
Demir Yumruk
10 dk
David Stern, 1984'te NBA'in başına geçti ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. 77 yaşında hayatını kaybeden efsane yönetici her anlamda nevi şahsına münhasır bir karakterdi.
Otuz yıl bir yapının en üst karar vericisi konumunda kalırsanız ciddi izler bırakmamanız söz konusu olamaz. Bu izlerin hepsinin olumlu veya olumsuz olması da söz konusu değildir. Sonuna kadar pasif veya orta yolcu olsanız bile dile kolay, otuz yıl bu. Birilerinin ayağına basmamak, binlerce karar arasında farklı yollara sapmamak mümkün değil. Önemli olan, kararların olumlu etkisinin oranı ve bu kararları uygularken seçtiğiniz yöntemlerdir.
David Stern, NBA başkanlığı döneminde genelde agresif yöntemleri tercih etti. Demir bir yumrukla yönetti ligi. Görüş ayrılıklarına uzlaşmacı değil, çatışmacı yaklaştı. Ve yumruklarını asla sakınmadı. Demir yumruklarını... Özetle otuz yıllık Stern yönetimi için en iyimser tabirle sert, dili korkak alıştırmazsak diktatörlükten hallice demek mümkün.
Geçen ay geçirdiği beyin kanamasının ardından hayata veda etti Stern. Elbette kör ölür badem gözlü olur ama Stern'ün arkasından hemen hemen tüm NBA paydaşlarının kendisini büyük bir saygı ve minnetle anması da hayli şaşırtıcı. Böyle sert bir yönetim anlayışı sonrası pek çok kişinin canını yakmış veya en azından huzurunu kaçırmış olsa da, iktidar yorgunluğunu dibine kadar yaşasa da bu denli bir "Çok büyük adamdı" hissiyatı bırakması özel bir miras.
Gerçekten de çok büyük adamdı Stern. O kadar ki basketbol tarihinin en önemli figürüydü muhtemelen. Bugün başta NBA ama genel toplamda basketbolun global olarak geldiği noktada aslan payı hep kendisine veriliyor. Zaten mirasının en büyük bölümü bu. NBA'in global bir lig olarak akla hayale sığmayacak kadar büyümesi. Nitekim yöntemlerine çoğu zaman katılmasalar hatta zarar görseler de herkesin takdirlerine mazhar olmasının temelinde üç ana sebep var. En büyüğü elbette para.
Eşitlik, adalet, karşılıklı saygı, huzur hem bireysel hem toplumsal olarak hayati konular. En temel insan hakları bu ve benzer insan olmanın gereği asgari ögeler üzerine kurgulanır. Ancak mutlak amacı 'para kazanmak' olan kapitalist işletmelerde, bu insani haklar değişik ölçeklerde gözetilse bile nihai hedef olan para karşısında hepsi ikinci plandadır. Ve NBA olabildiği kadar eşitlikçi bir yapı kurmaya çalışsa da nihayetinde para kazanmak için var olan dev bir şirkettir ve para kazandığı sürece başarılı kabul edilir.
David Stern de NBA'e para kazandırdı, hem de çok kazandırdı. NBA ile ilişkili tüm paydaşlara kazandırdı. O kadar çok kazandırdı ki otuz yıllık süreçte teknoloji şirketleri hariç en başarılı iş modeli bile olmuş olabilir. Herkesi ama herkesi zengin etti. Çalışanları, işverenleri, iş ortaklarını. Herkesi. Yöntemleri can yaksa da asıl amacını, asıl vaadini hem de aşırı fazlasıyla karşıladı.
Şöyle örnek vermek gerekirse Stern'ün göreve geldiği 1984'te NBA'in en değerli takımlarından Chicago Bulls daha yeni satılmıştı. 46 milyon dolar karşılığında el değiştirmişti. Görevden ayrıldığı 2014'te Los Angeles Clippers, 2,1 milyar dolara satıldı. Eğer piyasada olsa Bulls için 3 milyar dolar ödenebilir deniyordu. Takım sahipleri otuz yılda ellerindeki yatırımın yaklaşık yetmiş kat değerlendiğini gördüler. Stern dönemi, enflasyondan arındırılmış hesaplarla 25 kat değer kattı takımlara. Diğer taraftan, 1984'te ortalama oyuncu maaşı 240 bin dolardı. 2014'te ise 5,6 milyon dolar. Enflasyondan arındırılmış haliyle on kat artıştan bahsediyoruz. Özetle Stern, başkanlığı döneminde dünyanın en başarılı CEO'ları ile yarışabilecek bir performans sergiledi. Bu bile başlı başına işinin hakkını fazlasıyla verdiği anlamına geliyor. Ve doğal olarak da böylesine saygıyla anılmasının da temel nedeni.

David Stern, Magic Johnson ve Los Angeles Lakers'ın o dönemki sahibi Jerry Buss
Tabii sadece kârlılık değil Stern'ün büyük bir saygıyla anılmasının sebebi. İki mühim nokta daha var. Birincisi, daha göreve geldiği ilk günden itibaren NBA'i global olarak düşünmesi. Şimdi dünya çok daha farklı bir yer olabilir ama 1984'te iletişim ve entegrasyonun bu kadar ön planda olmadığı dönemde vizyonunu global belirlemişti Stern. O sezon NBA'de ABD dışında doğan sadece iki oyuncu vardı ki onlar da Yeni Kıta'daki lise ve üniversite sisteminden geçerek lige katılmıştı. 2014'te ise ABD dışı doğumlu oyuncu sayısı 101'e ulaştı. Pek çoğu da tüm basketbol eğitimlerini başka ülkelerde almış isimler. ABD'nin diğer üç popüler profesyonel sporunun (Amerikan futbolu, beyzbol ve buz hokeyi) aksine basketbolun global bir oyun olduğunu bildiği için hem oyuncu bazında hem de takip edilme anlamında pazarlama ve genişleme stratejilerini hep global planladı Stern. 1992 Barselona Olimpiyat Oyunları ile başlayan NBA ile dünya basketbolunun buluşması onun döneminde onlarca hazırlık ve bazı normal sezon maçlarıyla tüm dünyaya yayıldı. Biz de dört defa NBA takımlarının Türkiye'ye maç yapmaya geldiğini gördük. Bugün NBA'in uluslararası yayın haklarından elde ettiği gelir 700 milyon dolara kadar tırmanmış durumda. Hatırlayınca belki komik geliyor ama Stern göreve geldiğinde NBA, ABD içinde bile NBA maçları -finaller dahil- banttan gece yarısı yayınlanan bir ligdi.
Stern'ün saygınlığını perçinleyen ve aslında sadece 'başarılı' değil aynı zamanda 'büyük' yönetici olarak anılmasını sağlayan nokta ise daha farklı. Evet, Stern'ün önceliği her zaman ekonomik büyüme ve genişlemeydi. Marka değeri için bazen birçok insani değeri de demir yumruğu ile ezdi ama karar verici konumda olduğu hiçbir olayda tarafsızlığını yitirmedi. Ona karşı tepki gösterilse de, birçok insanın canını sıksa hatta yaksa da kimse onun belli kesimlerin tarafında olduğunu iddia etmedi. Edemez de. Stern sadece ligin tarafındaydı. Uygulamada bazı hataları vardı, bunca zaman kafasının dikine gittiği için çok yönlü bakamadığı dönemler de oldu elbette. Ancak herkesle aynı ölçüde çatıştı, herkese aynı eşit mesafeden demir yumruğunu indirdi.
Otuz yıllık yönetimi döneminde yaşadığı en büyük krizler dört defa işlerin durduğu lokavt dönemleriydi. Burada kendi patronu da olan takım sahiplerini çok iyi organize ederken, aralarında daha şahin olanları iç toplantılarında ciddi şekilde bastırdığı ve kontrol ettiği biliniyor. Milyarder takım sahipleri ve milyoner oyuncuların halktan kazandığı dolarları bölüşme kavgasının kamuoyunda nasıl tepki göreceğini iyi biliyordu. İnsanlar sınırlı gelirlerinden artırdıkları parayı bu gösteriyi izlemek için ayırırken milyonların bölüşülmesi sırasında zaten yeterince rahatsız oluyorlar. Bunu bir de şımarık demeçler ve tavırlarla daha da çirkinleştirmemek gerektiğini en iyi Stern biliyordu. Otuz takım sahibi arasında pek lafını sakınmayan ve daha 'paragöz' olanların konuşmasına yasak koydu. Hiç ön plana çıkarmadı. Daha yumuşak yüzlülerle kamuoyu önüne çıktı her zaman. Avukatlık geçmişinden gelen pazarlıkçılığını gayet iyi konuşturdu ve pozisyonunu iyi belirleyip oyuncuların karşısında olduğu masada kapitalist çerçevede en adil anlaşma için sağlam durdu. Ama diğer taraftan fazla seçim şansı olmayan çalışanların yani oyuncuların ezilememesi için dengeyi de buldu. Dört lokavt sırasında iki defa sezonun gecikmesini bile göze aldı. Marka değeri için uzun vadeli kârlılıktan da vazgeçmedi.
.jpg)
David Stern ve Larry Bird
Oyuncuların ne giydiğine kadar karıştı. Giyim kuralları getirdi, uymayanlara ceza verdi. Marka değerini zedeleyici olarak gördüğü her duruma müdahale edip ağır yaptırımlar uyguladı. Sahada böylesine yüksek adrenalinle oynayan oyuncuların binlerce maç içinde ara ara gerginleşmesinden doğal bir şey olamaz. Ağır cezalar verip 1980'lerdeki kavgacı atmosferi sıfır toleransla yok etti. Bench'ten ayağa kalkanlara bile ceza yağdırdı. O kadar ileri gitti ki görevi bıraktığında ligi hastane sterilliğine kavuşturdu. Ama öte yandan benzer cezaları denklemin diğer tarafındaki takım sahiplerine de verdi. Ligin en yenilikçi, takımına en bağlı sahibi Mark Cuban'a ilk senesinde 1 milyon doların üzerinde ceza kesti. Keza diğer takım sahiplerine de ayrıcalıklı davranmadı. Evet, yumruğu demirdi ama kime vuracağını seçmeden herkese aynı tarifeyi uyguladı.
Şimdilerde belki daha ana akım içinde olduğu için dikkat çekmese de azınlık hakları konusunda da o demir yumruğunu bu defa yobazlığa karşı kullandığını gördük. LGBT haklarından siyahlara bakışa kadar birçok önemli konuda toplumun bilinçlenmesi için çalıştı, her tür sosyal ilerlemede NBA'in öncü olmasını sağladı. İlk defa eski bir NBA oyuncusu, yani John Ameachi eşcinsel olduğunu açıkladığında o zamanlar tamamen alfalık üzerine kurulu NBA yapısına karşı ilk ve en dik duran kişiydi. Kadınların ligde daha çok görev almasına ve WNBA'in kurulup kendi ayakları üzerinde durmasına destek verdi. Eğer başka bir yönetici olsa şu anda kendi ekonomisini yaratmış bir WNBA'den bahsetmek imkânsız olurdu.
Magic Johnson, HIV pozitif olduğunu açıkladığında bu hastalıkla ilgili olarak dünya çapında bilgi çok sınırlı, bunun doğal sonucu olarak korku da çok büyüktü. Magic'in önce tekrar All-Star'da oynamasına destek oldu, daha sonra da lige dönmesine pek çok kişi karşı çıkarken adeta tek başına mücadele etti. Kan hastalığı olduğu için eşcinseller ve uyuşturucu bağımlıları arasında çok daha hızlı yayıldığı düşünülen AIDS için o zamanlar "Tanrı'nın lanetlediği grupları vuruyor" tamtamları çalınırken hastalığın geniş kitleler tarafından anlaşılmasında yine öncü oldu.
Stern, Larry Bird ile Magic Johnson'ın saha içinde görece rehabilite ettiği bir lige tam yükselişe geçerken geldi. Michael Jordan'la birlikte altın çağını yaşadı. Ama bu yükselişi kendi vizyonunda, demir yumruğuyla olabileceği en yüksek hatta belki tahmin edilemeyecek seviyelere çıkardı. NFL ve MLB gibi rakiplerinden çok daha yüksek ücretlerle transfer teklifi almasına rağmen NBA'le büyümeyi, NBA'i büyütmeyi tercih etti. Ve belki de en önemlisi bir noktada bırakmayı da bildi. Tüm o güç zehirlenmesine rağmen otuz yılı dolunca uzun süredir yerine hazırladığı, daha liberal yaklaşımlarıyla bilinen Adam Silver'a bıraktı koltuğunu. Evet, büyük oranda bir diktatördü. Ama kapitalist bir şirket özellikle büyüme aşamasındayken faşizmden fayda sağlayabilir. Bunu sonuna kadar sağladı. Öte yandan popülist değil adil, bağnaz değil ilerlemeci bir diktatördü. Ve bir diktatör olarak değil, her zaman bir kahraman olarak anılacak.