Demir Yumruk

11 dk

50 yaşına basan Mike Tyson, artık geçmişinden konuşmak istemiyor. Ama geçmişi, onu anlamak isteyenler için hâlâ gidilmesi gereken yol.

1

— Bu çocukla bugün konuşma şansın olsa ona ne söylemek istersin?

— Bilemiyorum. Zaten ne söylesek dinlemeyecektir. Ama yine de bu, olağanüstü bir fotoğraf.

— Kim bu çocuk? Onu nasıl tanımlarsın?

— Bu çocuk hakkında çok bir fikrim yok. Ün ve göz kamaştırıcı bir hayat isteyen genç bir adam…

— Başka biri hakkında konuşuyor gibi davranıyorsun?

— Her şey bulanık. Bu insanı hatırlamıyorum bile.

— Bu fotoğraf 30 yıl öncesinden.

— Ah, lütfen bunu bana hatırlatma! Neden bunu hatırlatıyorsun ki? Buraya bana işkence etmeye geldin, öyle değil mi?

Bu, gerçekten de ilginç bir röportaj başlangıcı. Soruları yönelten, Sports Illustrated dergisinin deneyimli isimlerinden Jon Wertheim. Cevaplayan ise bir zamanlar tarihin en genç Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu olan Mike Tyson. Söyleşi başlarken, karşısındaki gazeteci ona Sports Illustrated’ın kapağında yer aldığı 1986 tarihli bir sayıyı gösteriyor. Tyson da 30 yıl önceki hâline bakıp bu cümleleri sarf ediyor.

Neden? Bu soruyu o gazeteciye, şimdi telefon hattımızda olan Jon Wertheim’a yöneltiyoruz: “Röportaj sırasında çok arkadaş canlısı ve konuşkan bir Mike Tyson’la karşı karşıyaydım. Ancak söz bokstan, 1980’lerdeki hikâyelerinden açıldığında söyleyeceği pek bir şey yoktu. Atletler emekli olduklarında, kariyerlerinin zirvelerinden ve geçmişlerinden konuşmayı severler ancak Tyson’da tam tersi bir durum söz konusuydu. Bu ilginç bir durum çünkü Tyson’ın şu anla ve gelecekle ilgili birçok fikri ve planı var. Ancak konu geçmişten açılınca, kimle konuştuğunuzu anlayamıyorsunuz bile! Karşınızdaki kişi Tyson değilmiş gibi hissediyorsunuz.”

2

O zaman sözü biraz geçmişten açalım. Tyson, yirmili yaşlarının başında, belki de Muhammed Ali’den beri boks dünyasının görmediği bir ünün sahibiydi. Onun çıkış yıllarını takip eden gazetecilerden biri olan Jon Wertheim da buna katılıyor ve şöyle diyor: “Tyson, 1985’ten 1992’ye kadar Michael Jordan’ın ardından en büyük spor figürüydü. Yaklaşık on yıl boyunca çok büyük bir yıldızdı. Bugünlerde ise şampiyon bir boksör, New York sokaklarında tanınmadan yürüyebilir. Boksun kısa sürede ne kadar düşüş yaşadığını kavramak güç. Tyson’ın boksun son büyük yıldızı olduğunu söyleyebiliriz.”

Bu ünden ve zirveden önce Mike Tyson, bir sokak dövüşçüsüydü. Korkunç bir ailede büyümüştü. Biyolojik babası ortalarda yoktu, üvey babası o doğar doğmaz evi terk etmişti, annesi ise uyuşturucu bağımlısıydı ve çocuklarına yarardan çok zararı dokunuyordu. Tyson, otobiyografisi Undisputed Truth’ta bu yılları büyük bir öfkeyle anlatır ve durumlarının kötüden çok kötüye, oradan daha da kötüye gittiğini, her taşındıkları mahallenin bir öncekinden daha berbat olduğunu söyler. 13 yaşına geldiğinde 38 kez tutuklanmayı başarmıştır. 16 yaşına geldiğinde ise annesini kaybeder. Daha sonraları, annesiyle ilişkisini kısa ve acı şekilde şöyle özetleyecektir: “Annemin benden ötürü hiç mutlu ya da gururlu olduğunu görmedim. O, beni her zaman sokaklarda koşan çılgın bir çocuk olarak görmüştü, eve sürekli parasını ödemediğim yeni kıyafetlerle dönerdim ve o bunu bilirdi. Bütün bunlar hakkında onunla hiç konuşma şansı bulamadım. Profesyonel olarak bana etkisi olmadı ama duygusal ve kişisel olarak çok sarsıldım.”

Hayatını değiştiren şey ise Cus D’Amato ile tanışması olur. ABD’li antrenör, 12 yaşındayken keşfettiği Tyson’ın ileride büyük bir şampiyona dönüşeceğini anlamakta gecikmez. Ve sonraki yıllarda onu dünyanın en korkunç adamı yapan kişiliği geliştirmesine yardımcı olur. Genç yetenek, koruyucu meleğinin kanatları altında işlerin nasıl yolunda gittiğini kısa sürede fark etmiştir. Kimilerine göre, Tyson’ın hayatı boyunca gerçekten dinlediği tek kişi D’Amato olmuştur. Boks tarihinde daha önce Floyd Patterson, Jose Torres gibi yıldızları çalıştıran D’Amato, ne yazık ki 1985’te hayatını kaybeder ve son öğrencisinin zirve yolculuğunun en kritik sayfalarını kaçırır.

Bugünlerde Tyson hakkında yazılan hemen her şeyde D’Amato’ya dair aynı ifadeleri görebilirsiniz. Birçokları onun erken ölümünün Tyson’ın hayatında büyük bir boşluk ortaya çıkardığını ve bu boşluğun ilerleyen yıllarda Don King tarafından doldurulmasının ABD’li boksörün sonunu hazırladığını ileri sürer. D’Amato, 20 yaşında tarihin en genç dünya ağır sıklet şampiyonu olan ABD’li boksörün hayatındaki tek baba figürüdür. Vedasıyla, felaketler de yaklaşmıştır.

3

Bugünlerde 50 yaşında olan Mike Tyson tarafından hatırlanmayan o çocuk, bir zamanlar boksun gördüğü en büyük korku filmini simgeliyordu. Seksenlerin sonu ve doksanların başında Tyson’ın çıktığı karşılaşmalar, seyirciler için büyük bir eğlenceydi ama karşısındaki rakipler için işler hiç de kolay değildi. D’Amato ona gençliğinde kol kanat germiş, sokaklardaki suçlardan biraz uzaklaşmasını sağlamıştı ama bunun karşılığında ringde yarattığı karakter korkunçtu. Cus D’Amato’nun eski öğrencilerinden olan, sonraki yıllarda boks üzerine yazan Jose Torres de bu durumu şu ifadelerle özetliyordu: “Cus, bir dünya şampiyonu yaratmakta o kadar acele etmişti ki o arada bir insan yaratmayı unutmuştu. O öldüğünde, Mike tamamlanmamış bir insandı.” Yani Tyson’ı hayata döndüren ve dünyanın en büyük boksörü yapan Cus D’Amato, ona göre bir anlamda Dr. Frankenstein’dı.

Dr. Frankenstein, boks konusunda ise öğrencisine eksiksiz bir eğitim vermişti. 1986’da zirveye çıktığı Trevor Berbick maçından 1990’da kemerini kaybettiği Buster Douglas kapışmasına kadar, Tyson’ı takip eden sıradan seyirciler bir sokak dövüşçüsünü izlediklerini düşünebilirlerdi. Ünlü boksör, sürekli saldırmak ve rakiplerini paramparça etmek istiyordu. Hatta kendi ifadesiyle, onları ringde öldürmeye çalışıyordu. Ama bu, dövüş tekniklerini bilmediği anlamına gelmiyordu. Yumruklarındaki gücün arkasında, büyük de bir bilgi havuzu yatıyordu. Hâlâ hatta olan Jon Wertheim da bize katılıyor: “Onu ilginç yapan şeylerden biri de çabuk, güçlü ve ringde acımasız olmasına rağmen aslında çok da bilgili bir boksör oluşuydu. Ringdeki maça, sıradan bir bar kavgasıymış gibi çıkmıyordu; boksun tarihini de biliyordu. Çok iyi antrenman yapıyordu. Ayak hareketleri gibi detayları iyi biliyordu. İlgi çekici bir diğer özelliği de çok güçlü olmasına rağmen ringde fiziksel bir varlıktan ibaret kalmayışıydı, yaptığı sporu anlıyordu. Tyson’ın tarihi önemsediğini ancak günümüzü o kadar da önemsemediğini düşünüyorum. Ona ‘Joe Louis’in bir maçını izleyeceğiz’ ya da ‘Boksun 1950’lerdeki durumunu konuşacağız’ derseniz buna olumlu cevap verecektir. Ama ‘Boksun bugününü konuşacağız ve Fury-Klitschko maçını izleyeceğiz’ derseniz bununla ilgilenmeyecektir.”

4

Kariyerinin başında biraz kontrollü olan bu güç, Cus D’Amato’nun ölümüyle tehlikeli bir hâl almıştı. Tyson aşırı ünlenmişti ve bunu kaldırabilecek bir karaktere, çevreye sahip değildi. Hayat tarzı, unvanını koruyabilecek şekilde çalışmasına engeldi ve doksanlara girildiğinde artık o eski yenilmez, korkusuz boksör değildi. Miss Black America adayı Desiree Washington’a tecavüz ettiği için 1992’de hapse girdi ve altı sene boyunca demir parmaklıkların arkasında kaldı. Bu korkunç suç, Tyson’a bakışı da değiştirdi. Genç boksör, kazandığı ve kaybettiği maçlar kadar karıştığı skandallarla da yeterince manşete çıkıyordu ama bu, arabasıyla kaza yapması, yasaklı madde kullanması ya da sokak kavgalarına karışması gibi bir suç değildi. Tyson, o günden sonra çıktığı her maçta, yaptığı her işte bu damgayı taşıdı. Hâlâ da taşıyor.

Buna rağmen, gündemde kalmayı başardı. Hapisten çıktıktan sonra yeniden ringlere döndü, birçok maçtan mağlubiyetle ayrıldı ve her seferinde biraz daha fazla para kaybetmeyi başardı. Bilhassa 2002’deki Lennox Lewis kapışması, boksör olarak tabutuna çakılan son çiviydi. Bir zamanlar çevikliği, hızı ve tekniğiyle rakiplerini paramparça eden Tyson, tek bir anlamlı yumruk bile sallayamamıştı. Ondan çok daha uzun boylu olan Lewis, ilk saniyeden itibaren üstünlüğü ele geçirmişti ve yukarıdan dövüşerek kazanmıştı. Tyson birkaç sene daha devam etti ve en son 2005’te, silik bir kariyere sahip Kevin McBride’a yenilerek spora veda etti. Bu son yenilgiden sonra şunları söyleyecekti: “Artık içimdeki o gaddarlık yok. Evimdeki sinekleri bile öldüremiyorum.” Birkaç cümle sonra ise belki de bütün hayatını özetleyecekti: “Bir noktada, yaşamın bir şeyler elde etmek üzerine kurulduğunu sanmıştım. Ama tam tersine hayat, her şeyi kaybetmek üzerineymiş.”

5

Mike Tyson’ın serbest düşüşünde Cus D’Amato’nun ölümüyle birlikte onu etkileyen bir başka olay da Kevin Rooney ile yollarını ayırmasıydı. ABD’li boksörü zirveye çıkaran teknik beceriyi getiren isimlerden biri de Rooney’ydi ama Don King’in ağırlığını koymasıyla birlikte Rooney de devre dışı kalmıştı. King, tıpkı Tyson gibi bir hayat sürmüştü. Çocukluğunu Cleveland’da geçirmiş, küçük yaşlarda suçla tanışmıştı. Loto biletleri satarak ilk paralarını kazanmış, büyüdükçe kumarhane işine girmiş, oradan müzik ve boks organizatörlüğüne atlamıştı. Muhammed Ali’nin başrolünde olduğu, tarihin en büyük spor etkinlikleri arasında yer alan Rumble in the Jungle ya da Thrilla in Manila gibi dövüşlerin mimarı oydu. Venezuela’nın eski başkanı Hugo Chavez de, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni 30 yıl yöneten Mobutu Sese Seko da yakın arkadaşları olmuştu King, boksu ve çalıştırdığı starları dünyanın her tarafına götürüyor, milyon dolarlık anlaşmaların büyük bir kısmını cebine atıyor ve bir noktada, beraber iş yaptığı bütün sporcular tarafından dava ediliyordu. Tyson’la da aynısı olmuştu. ABD’li boksör, daha sonrasında King’in şeytani zekâsına yenildiğini ifade edecekti: “Onu bu alanda alt edebileceğimi düşünmüştüm ama benden çok daha zeki çıktı.” Nasıl çıkmasın ki? Tyson’ın düzgün bir banka hesabı bile yoktu ve bir süre bütün parasını King’in hesabına emanet etmişti. Yıllar sonra beş parasız kaldığında suçladığı isim de yine eski menajeri olmuştu.

Bugünlerde Tyson, parasını şovmen olarak kazanıyor. Tek kişilik şovu Undisputed Truth iyi eleştiriler aldı ve Spike Lee yönetiminde bir belgesele dönüştürüldü. Otobiyografisi de eleştirmenler tarafından beğeniyle karşılandı. Oyunu büyük bir dikkatle izleyen New Yorker yazarı Avi Steinberg’e göre, Tyson’ın hayatı zaten her zaman zaten tek kişilik bir şovdu; hiçbir zaman gerçek bir rakibe sahip olmamıştı, sahnede hep yalnızdı. Belki de kariyeri boyunca King’le kavga etmesinin bir sebebi de buydu. King de her zaman boksörleri kadar konuşulmak isterdi ve aralarındaki çatışmanın gerisinde ekonomik nedenler kadar ego mücadelesi de olurdu.

D’Amato’nun kısa süren eğitimini ve King’le yaşanan çatışmayı bir kenara koyarsak, Mike Tyson hayatı boyunca tek başınaydı. Şimdi de öyle. Hatalarını ve başarılarını komik bir şekilde anlatıyor, alkışlarımızı istiyor. Ona bir kez daha bunu verebiliriz ama fazlası, bir daha asla olmayacak. Kendisi de bunun farkında. Mike Tyson’ın heykeli, onun yeteneğindeki birçok yıldızın aksine, asla dikilmeyecek. Belki de bu yüzden, geçmişini tanımamazlıktan geliyor.

Socrates Dergi