
D'Artagnan
16 dk
O bir roman karakteri veya tiyatrocu değil. Ama Julian Alaphilippe'e sadece bisikletçi de diyemeyiz. Onun hikâyesinde her şeyden biraz var.
Thomas Voeckler kafasını sallıyor ve hepimiz bunun ne anlama geldiğini biliyoruz. Kaybedecek. Yıl 2004. Dönemin genç bisikletçisi, bir anda zirvesine çıktığı Fransa Turu'nu kazanamayacağını bile bile ter döküyor. Ve ben, ekran başındaki milyonlarca insan gibi bu tesadüften büyük keyif alıyorum. Her şeyin milimetrik hesaplandığı, sele üzerindeki bir suluktan mayonun işçiliğine kadar her ağırlığın ölçüldüğü yol bisikletinde, ilkel taktiklerle savaşıyor. Savaş tatsız bir kelime ama Voeckler'e bakınca başka bir sözcük düşünemiyorum. Kendisiyle, içine düştüğü durumla, rakipleriyle, bir anda ülkesinde yarattığı beklentiyle, her gün manşetlerine çıktığı gazetelerin heyecanıyla savaş halinde. Asla tam olarak mutlu görünmüyor. Hiç de görünmeyecek gibi.
Uzaktan bakınca bir Fransız komedyası bu. Yakışıklı veya karizmatik olmayan, Lance Armstrong veya Jan Ullrich ile boy ölçüşemeyecek kahramanımız birtakım rastlantılar sonucu sahnenin ortasına düşüyor. Mimikleri, yoldaki tavrı, stili gerçekten sıradışı bir komedi. Yaklaşınca trajedisini görüyoruz. Voeckler acı çekiyor. Kendisinden daha yetenekli ve dopingli starların ortasında, Fransız halkının sportif onurunu tamir etmeye çalışıyor. Sonuçta hiçbir şey kazanamıyor da... Sarı mayoyu 5 ile 15. etaplar arasında tuttuktan sonra Armstrong'a kaybediyor. 2011... Aynı suda ikinci kez yıkanmaya çalıştığımız sene. Voeckler, yine önde. Sarı mayoyu dokuzuncu etapta sırtına geçiriyor ve savaşına başlıyor. Sonuna kadar gidebileceğini bir noktada hepimize hissettirerek. Ama olmuyor. Cadel Evans ve Andy Schleck karşısında gücü yetmiyor. Komedisi ve trajedisi ise baki.
Sonuç olarak, ilham verici kaçışların ve mütevazı zaferlerin yer aldığı bir kariyerin iki farklı zaman dilimine iki büyük Fransa Turu performansı ekledi Voeckler. Müthiş de bir oyuncuydu... Dilini çıkardığı, kızarmış yanakları ve ateşli tavrıyla sağa sola bağırdığı, terden sırılsıklam olduğu, yorgunluktan tükendiği, bazen de numaradan tükenir gibi yaptığı yarışları kim unutabilir ki? Dünya bisikleti İtalya'dan ABD'ye, Hollanda'dan İspanya'ya uzanan bir çizgide parada ve doping tekniklerinde öne çıkarken, tamamen pirüpak olmayan ama asla rakipleri kadar da kirlenmeyen Fransız bisikletinin sert kanunları ve tiyatrosu onunla vücut buldu. Voeckler ve vatandaşları uzun süre 'mış gibi yaptı.' Kazanırmış gibi, hâlâ öndeymiş gibi, hep iki tekerin yegâne evi olarak kalacakmış gibi.
Şimdi o Voeckler, bir kez daha kafasını sallıyor, Julian Alaphilippe'e bakarken. 2021 Yol Bisikleti Dünya Şampiyonası Finali'ne yakınız. Geçen sene Imola'da son 16 kilometrede yaptığı atakla ilk dünya şampiyonluğunu elde eden ve gökkuşağı mayoyu bir sene omuzlarında taşıyan Alaphilippe, bu kez Belçika'da aynı başarının peşinde. Ve bir süredir Fransa Milli Takımı direktörlüğünü yapan Voeckler, araba camından Alaphilippe'e fısıldıyor. Daha doğrusu bağırıyor. Her zamanki ateşiyle. O noktada ne planladıklarını anlama imkânım yok. Ama bir şeyi biliyorum. WhatsApp'a girme zamanı. Babamdan mesaj gelmiş olabilir. Yoksa benim ona yazmam gerekecek: "Gördün mü Alaphilippe'i?"

1
Bugüne dek hiç günlük tutmadım ama bisiklet yarışlarını hep günlük gibi kullandım. 2004 Fransa Turu'nda Voeckler ile tanıştığımda Kartal'da ergenliğin ilk açmazlarıyla boğuşuyordum. 2011'de Voeckler bir kez daha öne çıkarken Valencia'da bir müzik festivalindeydim ve öğlenlerimi plajda veya konser alanında değil, televizyonu olan eski püskü bir barda geçiriyordum. Peşimden sürüklediğim ablamlar ve arkadaşlarım eşliğinde. Sadece Cadel Evans'ın şampiyonluğuna dair oynadığım bahis veya beklenenden iyi iş çıkaran Velogames kadrom değil, Voeckler'in tiyatrosu da ilgimi çekiyordu. Öğlen sahneye çıkan berbat İspanyol grupları yerine onu izlemeyi tercih ediyor, bir yandan da olan biteni çevreme anlatmaya çalışıyordum. Amatörce. Sonuçta Voeckler'in şampiyonluk ihtimali çok sık ayağımıza gelmeyecekti. Tarih kitaplarında karşıma çıkan Roger Walkowiak örneği güzeldi ama Valencia sıcağında sevdiklerimin sabrını bir yere kadar zorlayabilirdim. Ne olursa olsun, Voeckler'in performansında seyredilmeye değer bir şey vardı.
Birkaç sayfa çevirelim günlükte... Bu kez daha profesyonel bir durağa gidelim. 2019... Pandemiden önceki son Fransa Turu. Socrates'in Osmanbey'deki ofisinde, derginin bildik telaşı içindeydik. Ama ritüelim yine aynıydı. Öğlen vakti geldiğinde Eurosport'un karşısına geçiyor ve Fransa Turu etapları süresince heyecanımı paylaşmaya çalışıyordum. Bu kez Voeckler yoktu ama Fransız Tiyatrosu daha büyük bir yıldız kazanmıştı. 'D'Artagnan' lakaplı Alaphilippe, 2015'ten itibaren tek günlük klasiklerde nam saldığı kariyerini başka bir boyuta taşımak üzereydi. İkinci etaptaki atağıyla genel klasmanın lideri olmuş ve tam 14 gün sarı mayoyu taşımıştı. İçten içe kazanamayacağını bilsek de esrarengiz bir hava hâkimdi atmosfere. Ya başarırsa? Zira Thomas'nın aksine Julian'ın paçalarından yetenek akıyordu. Rakibi ve vatandaşı Thibaut Pinot ile kurduğu ortaklıklar, ikilinin beraber kaçtığı dağ etapları sadece L'Equipe'e hayal kurdurmamıştı. Hepimiz büyülenmiştik. Osmanbey'de, döner ve Susurluk ayranıyla geçen öğleden sonralarında, ekip arkadaşlarım Başak Can ve Kaan Demirel'le seyrettiğimiz etaplar dün gibi aklımda. Bir de tasarımcılarımızdan Alptuğ Uslu'nun sigara içmeye çıkarken yönelttiği "Ne yaptı Filip?" soruları. Epey samimiydiler, "Filip" diyecek kadar.
Babam da Alptuğ gibi Alaphilippe ile yakınlaşmıştı. Fransız bisikletçiye ilk vurulduğu yer bir inişti, Galibier'deki 19. etap. 'Puncheur' özellikleriyle ünlenen, Ardennes'lerdeki tek günlük klasiklerin tırmanış finişlerinde fark yaratan Alaphilippe'in uzmanlıklarından biri de inişti. Rakiplerinin çekinerek indiği büyük dağlarda o rahattı. Meslektaşlarının virajları temkinli bir şekilde aldığı noktalarda o bütün köşeleri sonuna kadar zorluyordu. Ayağını pedaldan çekmesi mümkün değildi, daha fazla çevirmek, hızlanmak istiyordu. Yol kenarındaki uçurum veya düşerse alabileceği hasarlar aklının ucundan bile geçmiyordu. Sadece hızlanmak istiyordu. Galibier tırmanışında da Egan Bernal'den Thibaut Pinot'ya büyük tırmanışçıların olduğu grubun arkasına düşmüştü. Ama Alaphilippe vazgeçmeyecekti. İniş kısmında farkı kapattı hatta bir atak bile denedi. Jürgen Klopp'un futbol anlayışına atfedilen bir terimi ödünç alırsak, 'heavy metal bisiklet'ti bu. Sesi sonuna kadar açmak, onunla birlikte kafa sallamak istiyor ama bir yandan da kaygı duyuyordunuz.

Babam da Alaphilippe'in müziğinden etkilenmişti. Fransız bisikletçinin yetenekleri çoğu alanda sınırsızdı, sınırların devreye girdiği yerleri de o umursamıyordu. Gerekirse duvara doğru sürebilirdi korkusuzca. Sadece kazanmak için değil. Keyifli bir seyirlik sunmak için de... Altı saat boyunca beklemek, fırsat kollamak ona göre değildi. Ve en önemlisi bu uğurda yol arkadaşlarına da karşı değildi. Alaphilippe'le birlikte gidebilirdiniz. Fransız halkı, en başta milliyetçi sebeplerle peşine takılmıştı. Daha sonra, tanıdıkça, Alaphilippe'te başka idealleri de buldular. Fransız olmayan milyonlarca başka bisiklet hayranı gibi.
2
Belirsizlik ve özdeşleşme. Alaphilippe'i seyrederken sürüklenebileceğiniz duygulardan ikisi. En başta o varsa her şeyin bir saniyede değişebileceğini biliyorsunuz. Her sene onlarca yarış mı kazanıyor? Hayır. Hatta bazen kazandığından çok kaybettikleri hatırlanıyor. Galip geldiğini sanarak çizgiyi geçmeden kutlamalara daldığı 2020 Liege-Bastogne-Liege'i kaybedişini kim unutabilir ki? Zaten klasiklerde o kadar ikinciliği var ki insan sayarken yoruluyor. Ama seyirlik açıdan büyük bir aksiyon öznesi. O varsa hareket başlıyor.
2015'te takım lideri değilken Ardennes klasiklerine imza atarak ünlenmişti. Liege-Bastogne-Liege ve Fleche Wallonne'u o yıl alabilirdi. Sprinterlerin klasiği Milan- San Remo'ya 2017'de ilk kez gittiğinde üçüncü bitirmişti. Giro di Lombardia'da ilk denemesinde ikinciliği görmüştü. Fransız yıldız, tarihleri ve zorlukları üzerine kitap yazılan yarışların pek çoğunu arka bahçesindeki mahalle maçlarına çevirdi. Zamanla bu saydıklarımın bazılarını kazandı. Görevli motosikletle çarpıştığı 2020 Ronde van Vlaanderen'i bile kazanabilirdi, ilk denemesinde. Onun kitabında şimdiki zaman, tarihin önünde. Flu bir kitap bu. "Asla kazanamaz" diyemiyorsunuz ama tam kazanabileceğini düşündüğünüz yerde de bazen sizi yanıltabiliyor.
Peki ya özdeşleşme? Belirsizliğini, pist dışında da büyük bir halkla ilişkiler kampanyasına dönüştürüyor Alaphilippe ve bunun için beş kuruş harcamıyor. İmza isteyenleri kırmayarak başladığı yolculukta bu sporun en sevilen yüzü oldu. En azından Fransa Turu ve klasikler çerçevesinde. Halkı ona tapıyor. Tarihin en sevilen Fransız bisikletçisi Raymond Poulidor'a verilen 'Poupou' lakabına benzer şekilde, 'Loulou' olarak anılmasının bir sebebi de bu. Alaphilippe, tek başına L'Equipe sattıracak bir figür. Çok sevilse de içe kapanıklığıyla, utangaçlığıyla, mental kırılganlıklarıyla hep mesafeli yaklaşılan Thibaut Pinot'nun ya da muazzam zekâsına ve sporcu ahlakına rağmen istikrarını sürdüremeyen Romain Bardet'nin ardından manşetlere çıktı belki ama bir daha da oradan inmedi. Artısı, ulusunun otuz yıla yaklaşan Fransa Turu hasretini dindirme yükünü hiç omuzlamamasıydı. Alaphilippe'in uzmanlığı klasiklerdi ve orada da işini yapıyordu. Öte yandan Fransa Turu'nu az kalsın kazanacak olması eskisi kadar kahramanlar üretemeyen ülkesi için anlamlıydı. Alaphilippe, 1990'lardan itibaren 'ebedi ikinci' ve 'gönüllerin şampiyonu' etiketlerine abone olan, Voeckler gibi birçok bisikletçiye yapamadıkları üzerinden anlamlar yükleyen Fransızları yeniden mutlu ediyordu. Kazanarak ve oynayarak.
İtiraf edeyim. Ben bir hırsızım. 'Belirsizlik ve özdeşleşme'nin spordaki yerini ben tespit etmedim. Fransız sosyolog Paul Yonnet, ünlü teorisinde spor müsabakalarını ikiye ayırıyordu. Fransa Turu'nun merkezindeyse hem belirsizliğin hem özdeşleşmenin yattığına inanıyordu. Onun teorisinden hareket eden akademisyen-yazar Hugh Dauncey, 'Tur'un Fransız Bisiklet Kahramanları: Kazananlar ve Kaybedenler' başlıklı makalesinde Fransa Turu tarihine bir bakış atmıştı. Le Tour'un 100. yılı için hazırlanan ve 2003'te çıkan kitap, farklı makalelerle aynı temanın peşinden gidiyor, Fransız bisikleti üzerinden toplumu anlamaya gayret ediyordu. Dauncey, 1920'lerdeki ilk doping vakalarından itibaren Fransız toplumunun bisikletle kurduğu ilişkinin temelinde güven, belirsizlik ve özdeşleşme yaratan bisikletçilerin yattığına inanıyordu. Halk kimlerle özdeşleşiyordu? Poulidor, baş tacıydı. On yılı aşan bir rekabette Poulidor'u sürekli mağlup eden bir başka Fransız, Jacques Anquetil ise aynı ölçüde sevilmiyordu. Neden?

Gerçek, sporda da algının gölgesindedir. Sporcuların karakterlerinden bağımsız olarak, bazen o karakterin kitlelerce anlaşılma biçimi anlatıyı yaratır. Poulidor-Anquetil gerilimi de Fransız bisiklet edebiyatını sürükledi yarım yüzyıl boyunca. Ama başkaları da vardı. Fransa Turu'nda kulüp takımları yerine milli takımların mücadele ettiği 1940'lar ve 1950'lerde Louison Bobet kraldı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik ve sosyal anlamda toparlanmaya çalışan ülkesine üç şampiyonlukla moral vermişti. 1950'lerden 1960'lara uzanan çizgide beş kez Le Tour'u alan Anquetil ise başka bir fenomendi. Zamana karşı uzmanlığı merkezinde elde ettiği sarı mayolar, kamuoyu ve medya karşısındaki soğuk tavrıyla birleşerek kalpleri kazanmasına engel olmuştu. Bunu çok da takmıyordu. Zaten halkı, ebedi ikinci Poulidor'a âşık olmuştu bile. İlaçların, iki tekerdeki egemenliğinin konuşulmaya başlandığı o yıllar, kaybedene daha da büyük bir ahlaki yücelik yüklüyordu. Anquetil'in bir şanssızlığı da buydu. Onun yükselişinde teknolojik kusursuzluk, estetik mükemmeliyet ve dış dünyayı umursamayan bir karakter vardı. Fransız kırsalını, 'gerçek halkı' âşık eden Poulidor ise talihsizlikler üzerinden kuruyordu hikâyesini. Savaş sonrası dünya değişiyordu ve teknoloji, Fransız coğrafyasını değiştiriyordu. Tutunacak değerler arayanlar, geçmişi olduğundan daha toz pembe hatırlayanlar ve referans noktalarını kaybetmek istemeyenler Poulidor'a, olduğundan daha büyük anlamlar atfediyordu.
Köprünün altından çok sular aktı ama Alaphilippe'in yükseldiği binada da o değerlerden bazıları var. 1980'lerin büyük şampiyonu Bernard Hinault'da olduğu gibi. Bir Bretagne köylüsü olmaktan hep gurur duyan Hinault, Fransa'nın kökenleriyle olan gerilimli ilişkisinin yansımalarından biriydi. Bisiklete daha fazla para ve televizyon girerken, ABD'li Greg LeMond gibi global yıldızlar çıkarken; asık suratlı, sert bakışlı ve sinirli bir Fransız, teatral yeteneğiyle ülkesini peşinden sürüklüyordu. Aynı dönemin bir başka yıldızı, Parisli bir profesörü andıran, kentli Laurent Fignon'un aynı oranda sevilmemesinin sebebi de Hinault kadar kazanamaması değildi sadece. Bu işte kazanmanın ve kaybetmenin ötesinde bazı anlamlar, tesadüfler, tartışmalar vardı. Hugh Dauncey'ye göre bütün bu şampiyonlar savaş sonrasında Fransa'ya dair bir şeyler söylüyordu. Fakat çoğunda, mesela Hinault'ya gösterilen ilgide olduğu gibi, Fransızların işçi sınıfı sevgisi, sınıf atlamaya duyduğu merak, kırsal kökenleriyle kurdukları sevgi-nefret ilişkisi vardı.
Bobet'den Anquetil'e, Poulidor'dan Hinault'ya, Jalabert'ten Alaphilippe'e giden köprüde kökenler ve 'panache' hep merkezdeydi. Özünde Fransız seyircisi, sporcularında kusursuz bir hesap kabiliyeti değil, isyankâr bir ruh, dinmeyen bir hırs ve kaybederken bile sönmeyen bir ateş görmeyi arzuluyordu. O yüzden de müzisyen bir babanın orta halli ailesinde yetişen, erken yaşta okuldan ayrılan, ordunun bisiklet takımında iki teker yeteneğini büyüten Alaphilippe'e aşkla bakıyorlar. Onda kökenlere bağlılık, aileye saygı, geçmişle bağ yerli yerinde. Bunun yanında Pinot ve Bardet'nin aksine erken yaşta Belçika takımı Quick-Step'le anlaşması ve işini en son imkânlarla yurtdışında geliştirmesi de hikâyesini daha karmaşıklaştırıyor. Alaphilippe'in tiyatrosunda her türlü temaya yer var: Geçmiş, gelecek, eski, yeni, burası, orası. En önemlisi de canlı bir hikâye bu. Asla kuklaya dönüşmeyi kabul etmeyecek özgür bir ruhun peşinde. Alaphilippe, bisikletin son yirmi yıldaki en başarılı ve istikrarlı klasik takımı olan Quick-Step'te bile asla makinenin dişlilerinden birine dönüşmüyor. Her zaman kendine has bir dünyası ve değerleri var. Taktiklere elbette bağlılık duyuyor ama gitmesi gerektiğini hissediyorsa gidiyor.

3
Peki, şimdi nereye gidiyor? 2021 Dünya Yol Bisikleti Şampiyonası'nın son elli kilometresindeyiz. Altı saati aşan yarışta Fransa zaten hep başroldeydi. 2020 Imola'daki tartışmasız Alaphilippe taktiği ve zaferi sonrası Belçika'ya farklı bir stratejiyle gelmişlerdi. Alaphilippe, gökkuşağı mayoyla geçirdiği yılda formunu koruyamamıştı. Babasının vefatıyla çocuğunun doğumu arasındaki sürede sportif şanssızlıklar yaşamış, performansını biraz kaybetmişti. O yüzden milli takımı sadece ona bakmıyordu. Florian Senechal da ortak liderdi ve favoriler arasındaydı. Ama elli kilometre kala yaptığı hamleyle Alaphilippe her şeyi karıştırdı. Ev sahibi Belçika'nın göz bebeği Wout van Aert, Hollanda'nın yıldızı Mathieu van der Poel ve pek çok başka favori beklemedeydi. Lakin Alaphilippe hareket halindeydi. İlk önce onu takip ettiler. Sürekli aktif olan, bütün kaçış gruplarının içinde yer alan Fransa'nın son büyük dokunuşunun ondan geleceğinden kimse emin değildi ama yine de denemeye değerdi. Değdi de... Rakipleri, 21 kilometre kala bir kez daha kalkışa geçen Alaphilippe'i takip edemediler. Yanında kimsecikler yoktu. Thomas Voeckler hariç.
Fransız direktör, takım arabasıyla birlikte yarış boyunca birkaç kez Alaphilippe'in yanına gelmişti. Bilhassa 37 kilometre kala favoriler grubunun arkasında yaptıkları hararetli sohbet dikkat çekiciydi. Fakat kartlar açıldıkça o da en az Alaphilippe kadar şaşırmıştı. Çünkü Imola'daki planın benzeri bir atağı ikisi de öngörmemişti. Voeckler, daha sonrasında samimi bir şekilde bunu itiraf etmiş, bu zafer tiyatrosundan pay almamayı tercih etmişti. Emek ve fırsattan istifade etme becerisi, Alaphilippe'e yazılmalıydı. Ama tiyatro bitmemişti. Belçika seyircisinin ıslıkları ve "Yavaş ol, bizimkiler yetişsin" bağırışları eşliğinde Alaphilippe finişe gidiyordu. Voeckler ile yarış boyunca kurduğu iletişimde hep bir takım oyuncusu edası takınmış, sanki Senechal için çalışıyormuş gibi görünmüş, kameranın onu çektiğine emin olduğu bölümlerde yorgunluktan bitiyor görüntüsü sunmuştu ama en sonunda tek başına finişe gelmişti. Bir kez daha dünyanın en iyi bisikletçisi ve tiyatrocusu olarak. Felsefesi, daha önce de belirttiği gibi hem aktör hem seyirci olmaktı. Bugün iki işi de ustalıkla becermişti.
Geride kalan, 2021'in en özel bisiklet yarışıydı ve bundan pek çok sportif, kültürel hatta tarihsel çıkarım yapılabilirdi. Mesela uzun süredir bisiklet haritasında eski kuvvetinde olmayan, bir daha da oralara çıkamayacağını içten içe bilen, Fransa Turu hasretinin sona ereceğine artık inanmayan ve aslında iki teker dışında da uzun süredir kendini dünyanın merkezinde hissetmeyen bir ülkenin kahramanında bulduğu mütevazı çığlıkları görebiliriz o zaferde. Ya da bu haddinden fazla uzun cümleyi ve sosyolojik analizleri başkalarına bırakıp günlüğümüze yeni bir sayfa ekleyebiliriz. 26 Eylül 2021, Filip'in ikinci kez dünya şampiyonu olduğu gün. Gördünüz mü Alaphilippe'i?