
Deli Oğlan
19 dk
Pembe saçlar, yırtılan gömlekler, bitmeyen kavgalar... Gianmarco Pozzecco, doksanları dolu dolu yaşadı ve bundan ötürü hiç pişman değil.
Basketbol kariyeri boyunca çalıştığı her koçla kavga eden sorunlu bir yıldızın, yıllar sonra yeni antrenör adayları için rol modeli olacağını kim tahmin edebilirdi ki... Roma efsanesi Daniele De Rossi'nin "Antrenörlük kursuna başladım. Başarısı bana ilham veriyor" diye andığı Gianmarco Pozzecco; Şubat 2019'da devraldığı Sassari'de altı ayda iki kupa kazandı, play-off yarı finalinde Milano'yu süpürdü, toplamda 23 maç üst üste galip geldi. Virüs salgınına kadar, bu sezon da işler gayet yolundaydı... Uzun lafın kısası, Poz halinden memnun. Öyleyse zamanı biraz geriye saralım...
"Evime, Trieste'ye hiçbir zaman geri dönebileceğimi sanmıyorum çünkü annem ve babam akşam yemeğinden sonra dışarı çıkmama izin vermezler..."
Bununla mı başlayacaksın? S.çayım, âdeta askeriye gibiydi.
Yani, aslında evet; Gianmarco Pozzecco ismiyle 'akşam yemeğinden sonra evde kalmak' pek bağdaşmıyor diye devam edecektim... Aileniz sert miydi size karşı?
Ehhhhh... Benim normal olmadığımı erken kavramışlardı diyelim. Belirli kurallar koymak zorundaydılar, onları suçlamıyorum. Enerjimi bir yere aktarmaları gerekiyordu... Abim Gianluca, benden iki yaş büyüktür, basketbola da onun yancısı olarak başladım. Tullio Micol diye çok emektar bir antrenör vardı Trieste'de. Abim altı yaşında, ben de dört yaşındayım... Abimin antrenmanının bitişinde topla oynamıştım; koç, anneme dönüp "Bir sonraki idmana çift şort getirin lütfen. Bu küçük de oynasın" demişti. Öyle başladı.
1972 doğumluyum; çocukluğumu geçirdiğim Trieste, bugün hâlâ ülkemin Balkanlara en yakın şehri. Benim dönemimde Yugoslavya vardı ve babam da şu anki adıyla Koper, eski adıyla Capodistria doğumludur. Şimdi oturup soyağacımızı çıkartmayacağım ama özetle Yugoslavlık var bizde. Bilhassa Hırvatlık. Bundan da gururluyum, kendimi o topraklara yakın görüyorum. Hissediyorum Yugoslav kökenimi.
Konu biraz dağıldı ama…
Dur geleceğim tekrar oraya. Boşver şimdi Trieste gece hayatını. Devam ediyorum... Bizimkilerle yazın bir karavan kiralayıp bugün Hırvatistan'a ait olan kıyılara geçerdik. Üç ay boyunca aile tatili yapardık Yugoslavya'da. Her akşam tatil yerindeki basketbol potasına gidip abim ve ben; iki sıska İtalyan oradaki iri Balkan çocuklarının olduğu gruba katılırdık. Çok komik bir ortam olurdu çünkü yazın çalışan ve akşam altı gibi işten çıkan orta yaşlı, hatta yaşlı insanlar da çocuklara katılırdı ve herkes Drazen Petrovic'i taklit etmeye çalışırdı. Drazen'in vardır ya imza crossover hareketi... Onu yapmaya çalışırdı herkes. Hatta şuna çok şaşırmıştım; ülkemde sokakta basketbol oynarken bir kavram vardı, hücum eden takım sayı atamadığında diğer takımın ribaundu alıp dışarıya çıkması gerekirdi...
Bizde de var. 'Ampul' diyoruz hatta...
Öyle mi? Ampul de ne s.kim isimmiş. Neyse dışarı çıkıyorduk işte ama Yugoslavlar öyle oynamazdı. Hücumda ya da savunmada, ribaundu aldığın an istediğin her şeyi yapabilirdin. Ayı Balkan çocukları da bizi bir güzel döverdi pota altlarında. Belki topsuz oyundan nefret etmem o günlere dayanıyordur, bilmiyorum. Üç ay dayak yerdik, sonra Trieste'ye evimize dönerdik. Ardından evde annemin baskın olduğu günler başlardı. Mesela bir hikâye anlatayım bu dönemden…
Hangi yaz hatırlamıyorum ama yirmili yaşlarımın başındayım. Kişisel antrenörümün eşi vasıtasıyla bir kuş almaya karar verdim. Böyle bir Hindistan türü, tam papağan sayılmaz, biraz kargaya benziyor. "Daha çok genç. İstediğin kelimeleri öğretebilirsin Poz. Yaşlı olsaydı işin zordu" dediler ve ben de teslim aldım. Adını da Dennis Rodman koydum. Yaklaşık üç ayı evimde, birlikte geçirdik. Vaffanculo, cavolo, che culo, fuck, malaka gibi küfürler öğretmeye çalışıyorum ama nafile. Olmuyor. Bir türlü söylemiyor istediğim küfürleri. Artık çok sinirlendim ve tam tatile çıkmadan önce annemlerin yanına uğrayıp, "Bu s.kik karga sizde kalsın. Ben baş edemiyorum" dedim ve orada bıraktım Rodman'ı. Herhangi bir beklentim yoktu ama tabii annemi tanımayanlar için şunu söylemeliyim, dünyada ondan daha konuşkan biriyle tanışmadım. Katiyen susmaz. Alçıya alır. 15 gün sonra tatilden döndüğümde acı manzarayla karşı karşıya kalmıştım: Karga kılıklı bu papağan aynı annemin ses tonuyla konuşmaya başlamış, onun kelimelerini tekrarlıyordu. Bu nankör kuşa aylarımı vermiştim ama annem iki haftada çözmüştü işi. Yine de Rodman'ın kısa süre içinde kendini öldüreceğinden emindim. Anneme kimse bu kadar uzun süre dayanamazdı.
Hazır uçan canlılardan da bahsetmişken 'La Mosca Atomica' yani atom karınca lakabınızı sormak istiyorum...
Bir saniye, annemle ya da işte ailemle alakalı şunu netleştirmiş olayım: Onu çok seviyorum, keza babamı da... Sadece o dönemlerde; zordu, anlıyor musun? Mesafeye ihtiyacım vardı. Soru neydi bu arada?
Atom karınca...
Yani iyi niyet olduğunun farkındayım ama gerçekten mi? Bok gibi bir şey bu. Böcek sonuçta. Hatta bir sinek. Herkesin bildiği gibi de böcekler ya da sinekler, gün gelir bokun üstüne konarlar. Bu lakap da bana bok gibi yapıştı kaldı. Sevmiyorum. 'Poz' güzel işte. Yetiyor.
Peki, evden ayrılış ve Varese'ye gidişinizi konuşacak olursak; 1990'lı yıllarda İtalyan basketbolundaki atmosferi nasıl anlatırsınız?
Varese'nin tarihi malum. 1970'lerde beş kez Euroleague'i kazanıyorlar, eğer yanılmıyorsam yine 1980'e kadar olan periyotta altı da lig şampiyonluğu var. Seksenleri, doksanları ben bizzat yaşadım... Ülkemin dünya basketbolundaki yerini, o zamanki gücünü düşündüğümde bugün kahroluyorum. Çünkü NBA'in ardından en iyi lige biz sahiptik. Avrupa'daki diğer tüm ülkelerde oyuncular İtalya'ya gelmek, burada şöhret ve para kazanmak isterlerdi. Beşer yıllık periyotlarla bunu yavaş yavaş kaybettik. 2000'lerin ortasında ivme tamamen kayboldu.
Ben 1994 yazında Varese'ye geldim. Takım birinci lige yeni çıkmıştı. Andrea Meneghin ve Arijan Komazec vardı kadroda, alt ligden itibaren birlikte oynuyorlardı. Virtus, Fortitudo, Benetton ve Stefanel'in ardından ilk sezonu beşinci bitirmiştik. Koçumuz Dodo Rusconi'ydi ve sevgi-nefret ilişkisini ilk onunla tattım. Harika bir takım değildik ama kötü de değildik. Birinci lige yeni çıkan bir takım için sonuçlar çok iyi gibi gözükebilirdi ama bence 'idare ediyor' gibiydik. Ligde çeyrek finali görüyor ama ötesine geçemiyorduk, Koraç Kupası'nda da durum pek farklı değildi. Kelimenin tam anlamıyla vasattık.
Eski bir röportajınızda karşısında en zorlandığınız guard'ları sıralarken Sasha Djordjevic, Oded Kattash ve Petar Naumoski'nin ismini verdiğinizi gördüm. Biraz daha detaylandırabilir misiniz, bilhassa Naumoski kısmını...
Na-mik Polat... Değil mi, böyleydi adı? Bugün bile Efes Pilsen & Naumoski ilişkisine yakın bir örnek görmüş değilim. Hayatımda bir daha göreceğimi de sanmam. Düşünün ki bir oyuncu, Avrupa kupası hedefleyen bir takımı neredeyse tek başına sırtlayıp zafere taşıyor... Conrad McRae ya da Ufuk Sarıca gibi büyük oyunculara saygısızlık etmek istemem ama ömrüm boyunca Naumoski'nin Efes'te yarattığı etkiyi başka bir takımda yaratan bir oyuncu ya da oyuncunun bunu yaratmasına izin veren bir takım görmedim. Petsi, tepeden ikili oyun oynar ya da kendi bitirirdi. Gözlerimin önünde tek başına Stefanel Milano'yu yıkışını izledim; ki biz Varese'yle o yıl gruptan Efes'le birlikte çıkmış, çeyrek finalde de Stefanel'e elenmiştik. Rövanş maçında Milano'da takım arkadaşım Nikola Loncar'la birlikte salondaydık. Muhteşem bir takıma karşı her türlü zorluğun üstesinden neredeyse tek başına geldi. Basketbol bir takım sporu olduğu için böyle tabirler kullanmaktan hoşnut değilim ama gerçekten öyle. Bir istisnaydı bu ilişki.
1996'da Efes'le oynadığımız Koraç Kupası maçlarından ikincisinde Naumoski'den ödümüz kopuyordu. Milyonlarca liret ödeyerek aldığımız bir pivot vardı, Mimmo Morena... Napoli'den gelmişti, böyle dev gibi bir adam. Milyonlarca liret falan etmeyecek bir oyuncu. Düz bir pivot. Neyse, sonra öyle olduğu anlaşıldı zaten de Mimmo'nun olayı ikinci maçta gidip Naumoski'yi sakatlamış olması. Tabii ki bilerek yapmamıştı ama 20 sayıyla kaybettiğimiz ilk maçın ardından grupta gittik rövanş maçını 25'le kazandık Efes'e karşı. Bütün takım, şaka yollu da olsa yıllar boyunca "Bravo Mimmo, nihayet bir boka yaradın" demişti adamın yüzüne karşı. Çok da iyi bir insandı, defalarca özür dilemişti Petsi'den...
İstanbul deplasmanlarından neler hatırlıyorsunuz? "Hop hop Pozzecco" tezahüratı, Lloyd Daniels'ın devrede 30 sayı attığı Galatasaray-Varese maçı ya da Ülker, Fenerbahçe gibi rakiplerden aklınızda neler kaldı?
"Mali Poz..."
2004'te Köln'deki bir turnuvada Dream Team'i yenmiştik. Telefonda mesajlaşmanın pek yaygın olmadığı yıllar... Maçtan çıktığımda otobüse binerken telefonumu açtım, 385 tane mesaj var. Sürekli BEEP BEEEP BEEEEP diye ötüyor alet. Mesajlarda şöyle bir göz gezdirirken telefonum çalmaya başladı, ekran değişti haliyle... Gelen arama: Predrag Danilovic. "Herhalde tebrik etmek için arıyordur" diye düşündüm, açtım telefonu. Hattın öbür ucunda sert bir ses... "Ej, ti mali Poz. It's my move. You won't do this again..." Mali = Küçük demek. Yani bana "Küçüğüm, bir daha o hareketi yapmayacaksın. O benim hareketim" diyor. Ne kast ettiğini sonradan anladım; ben Allen Iverson'ı driplingle geçip basketi attıktan sonra öne doğru eğilerek selam vermiştim... Bilinçli değildi, anlık bir hareketti. Ama Danilovic söyledikten sonra da korktuğum için bir daha asla yapmadım.
Fenerbahçe forması giyen Mahmoud-Abdul Rauf'a karşı oynamak inanılmazdı. Hep birlikte 20'lik olduk ve döndük Varese'ye. Her yerimden geçip sayı atmıştı. Lloyd Daniels da benim ve yakın dostum Andrea Meneghin gibi, tam bir manyak. Galatasaray'dan önce Scavolini'de oynamıştı ve Menego'yla onu birkaç kez gece dışarıya çıkarmıştık. Geçmişte karıştığı bir silahlı çatışmadan vücudunda kalan kurşun parçaları sebebiyle X-Ray cihazlarında sürekli öterdi. Ceket cebinde taşıdığı 'kurşun belgesi' kaç kez incelenmiştir acaba... Menego'yla onu çok sevmiştik ve Varese'de yönetime gidip "Lloyd'u almamız lazım" diyerek başkanı ikna etmeye çalışmıştık. Başkan, "Sizin önerdiğiniz adamı hayatta almam. Sizden bir tane daha olursa takımı akıl hastanesinde kampa almamız gerekir" cevabını vermişti, olmamıştı transfer. Galiba bu olaydan iki yıl sonra oynadık Galatasaray'la. Her yerden atmaya başladı, sonra yoruldu haliyle, biz kazandık... Türkiye'deki maçlardan hep çok keyif almışımdır çünkü salonlar dolu, taraftarlar kızgın olurdu. İstanbul da imkânları bol bir şehir... İbrahim Kutluay, ben ve Menego zaten Milano'da dışarı çıkmıştık ama esas bu Mirsad Türkcan çok ısrarcıydı. Bak bu ciddi; sıkı sıkıya bağlı olduğum bir kural vardır. Maçtan önceki gece asla dışarı çıkmam, maçtan sonra da evde oturmam. Ama gerçekten sıkı sıkıya bağlı olduğum bir kural bu. Dünyanın en büyük partisi varsa da çıkmam maç öncesinde. Maç sonrasında da genellikle uçak seyahati olmasını istemem çünkü türbülans beni fena ediyor, çok içmişsem sürekli kusuyorum uçakta. Maçtan sonra bu Türkcan beni buldu, otel odamın kapısını çalıyor "POOOOZ NEREDESİN" diye. Müthiş bir adam... Her ne kadar bunu itiraf etmekten utansam da sabah erken kalkacak olan uçakta kusma korkusundan odada değilmişim gibi yaptım. Kapıyı çalıyor, açmıyorum, saklanıyorum... Karizmamız çizilmişti o gece.
Saçlarınızı; beyaza, kırmızıya, yeşile veya pembeye boyatmanızın sebebi neydi?
Dodo Rusconi'yle ilişkimden biraz bahsetmiştim. Koç, yetmişlerde kupalar kazanan efsane Varese takımının oyuncularından biriydi ve biraz eski kafalı bir adamdı. "Oyun kurucu başkalarını oynatmalı, kendine oynamamalı" derdi hep. Aramız öyle ilk günden itibaren kötü değildi ama demiştim ya; biraz sevgi-nefret durumu vardı. 1996'da dizimden ağır bir sakatlık geçirdim, "Poz artık dönemez. Kariyeri bitti" yazıyordu herkes. Tabii, bugünkü gibi değil tedaviler... Yanlış hatırlamıyorsam sezonun beşinci maçındaydık, tedavi için Bologna'ya gittim ve dördüncü ayın sonunda takımla idmanlara döndüm. Hazırdım.
Rusconi'nin beni takıma geri almaya niyeti yoktu çünkü hem sonuçlar geçen sezonua oranla daha iyiydi hem de aramızda bu tansiyon vardı. Sorunlarımı unutmamı sağlayan, beni sakinleştiren en büyük uğraşım basketboldu ve oynamamaya tahammül edemiyordum. Bir gün çok ısrarcı oldum ve koç da kayıtsız kalamadı. "Gianmarco bak, şehrin tepesindeki dik kilise yolunu 25 dakikadan daha az bir sürede koşarsan seni takıma alacağım" dedi. Normalde imkânı yok, motosikletle falan anca çıkarsınız o sürede ama ben antrenörümle günlerce çalıştım ve 24 dakika 56 saniyede ulaştım kiliseye. O güne kadar "Yutkunurken kan geldiğinde ancak maksimumunu vermiş olursun" sözünün gerçek olmadığını düşünürdüm, tepeye çıktığım anda kan tükürdüm. Yine de beni geri almadı takıma. 1997 yazında da ayrılarak Pistoia'ya gitti.
Hikâyeyi anlatmadınız...
Evet, ne diyordum... Rusconi'ye karşı çok bilenmiştim. Saçları bembeyazdır, pamuk gibi... 1997-98 sezonunun başlangıcında yeni takımı Pistoia ile kupanın ilk turunda eşleştiğimizde 'ilahi adalet' diye düşünmüştüm. Yeni koçumuz Carlo Recalcati'ydi ve başta o olmak üzere, bütün takıma bu eşleşmenin benim için ne ifade ettiğini anlattım. "Eğer elersek saçlarımı Rusconi gibi beyaza boyatacağım. Bir mesaj vermek için" dedim. Pistoia'daki maçta ilk yarıda 26 sayı atmıştım, kazandık. Varese'de yine farklı galip geldik ve ertesi sabah berberin ilk müşterisi bendim. Pamuk dede gibi çıktım dükkandan.
1999'da İtalyan basketbol tarihinin en büyük sürprizlerinden birinde, Varese Roosters'ın lig şampiyonluğunda "Herkes bana palyaço ya da soytarı diyor; evet bir palyaço olabilirim ama en azından bir numaralı palyaçoyum" deyişinizi hatırlatmak istiyorum...
Bak orada saçlarım pembeydi mesela. Daha sezonun başında lokavt sebebiyle Fortitudo'nun Vinny Del Negro'yu aldığı, Kinder'in NBA draft'ında ilk sırada seçilen Michael Olowokandi'yi getirdiği, çılgınca para harcanan bir yıl. Fortitudo'da Karnisovas, Myers, Fucka var; Kinder zaten Rigaudeau, Danilovic, Nesterovic falan acayip bir takım. Her iki Bologna takımı sezon sonunda Euroleague'de Final Four yapıyor. Benetton'un koçu Zeljko Obradovic, Panathinaikos'a gitmeden önceki son sezonunda, o yılın Saporta şampiyonu... Yani, bu takımlar arasından çıkıp ligi kazandık diye demiyorum ama gerçekten rekabetin inanılmaz boyutlara ulaştığı bir sezon. Yarı finalde Ettore Messina'nın Kinder'ini 3-1'le geçtik, finalde de Zeljko'nun çalıştırdığı Benetton'u 3-0'la süpürdük. Yabancılarımız Veljko Mrsic ve Daniel Santiago'ydu, ABD'li oyuncumuz yoktu ve ana oyuncularımızdan biri Giacomo Galanda'yı rakibimiz Fortitudo'dan kiralamıştık. Recalcati bize yüksek tempolu, modern bir basketbol oynatmıştı. Büyük şoktu diğer takımlar için bizim şampiyon olmamız. Maccabi'nin İsrail Ligi'ni kazanması gibi bir şey değil ki bu...

"Maçtan önceki gece asla dışarı çıkmam. Maçtan sonraki gece de asla evde ya da otelde kalmam."
Başta Recalcati olmak üzere birçok kişi Varese'den daha iyi kontratlar için ayrılırken siz neden kaldınız?
Zeljko, Panathinaikos'a gittiğinde beni istemişti. Bir kere telefonda konuştuk ama gitmek istemedim çünkü Varese'de kral gibiydim. Milano'ya 45 dakika uzaktaydım, inanılmaz bir ilgi vardı, hücumda top hep bendeydi... Gerizekalıyım işte. Zeljko'yla yıllar içinde birlikte çok vakit geçirdik; hatta belki bunu anlattığım için bana kızacak ama birkaç yaz önce Zagreb'de yemek yerken beni yine çok etkiledi. Zeljko'yla yemek yiyorsanız hesabı ödeme şansınız sıfıra yakındır, hatta sıfırdır diyeyim ve o gün Veljko Mrsic de bizimleydi. Veljko, "Oğlum bak, sakın salakça bir şey yapma ben ödeyeceğim hesabı. Obradovic'e çaktırmayacağız" demişti. Benim için sorun yoktu ama Zeljko her şeyi öyle kontrol altında tuttu ki Veljko hesabı göremedi bile. Kalkarken gece ikiye gelmişti saat; Zeljko böyle hiç çaktırmadan, gösterişsiz bir şekilde öne doğru eğilerek 50-60 Euro hatta belki de daha fazla bir para sıkıştırdı garsonun cebine. "Bu saate kadar bizimle uğraştınız" gibi bir şey söyledi ve dediğim gibi bunu müthiş bir gizlilikte yaptı. 1999 yazında Panathinaikos'a gitsem, kim bilir... Muhtemelen çok daha oturaklı, bilge bir insan olacaktım.
Olimpiakos değil miydi sizi çok isteyen Yunan takımı?
O daha önce. Varese'yle şampiyon olmadan bir yıl evvel. Yarım milyon dolar kontrat fesih bedeli ve kazandığımın dört katını önermişlerdi. Salaklık... Bugün geri dönüp baktığımda kararımı meşru kılacak bir sebep göremiyorum. Ivkovic'le Olimpiakos'ta ya da Obradovic'le Panathinaikos'ta birlikte çalışabilirdim. Yürür müydü? Emin değilim ama Duda ya da Zeljko gibi baskın, babacan ve saygı kazanmış karakterlerle iletişimim daha farklı olurdu diye düşünüyorum. Çünkü gerçekten, büyük hayranlarıyım. Duda ile ben yıllar sonra Khimki'de oynarken o Dynamo Moskova'nın koçu olduğunda karşı karşıya gelmiştik. Play-off dönemiydi; saha avantajı bizdeyken ilk maçı Oscar Torres'in süre bitmiş olmasına rağmen kaydettiği 'şans' basketiyle kazanmıştık. En azından hakemler ilk anda 'Basket geçerli' işaretini vermişti. Duda, sinirli bir şekilde benchten kalkıp masa hakemlerinin oraya doğru koşmaya başladı. 60 küsur yaşında o zamanlar... Rusya'da da her maçtan sonra güvenlik sahanın içine girer, hakemler için de ayrı bir kordon oluştururlar. Duda bu kordonun etrafından dolaşıp hakemlere ulaşmak istedi, olmadı. Ben kenardan izliyorum ve biliyorum ki Oscar'ın basket normalde geçerli olmamalı, en azından bir saniye falan geçmiş top daha elinden çıkmamışken... Duda'ya bakıyorum, bir yandan gülümsüyorum. Ivkovic çok geçmeden bir güvenliğin yüzünü hakemlere doğru dönmesini fırsat bilerek ayağını o kordonun altından sokarak hakemleri arkadan tekmelemeye başladı. Gördüğüm en cool hareketlerden biriydi, sanırım o gün yirmi farklı kişiye anlattım bu hareketi. Hakemler çok geçmeden basketi geri aldılar, Moskova kazandı...
Seri devam ederken ikinci maça geçtik. Salon koridorunda maçtan önce Duda'ya olan hayranlığımı dile getirmek için hazırım. Kırık Sırpçamla giriş yaptım... "Dobar dan kako ste Duda" gibi "İyi akşamlar, nasılsınız" anlamına gelen bir şey söyledim gülerek... "İyiyim Gianmarco" diye karşılık verdi ve ben de oradan güç alarak, "Ama Duda, hakemleri tekmelememen gerekir" diye devam ettim. Ortam buz kesti.
Duda, müthiş bir ciddiyetle "Hey küçük. Ben böyle bir şey yapmadım" dedi. Yani, zaten küçüğüm ben, ereksiyonunu kaybeden penis gibi bir anda söndüm. Titremeye, terlemeye başladım. Koridorda da karşılıklı, birbirimizin aksi yönlerinde ilerliyoruz. Tam birbirimize değebilecek noktaya geldiğimizde bana omuz attı. Biraz daha ufaldım... Ufacık, küçücük biri oldum. Özür dilemek için tam bir girişimde bulunacağım, gerginliğimi fark edip bana göz kırptı ve "Çaktırma" dedi. Geçti, gitti…
Poz > Kerr
İtalya'da 27 sayı ortalamayla oynuyordum ve 2001'de Toronto Raptors'ın kampına katılmaya karar vardım. Bob Zuffelato vardı idari ekipte; uzun yıllar scout'luk yapmış, sonrasında asistan GM'liğe geçmişti... Ben ilk maçı iyi oynayınca teklif yapmaya karar verdiler. "Poz seni üçüncü guard olarak alabiliriz ama bu pozisyon için Carlos Arroyo ile mücadele etmek zorundasın" gibi bir cümle sarf ettiklerini hatırlıyorum. "S.kerim böyle işi. Ben ondan daha iyiyim" deyip eve geri dönmüştüm ama birkaç yıl içinde Arroyo'nun 16 milyon dolarlık kontratını haberlerde görünce kimin kime ne yaptığı belli oldu. Yine de... Güzel bir dönemdi çünkü ben Nike sporcusu olarak ABD'ye gitmiş; Tim Grover'la bir hafta çalışmış, Michael Jordan'la antrenman yapmıştım. MJ o dönem geri dönmeyi düşünüyordu ve zaten kısa süre içinde Washington'la imzalayacaktı. İtalya'da o hafta Jordan'la yaptığım maç yüzünden çeşitli dedikodular çıktı, işte yok efendim neymiş ben MJ'den topu çalmışım ve göz kırparak "Michael, seni daha iyi bir oyuncu olarak bilirdim" demişim. The Last Dance'i hepimiz izledik... Canıma susamadım. Birkaç kez farklı takımlarda olduk ama en güzel anım, aynı takımda birlikte 5-5 oynadığımız ve skorun 9-9 olduğu anda ona ikili sıkıştırma gelince bana çıkarttığı pasla olmuştu... Utah serisinde Steve Kerr'ün kaydettiği maç kazandıran baskette olduğu gibi, yardımı cezalandırmaya hazırdım ama savunma bana yetişince bomboş durumdaki başkasına attım topu. O da salak gibi gitti kaçırdı son şutu. Ben atsam, Michael'ın kollarına koşup "Artık senin Steve Kerr'ün benim" diyebilirdim...
Baskın karakterler demişken... 1999'da kariyerinizin zirvesindeyken milli takım koçu Bogdan Tanjevic tarafından kamptan gönderilmek nasıl hissettirmişti? "Takımımda bir farfallone'ye (zampara, her çiçeğe konan kelebek) ihtiyacım yok" açıklaması biraz sert değil miydi?
Oyunculuk dönemimde eğer Boşa bir caddede karşıdan karşıya geçiyor olsa ve ben de arabayla yolun diğer ucundan ona doğru geliyor olsam, frene basmazdım. Ona saygı duymadığımdan değil, kariyerim boyunca bana karşı birçok antrenörün yapmadığı şekilde dürüst davranarak "Gianmarco, benim istediğim basketbola uygun değilsin. Basile ve Meneghin'le kotaracağım oyun kurucu pozisyonunu, lider de Myers olacak" diye yüzüme söyledi. "Myers seni istemiyor" ya da "Başka problemler var" diyebilirdi, arkadan dolanmadı. Ben küçük bir rolle kalabilirdim ama söyleyin bana; tutkuyla oynadığım ve 40 dakikalık oyun süresini bile yeterli görmediğim basketbolda, ligin belki de en iyi oyuncusuyken o sürelere nasıl razı olacaktım? Yapamazdım. Kendimi ikna edemezdim.
Farfallone hikâyesi de şuradan... Otelde kamptayız, ertesi gün Acropolis Turnuvası'na gideceğiz Atina'ya. Ama maç falan yok o gün ya da ertesi gün. Federasyon da kaldığımız oteli, Milano'nun en iyi gece kulübünün üstünde tutmuş. Bunu görünce çocuklara "Bu gece kesin çıkıyoruz" dedim. Beklemeye başladık. Boşa, oteldeki odaları en başta asansörün yanında kendi odası olacak şekilde ayarlamıştı. Yani 1 numaralı oda onun, asansörün dibinde ve sonrasında bizim odalar geliyor... Tanjevic'in odasını geçmeden asansöre binemiyorsunuz, merdivenle iniş gibi bir ihtimal de yok. Akşam yemeğinden sonra bir grup dışarı doğru yöneldi, ben yokum, uzaktan izliyorum. Boşa "Nereye gidiyorsunuz?" diye sorduğunda "Bir bira içeceğiz" diye cevap verdiler. Koç sövmeye başladı "Ajde, u pičku materinu, go inside" falan diye, sonra da odasına geçip kapısını aralık bıraktı, asansörü görebilmek için. Gece 1 kapı açık, 2'de açık, 3 oldu saat yine açık... 3.30 gibi kapattı kapısını. Biz böyle beş-altı kişiydik, "Başlarım böyle işe, çıkalım" dedim ve indik kulübe. Sabah 10'a kadar eğlendik. Ertesi gün biletim kesildi.
1999'da o İtalya'nın EuroBasket'i kazanma yolculuğunda takım arkadaşlarınızın safında mıydınız yoksa kadroda olmadığınız için rakipleri mi desteklemiştiniz?
Ben her zaman rakibi destekledim. Sadece 1999'da değil, 2001'de Türkiye'deki şampiyonada bizim milli takım Hırvatistan'a elendiğinde Varese'den takım arkadaşım Veljko Mrsic beni arayıp "Eminim çok mutlusundur" demişti; ve mutluydum da. Herkes biliyordu ne hissettiğimi. Hiçbir zaman politik doğrucu olmadım; o yüzden insanların beni onaylayıp onaylamaması umrumda değil. Bobo Vieri, çok iyi arkadaşımdır ve bunu onunla defalarca konuştuk... 1999'da bir İtalyan olarak, İtalya Milli Takımı'nın şampiyon olmaması için her maçta rakibi destekledim. Çünkü orada olmayı hak ettiğimi biliyorum. Vieri de 2006'da sonrasında Dünya Kupası'nı kazanan takımın parçası olabilmek için teknik direktör Marcelo Lippi'nin sözünü dinleyerek daha fazla oynama umuduyla Milan'dan Monaco'ya gitmişti. Turnuvadan önce menisküsü koptu, kadroya giremedi. Fabio Cannavaro kupayı kaldırırken nasıldı biliyor musunuz? Depresyondaydı. Acı çekiyordu ülkesi kazandığı için. Bunun ne demek olduğunu yaşamadan bilemezsiniz.
2004'te olimpiyat ikincisi olan Recalcati yönetimindeki milli takıma; müthiş bir enerjiyle ve "Litvanya maçı sonunda Gianluca Basile üzerime atladığında neyse ki yanımda prezervatifim vardı. Diğer türlü hamile kalabilirdim ve Nunzia (Basile'nin eşi) bunu onaylamazdı" gibi çarpıcı açıklamalarla döndünüz…
Milli takımla madalya kazanmasam hep eksik hissedecektim. Sarunas Jasikevicius, Arvydas Macijauskas ve Ramunas Siskauskas'ın olduğu müthiş Litvanya takımına karşı yarı finalde kazanınca uslu uslu sevinemezdik. O anki duyguyla ancak âşık olduğun kadınla seks yapmayı karşılaştırabilirim... Gianluca'ya sarıldığım gibi kimseye sarılmadım ömrü hayatımda. Çok ateşliydi.
Peki, aşağı yukarı her antrenörle sorun yaşamış biri olarak, geçmişten hiç mi pişmanlık duymuyorsunuz?
Bak dün sabah beni 09.30'da Tanjevic aradı. Bir buçuk saat konuştuk. 11.10'da yine aradı, "Poz bir şey söylemeyi unuttum" diyerek başladı hikâye anlatmaya, elli dakika civarı da o sürdü. "Ajde Boşa, ciao, muçmuç" falan diyerek kapattık o telefonu. Öğlene doğru bir daha aradı, sonra birkaç saat sonra yine... Dört saat konuşmuşuzdur telefonda. Şimdi çok iyiyiz, onu çok seviyorum ve onun da bana değer verdiğini hissediyorum.
Hayatımda milyonlarca hata yaptım, bunun farkındayım. Jasmin Repesa beni Fortitudo'dan gönderdi, şampiyon oldu. Tanjevic gönderdi, madalya aldı. Peki insanlar bunun bilincinde mi, hataların bedelini hep ben ödedim... Takımıma ya da bir başkasına çıkmadı fatura. 'Bir yerleri karıştırdığım' için takımım başarısız olmadı ya da uyuşturucu veya başka pisliğe bulaşmadım. Evet, içki içmeyi seviyorum; belki birkaç kadehten de fazlasını istediğim oluyor... Ama kendimden başka kimseye kötülüğüm olmadı ve bugünlerde antrenörlük yaparken, koçlarıma karşı nerede eksik kaldığımı çok iyi anladım. Ben, basketbol oynamak için bir antrenöre ihtiyacım olduğunu düşünmüyordum. Bu yüzden onları hiçbir zaman bir tek takım arkadaşımdan bile üstün görmedim. Onlara saygı duyduğumu hissettirmedim. Eh, onlar da beni hiçbir zaman liderleri olarak görmediler... Sonuçta bu karşılıklı bir şey. Bugün dönüp baktığımda "İyi yaşamışım" diyorum. Hep eğlenmeye çalıştım ve benim bundan anladığım; mümkünse 40 dakika sahada kalmak, asist yapmak, sayı atmak, kısacası topla oynamak... Doğruyum ya da haklıyım demiyorum. Ama en azından beni neyin mutlu ettiğini biliyorum.
Sahte değilim.
Kopan Düğmeler
"Gömlek yırtarken bir süredir başkan Stefano Sardara'dan izin alıyorum. Sassari'den önce antrenörlük yaptığım yerlerde hakemi protesto etmek için ya da başka bir şey için sinirle gömleği yırttığım olmuştur. Ama FIBA Europe Cup Finali'nde şampiyonluğa giderken tribünden de arkadan "YIRT! YIRT! YIRT!" diye bir tezahürat gelince başkana sorma gereği hissettim... Lig, kupa ve Avrupa toplamda üst üste 22. galibiyetimizdi ve ben de çağrıya uydum. Ama şöyle bir durum var ki o gömlek benim Macciocu Butiği'nden aldığım özel dikim, 300 euro'luk gömlekmiş. Tabii sabah gardıroptan çıkarırken "Akşam bunu yırtarım ben" diye almamıştım. Ona çok benzeyen 20 euro'luk bir gömleğim vardı, eve gelene kadar "Kesin 20 euro'luğu yırtmışımdır" diye düşünüyordum ama yine kaybeden biz olduk.
