yeterince mücadele etmediğini düşünüyordu. Bu yüzden, Michael Laudrup’u yanına alıp rakibin ensesinden bir an bile düşmeyecek defans oyuncusu Morten Bruun’u oyuna sürdü. Michael Laudrup, sadece Danimarka futbolu için değil, dünya futbolu için de çok önemli bir futbolcuydu. Dünyanın en iyi forvetleri onunla oynamak için can atıyor, o ise Barcelona ile üst üste şampiyonluklar kazanıyordu. Danimarka eğer bir şey başaracaksa bunun Michael Laudrup’suz olma ihtimali kimsenin aklına bile gelmiyordu.

Ancak Ricardo, yardımcısı Kaj ile saatlerce maçları izliyor, rakibini kovalamayan oyuncuları gördükçe tekrar tekrar çıldırıyordu. Danimarkalılar herhangi bir taktiğe bağlı olmadan oynamaya alışmışlardı. Ricardo, kazanmak istiyorlarsa bunun değişmesi gerektiğini biliyordu.

Elemeler, Danimarka için -tam anlamıyla- berbat bir Faroe Adaları maçı ile başladı. Michael Laudrup iki gol atmıştı ve o gece mutluydu.

Ama Ricardo’nun mutsuzluğu devam ediyordu. Takım, kendisi hiç gelmemişçesine eskisi gibi oynamaya devam ediyordu. Yeni bir taktik oturtmanın zaman alacağını biliyordu ama bu şartlarda hiçbir şey yapamayacağının da farkındaydı. 4-1’lik galibiyete rağmen, o gece Michael ve Brian kardeşlerle yalnız bir görüşme yaptı. Onlara, takımın en iyileri olduklarını bildiğini, bulundukları grubun zor olduğunu ve bu şekilde umursamaz oynarlarsa hiçbir şey yapamayacaklarını anlattı. Karşılığında aldığı cevap “Sadece koşmamızı istiyorsun, bu çok saçma!” idi. Bir hafta sonra Kuzey İrlanda deplasmanı vardı ve Danimarka’nın ne yapacağını Ricardo dâhil kimse kestiremiyordu.

Kuzey İrlanda deplasmanında Bartram’ın penaltısı ile öne geçen Danimarka, rakibine kolayca yakalanmış ve maç 1-1 bitmişti. Ancak karşılaşmaya damga vuran bir olay vardı. Danimarka’ya gol lazımken ikinci yarı iki oyuncu değişikliği gelmiş ve Laudrup Kardeşler birkaç dakika arayla oyundan alınmışlardı. Bu hem ciddi bir kumar hem de bir güç savaşıydı. Ricardo, kendisinden çok daha güçlülere karşı geliyordu.

Pioonteek, Pionnteek, Pioonteek!

Piontek, Türkiye’de zor durumdaydı. Ricardo ile benzer zorlukları çekiyordu. Türk futbolcular da aynı Danimarkalılar gibi taktiğe bağlı kalmadan doğaçlama oynuyorlardı. Galibiyet değil, tek bir gol atmak için grubun son maçında penaltı vuruşu kazanmayı bekleyeceklerdi. İşin aslı, o günlerde iki takım da teknik direktörleri birbirleri ile değişmek için can atabilirdi ama bu mümkün değildi. Danimarka'nın üçüncü maçı, gruptaki en büyük rakibi Yugoslavya karşısındaydı. Ricardo, maçtan bir gece önce Liverpool'lu yıldız Jan Molby ve Laudrup Kardeşler ile özel bir görüşme yapıp maçın önemini anlatmıştı. Ertesi gece herkes için kötü bitecekti. Danimarka, Kopenhag’da tıklım tıklım dolu tribünler önünde yıldız oyuncularından yoksun Yugoslavya’ya 2-0 yenilerek çok ağır bir yara almıştı. Maçın sonunda Danimarkalı taraftarlar stadı boşaltmamış ve dakikalarca Piontek lehine tezahürat yapmıştı. 1991 yılı Mayıs ayına kadar grupta başka maç yoktu. Takım biraz dinlenecek, hataları gözden geçirme fırsatı bulacaktı ama bu hiç kolay olmayacaktı.

Ailesi ile zaman geçirmek isteyen Ricardo, televizyonda sırasıyla Jan Bartram ve Michael-Brian Laudrup’u görmüştü. Televizyonun sesini açtığında duyduğu şey, üç futbolcunun da bir daha asla milli takım forması giymeyecekleri olmuştu. Barcelona’nın yıldızı Michael Laudrup, Danimarka Milli Takımı’nın çağ dışı bir futbol oynadığını savunuyor, kardeşi Brian bir adım ileri gidip Möller Nielsen’e saygı duymadığını söylüyordu. Takımın uluslararası yıldızlarından Jan Molby de milli takımda forma giymeyecekti artık. Gazeteler, taraftarın Piontek’in geri dönmesini istediğini yazıyor, eğer o olmazsa Brondby Teknik Direktörü Morten Olsen’in takımın başına geçeceğini anlatıyorlardı. Nielsen’e ailesi ve takımda kalan oyuncular dışında güvenen kimse kalmamıştı. Hatta söylentiler, federasyondaki görevine geri dönen Hans Bjerg-Pedersen’in milli takımı bırakan oyuncuları arayarak federasyona zaman vermelerini, istedikleri bir teknik adamı takımın başına getireceğini söylediğini iddia ediyordu.

Ama yeni bir Danimarka mümkündü. Takımın en yaratıcı oyuncuları gitmişti belki ama geride kalanlar 1 Mayıs 1991’de Belgrad’da oynanan Yugoslavya maçında Möller Nielsen’in kafasından geçen şeyi ilk kez sahada uygulamışlardı. Durum 1-1 idi. Prosinecki kendi yarı sahasından topla çıkmaya çalışırken rakibin sağ bekine pres yapan Jensen, oyunu bırakmayıp Prosinecki’ye Danimarka’dan beklenmeyen bir şeydi. Orta sahada topu kapan Danimarka, 11 numaralı Brian Laudrup’un formasını alan Bent Cristensen’in golüyle maçı 2-1 kazanmıştı. Elemelerin geri kalan maçlarında ne Danimarka ne Yugoslavya herhangi bir hata yapmadı. İki takım da tüm maçlarını kazanmıştı. 1991 yılının son günlerinde Danimarka deplasmanda berabere kaldığı Kuzey İrlanda’yı evinde 3-1 yenerken Avusturya’dan gelecek umutlu bir haber bekliyordu. O haber gelmedi. Yugoslavya son derece rahat oynayarak Avusturya’yı 2-0 yenmiş ve Avrupa Şampiyonası’na gitmeye hak kazanmıştı.

Tatile Nereye Gidelim?

Danimarka’nın Mayıs 1991’de Belgrad’da aldığı 2-1’lik galibiyetten birkaç hafta sonra, Yugoslavya’da iç savaş çıktı. Bir yılı aşkın sürede çok kanlı çatışmalar yaşandı.

30 Mayıs 1992 günü, Sepp Piontek’in yönettiği Türkiye, Gelsenkirchen şehrinde son dünya şampiyonu Almanya’ya misafir oldu. Almanya maça tam kadro çıkmıştı ve Türkiye’nin 10 gün sonra başlayacak Euro 1992 öncesi için kolay bir rakip olması bekleniyordu. Öyle olmadı. Maçı 63. dakikada Völler’in golüyle Almanlar kazandı. Ama Türkiye, sahayı Alman futbolculara dar etmişti. Birçok gol kaçmıştı ama oynanan futbol dikkat çekmişti. Maç bitiminde tribünleri dolduran on binlerce Türk futbolsever, iki yıl önceki Danimarkalılar gibi uzun uzun Piontek tezahüratı yapıyordu. O, artık mutluydu.

Muhtemelen aynı saatlerde, bütün dünya televizyonları son dakika haberi geçmeye başlamıştı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü, yayımladığı haberde 757 numaralı kurul kararı ile Yugoslavya’ya ticari ambargo uygulanmasına karar vermişti. FIFA ve UEFA da bu karara uyacağını açıklamıştı. Bu, şu anlama geliyordu; on dakika içinde Ricardo’nun telefonu çalacaktı.

Öyle de oldu, telefon çalmıştı ve ahizenin diğer ucunda Frits Ahlstrom vardı. “Yugoslavya yerine bizi çağırıyorlar” diyordu. Aslında bunu beklemiyor değillerdi. UEFA, 1991 yılının sonlarında Yugoslavya’daki durum düzelmezse Danimarka’nın kupaya katılabileceğini söylemişti. Bunun ne zaman ve nasıl olacağı hakkında kimsenin bir fikri yoktu. 28 Mayıs 1992 günü Yugoslavya A Milli Futbol Takımı oyuncuları şampiyona için İsveç’e ulaştıklarında, iki gün sonra UEFA tarafından turnuvadan men edileceklerinden habersizdiler.

Danimarka’nın şampiyonaya hazırlanmak için sadece on günü ve planlanmış bir Bağımsız Devletler Topluluğu maçı vardı. “Bir hafta içinde hazırlanabilir misin?” diye sordu Frits. Ricardo’nun cevabı basitti: “Ben bunu iki yıldır hayal ediyordum, yemin ederim hazırlanabilirim.”

Sıra Sizde

15 Haziran 1992, saat 13.30... Danimarka, Fransa ile oynanacak son grup maçı için kamptaydı. Ricardo odasına çekilmiş, dinlenmeye çalışıyordu. Fransa maçındaki her ihtimali düşünmekten başına ağrılar girmiş ama aklı gruptan çıkmayı büyük ihtimalle garantileyen İsveç’in ne yapacağına takılı kalmıştı. İsveç'e beraberliğin de yetmesi, Ricardo'yu her seferinde en başa döndürüyordu. Tam o sırada kapı çaldı ve içeri, takımın en önemli oyuncularından Kim Vilfort girdi. Vilfort’un küçük kızı Line yedi yaşındaydı ve lösemiydi. Vilfort, antrenman ve maçlar dışında çoğu zamanını hastanede geçiriyordu. Doktorlar, şampiyonadan önce kızının durumunun iyiye gittiğini söylediği için mutluydu ve milli takımla beraber İsveç'e gelmişti. O gün, karısı Minna’nın telefonuyla suratına bir tokat yemişti. Kızlarının durumu iyi değildi. Hemen çantasını topladı ve Richard Möller Nielsen’in yanına indi. “Ben gidiyorum” dedi. Durumu anlatmıştı. Ricardo, sadece “Tamam” diyebildi. Yapacak hiçbir şey yoktu.

İlk iki maçta sahada olan Vilfort, Fransa maçını kızı ve karısı ile hastane odasında izlemişti. Danimarka’nın büyük sürprizine o da milyonlarca insan gibi televizyondan şahit olmuştu. İkinci yarıda oyuna giren Elstrup’un golüyle hep birlikte havalara uçmuşlardı. Line, babasının yanında olmasından memnundu ama yine de “Seni takımdan attılar mı baba?” diye sormadan edemedi. “Hayır, senin yanında olmak istedim” cevabını aldı. Küçük Line, “Bence orada olmalısın!” diyerek televizyonda sevinen Danimarkalı futbolcuları gösterdi. Vilfort, yarı finaldeki Hollanda maçından önce tekrar Danimarka kampına döndü. Kızına bir şampiyonluk borçluydu artık.

Yarı finalde rakip son Avrupa şampiyonu Hollanda’ydı. Herkes gruptan çıkılmasına yeterince şaşırmıştı ama yolun buraya kadar olduğunu düşünüyordu. Oysa şaşırmaya devam edeceklerdi. Ricardo, maçtan önce "Kazanacak mısınız?" diye soran Danimarka televizyonuna “Bunun için söz veremem ama tek bir şey için söz veriyorum; her bir Danimarka futbolcusu, sahada elinden ne geliyorsa yapacak” demişti. Öyle de oldu. Ama Hollanda maçının Danimarka adına özel bir yıldızı vardı; iki yıl kadar önce abisi ile birlikte milli takımı bırakan, hatta televizyonlarda “Möller Nielsen’e saygı duymuyorum” diyen Brian Laudrup...

Aradan geçen zamanda Danimarka turnuvadan elenmişti ve Türkiye ile oynanacak bir hazırlık maçı için Ankara’ya gidiyorlardı. Kadroda yer alan isimlerden biri Brian Laudrup’tu. Ricardo, onu arayıp milli takıma davet etmişti. Üstelik bunu, oyuncusu Bayern Münih’te ağır bir sakatlık atlatmışken yapmıştı. Ricardo, bugüne kadar izlediği en iyi futbolcunun Brian Laudrup olduğunu düşünüyordu. Hatta etrafındakilere, tüm dünyanın gözdesi Michael Laudrup’tan bile iyi olduğunu söylüyordu. Laudrup onu haksız çıkarmayacaktı. Altıncı dakikada yaptığı müthiş orta ile Larsen’in -neredeyse- boş kaleye bir gol atmasını sağlamıştı. Danimarka’nın bütün ataklarında o vardı. Hollanda, onu faul yapmadan durduramıyordu. Hatta Laudrup, bu fauller yüzünden oyundan çıkmak zorunda kalmıştı. Son yirmi dakikaya girerken Henrik Andersen ceza sahası içinde Marco van Basten ile çarpışmış, dizi bir anda şişmişti. Danimarkalılar bu görüntü karşısında çıldırmıştı. Bütün futbolcular yedek kulübesine dönüp yardım istemeye başladı. Cristiensen, eliyle Andersen’in gözlerini kapatıyor ve dizini görmesini engelliyordu. Danimarka, eksiklerine ve yorgunluğa daha fazla dayanamadı. Normal süre 2-2 bitti, işi penaltılar çözecekti.

İki takımın da kalecileri harikaydı; bir tarafta Peter Schmeichel, diğer tarafta Hans van Breukelen... Van Breukelen işe, penaltılardan önce yorulan Danimarkalı futbolcuların psikolojisiyle oynayarak başladı. Topun başına kim gelirse yanına gidip bir şeyler söylüyor, sinirlerini bozmaya çalışıyordu. Flemming Povlsen penaltı için geldiğinde, van Breukelen o kadar uzun süre onun yanında kaldı ki en sonunda aralarında küçük bir itiş kakış oldu ve hakem iki oyuncuyu da yanına çağırıp uyarmak zorunda kaldı. Marco van Basten, Hollanda adına ikinci penaltıyı kaçırmıştı ve Danimarka’da son penaltı için topun başında Kim Christofte vardı. Bu sefer sıra ondaydı. Kalesinde son penaltının stresi ile bekleyen van Breukelen’e baktı, topun üzerine gelecekken vazgeçti ve gidip tekrar topun yerini düzeltmeye karar verdi. Van Breukelen hakeme itiraz etti ama yapacak bir şey yoktu. Christofte çok sakin bir biçimde geldi ve topla kaleciyi farklı yerlere yolladı. Herkes çıldırmıştı.

En İyi Bildiğiniz Şeyi Yapın

Finale gelen Almanya kesinlikle çok daha iyi bir takımdı. Üstelik Danimarka, sakatlıklardan dolayı sahaya bir ilk 11 çıkarmakta dahi zorlanıyordu. Ama önlerinde tarihi bir fırsat vardı. Peter Schmeichel kariyerinin en iyi maçlarından birini oynuyor, Laudrup takımın ihtiyacı olan her yerde ortaya çıkıyordu. Jensen şanssızlığını kırmış, turnuvadaki ilk golünü atmıştı. Almanlar ne yapsa olmuyordu. 78. dakikada Danimarka 1-0 öndeydi. “Acaba dayanabilecekler mi?” diye düşünüyordu herkes. Povlsen topu kafasıyla Alman yarı sahasına doğru yolladığında, Vilfort da yanında Andreas Brehme ve Thomas Helmer’le beraber yalnız kalmıştı. Topu sola çekip ceza sahasına girmeden yolladığı şut, futbol tarihine on yıllar boyu anlatılacak bir hikâye hediye etti. Kızı Line'ye verdiği sözü tutmuştu; Danimarka artık şampiyondu. Maçı anlatan spiker ağlıyor, “Herkes sokaklara çıksın, şimdi parti zamanı!” diyordu. 30 Mayıs 1992 sabahı yaz tatili için plan yapan Danimarkalılar, 27 Haziran sabahına İsveç’te şampiyon olarak uyanmıştı.

Takımı ülkeye getiren uçağa Danimarka Hava Kuvvetleri’ne ait jetler eşlik etti ve Ricardo, Kopenhag Meydanı’nda toplanan on binlerce taraftarın muhteşem tezahüratlarıyla bir daha asla çıkmayacağı yere, tüm ülkenin kalbine girdi. Onun döneminde, 1995 yılında finalde Arjantin’i yenerek Konfederasyon Kupası’nı da kazandılar. Danimarka, onu hem 1992’deki takımı ile hem de bireysel olarak Şöhretler Müzesi’nde onurlandırdı. Dokuz aylık bir hastalığın ardından, 76 yaşında, normal bir Danimarkalı olarak dünyaya geldiği şehir Odense’de, halk kahramanı bir Danimarkalı olarak hayata gözlerini yumdu. 2015 yılında, Danimarka halkının Ricardo’ya borçlu olduğunu düşünen yönetmen Kasper Barfoed tarafından Sommeren '92 isminde, 1992’deki şampiyonluğu anlatan bir film çekildi.

Brian Laudrup, “Eğer Ricardo ve milli takımda yarattığı o aile havası olmasaydı hiçbir şey kazanamazdık” itirafını yaptı. 1992 yılından itibaren, özellikle Möller Nielsen'in isteği ile her yıl buluşup güzel anıları konuştular. 1990 yılındaki o kavgadan hiç bahsetmediler. Brian Laudrup, Möller Nielsen'in ölüm haberini aldığında "Ailemden birini kaybettim" dedi.

Kim Vilfort, kızına verdiği sözünü tutan bir baba olarak döndü eve. Ancak mutluluğu fazla sürmedi. Babasını televizyonda şampiyon olarak izleyen yedi yaşındaki küçük Line, hastaneden hiç çıkmadı ve şampiyonadan çok kısa bir süre sonra hayatını kaybetti.

Turnuva yarı finalinde van Basten ile çarpışarak çok kötü bir şekilde sakatlanan Henrik Andersen, Kopenhag’daki kutlamalara sedye üzerinde dans ederek katıldı. Yaklaşık bir yıl futbol oynayamadı. Daha sonra, 1994 yılında tek bir maç için milli takıma çağırıldı ve veda etti.

Michael Laudrup, 1993 yılında milli takıma geri döndü. 1995 yılında kazanılan Konfederasyon Kupası’nı kardeşi Brian ile birlikte kaldırdı. O da kardeşi gibi, Möller Nielsen’le 1990 yılını bir daha asla konuşmadı.

Möller Nielsen'in en büyük destekçisi olan Peter Schmeichel, hem Manchester United hem de Danimarka Milli Takımı ile üst düzey bir kariyer geçirdi ve her fırsatta bunu Ricardo'ya borçlu olduğunu söyledi. Schmeichel, Danimarka'ya döndüğünde Ricardo'nun yanındaki evi satın aldı ve aradaki çiti ayak tenisi maçları yapmak için kullanmaya devam etti.

Aslında her şeyin sonunda dönüp bakıldığında, Danimarka milli marşının ilk kıtasındaki mısralar, bu takım için değiştirebilirdi: “Güzel bir takım vardı, adı Danimarka 1992…”

Socrates Dergi