
Deneyim
16 dk
Türkiye, ilk şampiyona atmosferini Euro 1996'da yaşadı. Dört yıl sonra ise daha tecrübeli bir ekip olarak bir adım öteye geçti. İki turnuvaya da takımın önünde çıkan isim Ogün Temizkanoğlu'ydu
Oyuncuları ve rollerini tanımlamak için bu kadar terim var mıydı o zamanlar, sanmıyorum. Ama yine de bazı oyuncular için kullandığımızı hatırlıyorum. 'Joker' bunlardan biriydi ve ister yabancı ister yerli, kim konuşuluyorsa konuşulsun, aklıma gelen ilk isim Ogün Temizkanoğlu'ydu. Libero, stoper, sağ bek, defansif orta saha, orta sahadan sürpriz koşularla gol arayan oyuncu… Kariyeri boyunca bütün bu görevleri yerine getirdi. Daha da önemlisi ülke futbolunun değişimindeki temel taşlardan biri oldu. Sepp Piontek döneminde milli takıma girdi, Fatih Terim ile kaptanlığa yükseldi, Mustafa Denizli ile Euro 2000 çeyrek finaline yükselen takımın lideriydi… Dönüşümü ondan dinlemenin zamanı...
Sizin Avrupa Şampiyonası tecrübeniz aslında 1992 elemelerinde başlıyor. İzmir'deki İngiltere maçıyla… Piontek döneminin iyi maçlarından biridir. Piontek'i ülke futbolunun kilometre taşlarından biri olarak görmemiz doğru mu?
Zaten ülke futbolunu Piontek'ten önce ve sonra diye ayırmak lazım. Tabii ki bizden önce de emek verenler vardı ama bir türlü o düzeni ortaya koyamamıştık. Piontek çok şey değiştirdi mi? Evet, bence ülkenin geleceğini değiştirdi. Fatih Hoca'nın gelişiminde dahi payı olduğunu düşünürüm. Sürekli "Onlar da 11 kişi, siz de 11 kişisiniz" düşüncesini kafamıza sokmaya çalıştı. O güne kadar Türkiye Milli Takımı'nın maça çıkmadan kafasında kaybettiğini görmüştü. Kendimize güvenimizi tazeleyen cümleler kurdu. Belki iyi sonuçlar alamadık ama Euro 96'ya uzanan yolun başında çok katkı sağladı…
En önemlisi de ne, biliyor musunuz? Çok güzel ortamlar yarattı. Bizim milli takımda en sevdiğimiz faaliyetlerden biri masör odasında toplanıp muhabbet yapmaktı mesela. Orada toplanırız, bir bakmışız Piontek gelmiş, elinde Nasreddin Hoca kitabı! Türkçe bilmiyor ama oradan bize fıkra okumaya çalışıyor. O iletişimi sağlama çabası bile bizim için özeldi.
Ama yine de 1992 elemelerinde İrlanda maçındaki Rıza Çalımbay'ın penaltısı dışında gol yok…
Evet ama işte bir geçiş vardı. Son dönemi olan oyuncularla geleceğin oyuncularının takımıydı o. Yeni bir çağ başlıyordu Türk futbolunda. O jenerasyonun birlikteliği Türk futbol tarihini her şeyiyle değiştirmiştir. Kulüp takımlarının Avrupa maçları, zaferleri… Hep bu döneme tekabül eder, dikkat edin. Evet, Piontek ile puan alamadık. Evet, gol atamadık. Ama daha özel şeyler kazandık. Aslında insanlara bir umut verdik. Piontek bize verdi o umudu, biz de halka...
1994 elemeleri de benzer ilerliyordu ki Norveç ve Polonya maçlarıyla bir Fatih Terim dönemi başladı… Ne değişti Fatih Terim'den sonra?
İsimler değişti. Genç bir nesil yakalamıştı. Tecrübelileri de bir anda silmedi ama o tecrübelilerin içinden de seçe seçe çevrelerine o gençleri yerleştirdi. O oyuncuları bulmak kolay iş değildi. Çok yetenekli oyuncular yoktu belki, bugün yetenek anlamında havuz daha geniş ama bizim dönemde oyun kalitesi daha iyiydi diyebilirim. İçimize gelen futbolcuları çabuk kabul ettik ve nasıl oynamaları gerektiklerini hemen kavradılar. Ve tabii ki özgüven. Fatih Hoca, geleceği kurmaya başlamıştı. Ve o yolda taşlardan biri olmak çok güzeldi bizim için.
1996 elemelerine bizde hep saygı duyulan Macaristan ve bize ters gelen İzlanda maçlarındaki iyi skorlarla başlamamız, sonrasında da art arda İsveç ve İsviçre deplasmanı zaferleri… Durumu apayrı bir yere getirmişti.
Tabii ki o maçlara hazırlanırken Fatih Hoca'nın ne istediğini, bir şey söylerken aslında neyi belirtmek istediğini anlamaya başlamıştık. O Macaristan maçı misal. 2-0 geriden geldik ve 2-2 yaptık. İlk maç için deplasmanda çok iyi sonuç. İkinci yarıdaki oyunumuz inanılmazdı, Bülent'in (Korkmaz) bile gol atmaya çıktığı bir oyun oynadık ve herkes saygı duymaya başladı bize. Bundan önce ne olmuş? 2-0 geriye düştükten sonra "Eyvah gerisi de gelecek!" denmiş. Ama artık deplasmanda oyuna ortak olan bir takım görmüştü insanlar. "Bu milli takım başarabilir" düşüncesi yayılmaya başladı. Dünya üçüncüsü İsveç'i de 1-0 geriden gelip yendik. Bak, aslında o dönemin en büyük sırrı ne biliyor musun? Kendimize bir hedef koyma zamanı gelmişti. Macaristan mı, İsviçre mi, İsveç mi? Kim olursa olsun, fark etmiyordu. Bahanemiz olamazdı artık; bu hedefe giderken kazanmak zorundaydık.
Bugün Fatih Terim'in motivasyon gücü dediğimizde karikatürize edilmiş yorumlar ortaya çıkabiliyor. Ama milli takım seviyesine gelmiş bir oyuncu grubunu, geçmişinde başarısızlık olan bir takımı bir hedefe inandırmak aslında büyük bir antrenörlük yeteneği…
"Gaz veriyor sadece" diyenler gitsin bir kere bir takıma gaz versin bakalım. Ben Akdeniz Oyunları'ndan beri Fatih Hoca'yla çalışıyordum. Motivasyon gücü çok özeldi, evet. Yapısında bu vardı. Sizinle konuştuğu zaman, gözlerinize baktığı zaman önce bir duruyorsunuz, sonra anlıyorsunuz ne demek istediğini ama sadece onunla gidebilir mi bir antrenör Allah aşkına! Adam bir kere antrenmana çıkıyor her gün. Orada bir şey göstermeden buralara gelinir mi? Kafasındaki oyunu size öğretmek isteyen bir hoca gördük yıllar boyunca. Kafasında bir oyun tasarlamış ve bunu sahaya yansıtmaya çalışan bir insan nasıl sadece gazla iş yapabilir ki? UEFA Kupası gazla alınacak şey mi!
İsviçre mağlubiyeti tek büyük kayıptı. Sonra İsveç maçı, belki de kaderimizi değiştiren İsviçre deplasmanı ve o maçtaki tam Ogün Temizkanoğlu işi golünüz…
İnönü'deki Macaristan maçı da çok güzeldi. Öyle bir atmosfer vardı ki kötü oynasanız da mağlup ayrılamazdınız. Harikaydı. Otelden çıktığımız andan stada gidene kadar… O İsviçre maçındaki Sergen'in (Yalçın) pası birbirimizi ne kadar iyi tanıdığımızı gösteriyor. Ayrı kulüplerin oyuncusuyduk ama yıllardır milli takımda beraberdik, kulüpten farksızdı orası bizim için.
Tolunay'la (Kafkas) koşmaya başlamıştık, pas önüme geldiğinde Tolunay'ı görmedim. Vurduğumda gördüm onu ve "İyi ki golü attım, kaçırsaydım idam edilirdim" demiştim. Bomboştu çünkü, ona atmalıydım. Ben onun Türk futbol tarihinin özgüvenini yerine getiren, yolunu değiştiren gol olduğuna inanırım. Kim atsa aynı şeyi düşünürdüm. Ama iyi ki ben attım ya, çok mutluyum!
Beraberlik karamsarlığa neden olabilirdi.
O zaman başka şeyler düşünmeniz gerekirdi.

"Bir futbolcu olarak bu gibi turnuvalara katılmak büyük bir hayaldir. Orada olmanız gerekiyor anlamanız için."
Beşinci torbadan geldiniz, Dünya Kupası'nda başarılı olan iki takımla kafa kafaya oynadınız, zaferler kazandınız ve gruptan çıktınız… Euro 96'ya giderken ne vardı aklınızda? Görev tamamlanmış mıydı yoksa orada da hedefler var mıydı?
Bir futbolcu olarak bu gibi turnuvalara katılmak büyük bir hayaldir. Orada olmanız gerekiyor anlamanız için. Sabah uyandığınız andan itibaren basının, insanların, sponsorların ilgi odağı oluyorsunuz. Değerli bir futbolcu olduğunuzu o kadar net hissediyorsunuz ki…
Takımın elemelerdeki kaptanı Oğuz Çetin'di ama Hırvatistan maçına yedek başlamıştı. Türk futbol tarihindeki ilk Avrupa Şampiyonası maçına kaptan olarak siz çıkmıştınız.
Fatih Terim onu bana söylediğinde, "Oğuz Abi, Recep Abi varken nasıl olur?" dedim. Şunu dedi: "Artık bazı şeylerin değişme zamanı geldi. Yeni bir lider lazım bu takıma!" Bandı kolunuza takıyorsun ya, yavaş yavaş yukarı çekmeye başlıyorsun, 'Tak!' diye oturuyor koluna ve en önde maça çıkıyorsun... O his bile anlatılmaz bir şey. Daha da önemlisi, tüm ülkenin arkasında olduğu bir milli takımın önünde sahaya çıkıyorsun!
Turnuvanın dönüm noktası aslında ilk maç oldu, değil mi?
Kaderimizi Hırvatistan maçı çizdi. Bir puanla ayrılsaydık hedefimizi farklı yöne çekebilirdik. Alpay (Özalan) düşürdü, düşürmedi, 'Fair-Play Ödülü' aldı… Bunlar mesele değil. Ben geçen gün maçı bir daha izledim; ya son dakikalar oynanıyor ve tüm takım gol atmaya gitmişiz Hırvatların golündeki pozisyonda. Maç 0-0 ha! Bu olabilir mi? Herkes gitmiş! Avrupa Şampiyonası'nda gruptaki ilk maçınızı oynuyorsunuz. Ne ders çıkıyor bize? Daha tecrübesiz bir takımız.
Oralara gelirken sahaya koyduğumuz futbolu ilk mağlubiyetten sonra gösteremedik. İştahımız yok oldu. Bunu takmamamız lazımdı ama yapamadık. Bazı şeyleri engelleyemedik. Portekiz maçında da yenilince Danimarka maçı formalite oldu. "En azından bir gol, bir puan" dedik soyunma odasında da ama olmadı. Sıfır gol, sıfır puan baktığında ama atılacak gollerden, alınacak puandan daha fazlasını kazandık orada: Büyük bir tecrübe. Bunu nerede kullandık? 2000'de… Turnuva şansı önemlidir futbolda. Bir puan, bir gol çok şey değiştirir. Bu turnuva şansını 2000'de çok yaşadık. Geldik mi 2000'e bu arada?
Geldik artık, buyurun…
İtalya maçı ile başladık, yenildik ama neyi bulduk? İlk golü. O maçtan sonra iki günlük ara vardı. Mustafa Hoca da izin vermişti ilk gün. Bir ortam oluştu, bir gazeteci abimizle sohbete daldık. "Ya, kaptan" dedi, "Yine mi sıfırla döneceğiz?" Ona şunu söyledim: "Abi, hepimizin kafasında şu var: İlk gol, ilk puan, ilk galibiyet. Buradan gidebildiğimiz yere kadar gideceğiz!" Öyle de oldu… Yine Portekiz çıktı bak karşımıza!
İtalya maçına çıktınız, yine kaptandınız, libero oynuyordunuz… Önünüzde dizilen takıma baktığınızda, maç içindeki akışı incelediğinizde dört sene önceki takım artık turnuva oynamayı öğrenmiş miydi?
Çok! Arada çok fark vardı. Her maçın tecrübesi oldu diyorum ya, o sıfır gol bizi çok yaralamıştı. Ülkedeki üst düzey topçularla gidip sıfır golle dönüyorsunuz. Biz 1996'dan sonra bir ders daha çıkardık, hem Dünya Kupası hem de Euro 2000 elemelerini şampiyona oynuyoruz gibi oynadık. Her maçı üç, üç böldük. Oraya gittiğimizde artık turnuva tecrübesi farkımız çok barizdi.
Bu süreçte önce Hollanda'yı sonra da elemelerde Almanya'yı yenmek bu güveni kazanmanızda etkili midir?
Kesinlikle! Hollanda maçı harikaydı. Almanya'ya karşı iki maçta da çok üstün oynamıştık. Sizden seviye olarak düşük bir takıma yenilmenizle sizden kâğıt üzerinde üstün bir takıma karşı kazanmanız arasında zihnen öyle büyük bir fark var ki! Üçe bölüyorduk dedim ya maçları, seviyesi düşük takımlara onlara yetecek kadar oynuyorduk ama büyük takımlara karşı şampiyonada maça çıkıyoruz havasına girdik.
Almanya ile deplasmanda oynadık, galibiyeti kaçırdık ve play-off'a kaldık. O maçtan sonra soyunma odasında Mustafa Denizli'nin hepinizin yanına gelip tek tek "Hiç üzülmeyin oğlum, kim gelecek de bizi yenecek, kim gelecek!" konuşması var…
En iyi motivasyoncu oydu zaten. Bir maça hazırlanırken futbolcuların baskı altında kalmaması için çok çaba harcardı. Ruh halinizden bir bakışıyla anlar ve stresinizi azaltmak için inanılmaz çalışmaya başlardı. Sahaya çıktığınızda tüy gibi hafif olurdunuz.
Ama işte tek onunla olmuyor, futbolu bilmemesi gibi bir durum olabilir mi Mustafa Hoca'nın? Bir de insanlar şunu kaçırıyor, ben de antrenörlük yaptım, bazı özel maçlar motivasyon gerektirir ve onu yapmak da hiç kolay iş değildir.
Almanya'dan çok çok daha iyi oynadık. Bize inanılmaz moral olmuştu. Zaten Mustafa Hoca'nın onu söylemesinin nedeni yapabildiklerimizi görmesinin sonucu. Bir takımı inandırmanız için sahada ne yapabileceğini görmeniz lazımdır. O gün kötü bir oyunla 3-0 yenilseydik inan bana hoca onları söylemezdi. Deseydi bile ne kadar motive olursun ki! Ama o oyundan sonra kimse dönüşte kafayı takmadı. Kim gelecek, ne yaparız hiç düşünmedik. Çok emindik kendimizden.
İtalya maçından sonra da kötü oynadığı için eleştirilen Rüştü Reçber'i basın toplantısında ülkedeki en iyi kalecileri sayarak motive etmişti: "1. Rüştü 2. Rüştü 3. Rüştü…" Yediye kadar gidiyordu galiba?
Zaten kaleci sorunu olan bir ülkede elindeki değeri kaybetmemek gerek. Burada hocanın zekâ dolu açıklaması ve onu tam yerinde uygulaması müthişti. Ama işte herkesin güvendiği bir kaleciydi Rüştü. Mustafa Hoca da bunu gördüğü için ona destek veriyordu. Ondan sonra ne oldu? Ne maçlar aldı Rüştü… Ama hocanın o açıklaması onu çok başka bir havaya soktu. Çok zekice, çok ayrı bir şey! Sakatlıktan çıkmıştı ve bir anda eski formuna döndü sanki. Evet, antrenör eğitici olacak ama bu özgüveni vermek de çok önemli. Formasız oynar futbolcu o güveni kazandığı anda.

"Belçika maçında Rüştü'nün çok özel performansı vardı ya! Hocanın o açıklaması onu başka bir havaya soktu."
İtalya maçındaki golde "Oh be!" rahatlığı geldi mi?
O maça acayip baskı yiyerek başladık. Bir ara düşünmeye başlamıştım "Bizi kurtaracak birileri yok mu?" diye. Çok bunaldığımı hatırlıyorum. Ama sonra o gol imdadımıza yetişti. Öyle bir sevinmişiz ki, şimdi bakıyorum da sanki yıllardır gol atmamışız gibi… Çok rahatlattı o gol. 2-1 yenildik ama o gol çok şey kazandırdı bize…
İtalya'nın ikinci golü de sizin faul yaptığınız pozisyonda penaltıdan gelmişti ki tartışmalı bir karardı...
Yine izledim, bence faul değil o. VAR falan yoktu o zaman, ne yapalım…
İsveç maçını izleyince… Nasıl desem? Çok sıkıcı bir maç ama bir yandan da bir "Puan alalım, basit gol yemeyelim" temkinliliğini de seziyorsunuz.
"Mümkün olduğu kadar sahamızda kalıp topla oynamaya ve defanslarının arkasına oyuncu sarkıtmaya çalışalım" diye konuştuğumuzu hatırlıyorum. Evet, sıkıcı bir maçtı. Siz televizyon başında sıkılıyorsunuz da biz sahada daha da sıkılıyoruz bu maçlarda. Ama ne olursa olsun, bir puan için çıktık dediğin gibi. "İlk gol, ilk puan, ilk galibiyet!" Tık, ilk puanı da aldık.
Belçika maçının planı neydi?
Özgüven yerine gelmeye başladı puanı alınca. Belçika zor bir rakipti. Oyuncu stili bize tersti, ev sahibiydiler… Mustafa Hoca'nın çok iyi bir taktiği vardı. Bugün izlediğimizde "Çok eziliyoruz" diyebiliriz ama zaten biz onu bekledik, Belçika'nın üzerimize gelmesi üzerine kurduk her şeyi. Özellikle o arka taraflarını boşaltmak istedik. Çok zor maçı bir anda 2-0'a getirmek kolay işler değil ama o takım için kolay işler! Rüştü'nün çok özel performansı vardı ya! Herkesin büyük emeği vardı ama o ayrıydı.
Dört sene önce 270 dakikanın her saniyesini duygularıyla oynayan takım dört senede sahada satranç oynayabilen bir takıma dönüşmüştü.
Aynen öyle. 1996'daki en büyük hatalarımızdan bir tanesi neydi biliyor musunuz? "Eyvah Türkler geliyor" başlıklarından çok etkilenmiştik. Şaka bir yana cidden "Çıkıp, saldırıp kazanacağız" diyorduk. 2000'de kafamızda hamleleri çok iyi yapmaya başlamıştık. Bir futbolcu bir maçı bir kere kafasında oynar. Biz 2000'de her gün oynadık maçları kafamızda. İzin günümüzde bile yedi-sekiz kişi bir araya gelip konuşuyorduk.
Belçika maçından önceki son idman bitti, kimse sahayı terk etmiyor, soyunma odasına gitmek istemiyor. Tüm takım sahanın ortasına oturduk ve konuşmaya başladık. Mustafa Hoca bunu gördü ve çıktı, bizi kendi kendimize bıraktı. "Yarın bu olması gerekiyor, sen biraz daha tempo yap, sen biraz daha şunu yap…" Sanki o an düdüğü çalsalar maça çıkacak kadar hazırdı herkes. Bence en büyük avantajımız o toplantı oldu. Çok özel bir andı. İyi ki o takımla oynamışım, iyi ki o takıma denk gelmişim, iyi ki o takıma kaptanlık yapmışım!
Belçika maçında bu birlikteliğin zedeleneceği bir an da yaşanmıştı. Tugay Kerimoğlu ve Mustafa Denizli gerginliği… Bu durumda kaptan olmak nasıldı?
1990'dan itibaren Tugay'la gelmişiz, milli takıma birlikte çıkmışız. Kadro dışı kaldığı haberi gelince, çok şeyler yaptık. Basına yansımadı ama çok şeyler yapıldı. Toplantılar yaptık, hocayla konuştuk ama Mustafa Hoca konuyu çok açmadı bile, "Benim için bitmiştir!" dedi ve bitti. Biz de "O yoksa biz de yokuz!" dedik. "Birlikte ağladık, her şeyi birlikte paylaştık, bir anda gözden çıkaramayız!" Ama sonra tabii araya girildi, milli takımı temsil ettiğimiz bize hatırlatıldı ve oynadık.
Takımı yaraladı ama?
Tabii tabii, kesinlikle!
Portekiz maçını etkiledi mi?
Hiç hatırlamıyorum ben o maçı.

"Hiç hatırlamıyorum ben o maçı."
Alpay'ın erken atılması, kaçan penaltı…
Madem onu yapacaksın, 1996'da yap, değil mi? Gereksiz bir hareket işte… On kişiyle dengeyi sağlayıp penaltı kazandık, e o da kaçınca bittik. Nuno Gomes depar atar, Rui Costa süzülür, Luis Figo bir yerden üzerine gelir… Nefesiniz kalmıyor bu tarz takımlara karşı on kişi oynarken.
Ama bu defa başınız dik döndünüz. İlk sekize girmeyi başardınız.
Belçika maçından sonra yaşadığımız gurur muhteşemdi. Çok rahatladık o maçtan sonra. Tekrar söylüyorum, o takımla oynadığım, zaman geçirdiğim için çok mutluyum. Bazen "Biraz daha geç doğsaydım da bugün futbolcu olsam daha mı iyi olurdu?" diye düşünürüm ama sonra hemen pişman olurum, "Yok yok o dönem ayrıydı, iyi ki o zaman oynamışım" derim. Masör odalarındaki sohbetler, kamplardaki ortam, rahmetli malzemeci İbrahim Abi ile şakalaşmalarımız ve sahada kazanılanlar. Çok özel günlerdi. Bir ara milli takım kötü giderken birbirine selam vermeyen oyuncuların olduğunu duyduğumda çok üzülmüştüm. Sonra da sahaya yansıdı işte!
Bugünkü takım sanki biraz sizin Euro 1996'da ya da sizden önceki neslin İtalya 90 elemelerinde yaptığını yaptı. Milli takımdan uzaklaşan seyirciyi geri kazandı...
İnsanlar bir ara milli takım maçından bihaberdi. Arkadaşım arıyor: "Maçı izliyor musun?" Ben de "Ne maçı!" diyordum. Şenol Hoca'nın takımıyla bu ortadan kayboldu. Sonuçların da etkisi oluyor bunda ama. İyi sonuçlar da geldi. Ben bu takımdan çok umutluyum. Gerçekten yarı final ya da final bekliyorum.