Deniz, Faroz ve Futbol

22 dk

Türkiye, Hami Mandıralı'yı akıl sınırlarını zorlayan şutlarıyla tanıdı. Ancak öncesinde Faroz'da, deniz kenarında yapılan maçlar vardı. Ligimizin 219 gollü efsanesiyle sohbetimizi oradan açtık, Gelsenkirchen'den aktarma yapıp tekrar Trabzon'da kapattık...

Depo Photos

Hami, topun başında… Herhangi bir spikerin bu kelimelerle başlayan cümlesi, ekran başındakileri heyecanlandırmak için yeterliydi. Trabzonspor taraftarları yeni bir gol ümidiyle ekrana yaklaşır, rakip tribünleri gol yeme korkusu sarar, tarafsızlar ise şutun ne kadar hızlı gideceğini hayal etmeye başlardı... 1970'li yıllardan itibaren ülkenin futbol fabrikası olarak anılan Trabzon'dan çıkan en önemli yeteneklerden biriydi Hami Mandıralı. Yüzlerce gol attı ve bunların birçoğunu mermi gibi giden şutlarıyla ağlarla buluşturdu. Bu bireysel başarılara rağmen onun da içinde kalan ukdeler vardı. Yazdan kalma bir sonbahar öğleninde, kendisiyle buluştuk ve saha içi kariyerinin diplerine inmeye çalıştık.

Faroz Mahallesi'nin Brezilya'yı andıran futbol kültüründen başlamalıyız aslında…

Artık söylenmiyor maalesef ama eskiden "Türkiye'nin Brezilyası Trabzon" denirdi. Trabzon'un Brezilyası da Faroz'du. Çok büyük oyuncular çıktı oradan. Bunların en önemlisi Ali Kemal (Denizci) Abi'ydi. Onun kardeşi Osman Denizci, Necati (Özçağlayan) Abi, Serdar (Bali) Abi, hep Faroz'dan ya da yakın mahallelerden çıkmaydı. Önemli bir kültürdü orası…

Babam, bizi Faroz'a getirdiğinde altı yaşımdaydım. Orada olmak benim için en büyük şanstı. Her çocuk sokakta futbol oynuyordu ve ben de onlara katıldım. Belki imkânsızlıklar vardı ama orada oynayarak özgüven kazandım, kendimi geliştirdim. Böylece Trabzonspor altyapısına gittiğimde birçok açıdan hazırdım.

'Kültür' dediğimizde sadece futbolla sınırlamamak lazım. Balıkçısı bile farklıydı oranın. Kolbastı denen oyunu ben ilk kez Faroz'da gördüm. Oynayanları izleyip, "Bu nasıl bir oyun, ne kadar çılgın bir şey!" derdim çocuk aklımla. Ama devamlı izledikçe bunun oraya ait özel bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Daha sonra üniversiteler tarafından modernleştirerek bugünkü hâlini aldı ama ilk başta çok farklı bir oyundu. E bu oynak, hareketli hava, futbola da yansıyor bence. Faroz'un o zenginliği bize birçok şey kattı. Başka bir yerdi orası…

İki gün önce Trabzon'daydım, Faroz'dan geçerken şöyle bir mahalleye baktım ve epey hüzünlendim. Artık çocukların futbol oynayacak alanı yok… Şimdi ana yola geçiyorsun, üç-dört kilometre daha yürümen lazım denize ulaşman için ama biz futbol oynardık, maçımız biterdi ve tık, denize atlardık. Deniz, Trabzon'un simgelerinden biriydi; ondan da uzaklaştık…

Ali Kemal Denizci, şampiyonluklar kazanan takımın yıldızı ve devamlı yaşadığınız mahalleye geliyor, orada yaşıyor. Onun muhite girişi, çocuklarla kaynaşması… Nasıl bir etki bırakıyordu?

Hayal meyal hatırlıyorum onun Faroz'a gelişlerini. Mahalleden inerken gördüğünde beni sever, kafamı okşarmış devamlı. Futbolculuğu zaten bambaşka bir şey de Ali Kemal Abi'nin insani tarafı daha çok konuşulurdu. Babam çok severdi onu. Benim de o zamanlar örnek aldığım oyuncuydu.

Avni Aker'de izlediğiniz ilk maç?

İlk gittiğim maçı hatırlamıyorum ama iz bırakan ilk maç Inter maçıydı. Tuncay Soyak atmıştı golü ve 1-0 kazanmıştı Trabzonspor. Bakın çok ilginç; Tuncay Soyak, deniz tarafındaki kaleye atıyor golü, sağ taraftan kalecinin sol doksanına gidiyor top. Sene 1983… Sonra 2011'deki 1-1'lik maçta da Halil (Altıntop) aynı kaleye, aynı yerden golü atıyor. 1983'teki maçta ben de Tuncay Abi'nin golü attığı tarafta, tribünün üst tarafında oturuyordum. Orada maçı izlerken hep kendimi sahada hayal ediyordum.

Birkaç yıl sonra da bunu başardınız…

Evet, genç takımda parmakla gösterilen oyunculardan biriydim. Eskiden A takım maçından önce genç takım maçları olurdu. Avni Aker'e bizi izlemeye gelen insanlar vardı. İlginçtir, bazıları bizi izledikten sonra çıkıp giderdi stattan. Hepimizi isim isim bilirlerdi. A takıma çıkınca da bu adamların hepsi "Aa, bu bizim 10 numara, bu bizim 7 numara!" diye sahipleniyordu. Şimdi kimse genç takım topçularını tanımıyor.

O A takımdan önce oynanan PAF maçları aslında oyuncunun yetişmesi için çok önemliydi…

Çok, çok… Nasıl oluyor biliyor musun? Stada gidiyorsun, tribünler yavaş yavaş doluyor… Kendini insanlara beğendirme duygusu var tabii, o daha da yükseğe çıkıyor. Güzel işler yapmak, parmakla gösterilmek istiyorsun. Bu da büyük bir motivasyon oluyordu tabii. Baskının ne olduğunu orada öğreniyordun. Sonra A takımla maça çıktığında alışmış oluyordun. Bir de karakterin sağlamsa yenerdin zaten o baskıyı. Şahsen ben bu eleştirilerden -hatta zaman zaman hakaretlerdençok güçlenerek çıktım.

Takıma girdiğiniz sezon, kadroda büyük oyuncular var. Orada genç oyuncu olmak nasıldı, bir korku var mıydı?

Turgay Semercioğlu, İskender, Şanlı Abi, Necati Abi, Şenol Kaptan, Dobi Hasan… Son senelerine denk geldim onların. Korku yok da… Sol bek Küçük Şenol, sol orta saha İskender Abi, sol açık ben oynuyordum… Sol tarafı düşünebiliyor musun, uçuruyorduk orayı biz. Tak-tak gidiyorduk oradan, İskender Abi bana salıyordu topu, ben direkt kaledeydim zaten. Onlarla oynamak keyifti.

O dönemki eski futbolcular biraz da 'baba' gibi ya… Çekinmiyor muydunuz hiç?

Yok, onlar seviyorlardı bizi ya… Seviyorlar derken yetenekli olduğum için, yoksa gözüme hasret değillerdi yani. Tabii Şenol Kaptan'ın yanında kimse konuşmazdı, onlar soyunurdu sonra biz soyunurduk. Ama mesela Necati Abi derdi, "La değişikler, ha bu uşak bizimdir ha, buna yanlış bakmayın" diye. Aynı mahalleden de olduğumuz için beni çok sahiplendi Necati Abi. Ben iyi büyüdüm onların yanında, hep korudular beni…

O ünlü vuruş tekniğiniz daha çocuk yaşta oturmuş aslında…

O zaman daha çok hareketli toplara vururdum. Hatta şaşırırlardı, "Bu zayıf bacaklardan bu şutlar nasıl çıkıyor?" diye. Genç takım döneminde orta sahayı geçer geçmez vurup gol attığım çok pozisyon vardı. Frikikler sonradan çıktı. Çalışa çalışa oldu. Eskiden bilinçsizce vuruyordum. Danimarka maçı oynuyoruz Ankara'da, 30-35 metreden bir frikik oldu. Aklıma hemen Prekazi'nin Monaco'ya attığı gol geldi. Rıza (Çalımbay) Abi topun başındaydı, "Rıza Abi, sen bir çekil kenara" dedim. Topa bir vurdum, ip gibi gitti ve alt 90'a takılınca "Oluyormuş bak" dedim kendi kendime. Sonra barajlar kurulmaya başlandı, daha bilinçli vurmam gerektiğini anladım. "Bu sertlikte giden topu barajdan geçirirsem hiçbir kaleci bu şutları engelleyemez" diye düşündüm. Daha sonra frikik golleri izledim ve kalecilerin birçoğunun top kaleye girdikten sonra hamle yaptıklarını gördüm. Ama beni şutla çok özdeşleştirdiler; benim tek yeteneğim şut atmak değildi.

İki ayağını kullanan çok futbolcu var ama ikisini de sizin kadar etkili kullanan çok oyuncu yoktur…

Kendine güven önemli. 18 içinde bir pozisyon oluyor, sağ ayakla vursam defans önüme atlayacak ama soluma güvendiğim için topu bir çekiyorum, kaleyi direkt karşıma alıyorum.

Mahallede sabit bir yerimiz vardı. Cam kırmayacağımız bir yer bulmuştuk. Zengin bir adamın arsasıydı ve boş bırakmış orayı, Allah razı olsun o adamdan. İki top alır, birini keserdik, öbür topu da onun içine koyardık ağırlaşsın diye. Bir de duvarımız vardı. Duvara bir şeyler çizmiştik ve devamlı o duvara şut atardık. Kendi kendime "Zaten hep sağ ayakla vuruyorum, biraz da solla deneyeyim" dedim. Vura vura, sonunda bir baktım solla da gayet iyi şut atıyorum. Sonra da benim için önemli bir silah oldu işte.

Dünya futbolunda iyi şut atan oyuncular içerisinde örnek aldıklarınız var mıydı?

Örnek almak değil de beğendiklerim vardı. (Ronald) Koeman, Arie Haan, Alman (Rainer) Bonhof… Çocuktum ama televizyondan izlerdim Bonhof'u. Sonraki dönemden Lyon'lu Juninho vardı. Hepsi topa iyi vuran adamlar ama hepimizin stili farklıydı.

Topun başına geçtiğinizde açıya, baraja ya da mesafeye göre nasıl bir hesap yapıyordunuz?

Vuracağın açıya göre zaten pozisyon alırsın ama ben mesafeye göre üst mü vuracağım, plase mi yapacağım yoksa üst ayak dışı mı vuracağım, onu bir düşünürdüm. Bazen vurulmayacak yerlerden de vurdum. Baraj kuruluyor, mesafe epey var ama "Ya tutarsa?" diye düşünüyorsun. Olmaz diye bir şey yok. Piontek zamanı, Wembley'de İngiltere ile oynuyoruz. Orta sahayı biraz geçtik, frikik kazandık. Zaten en çok Piontek zamanında İngiltere kalesine yaklaşmıştık. 35-40 metre var kaleye. Topu koydum, gerilmeye başladım.

Arsenal'de oynayan Ian Wright diye bir forvetleri vardı. Onunla göz göze geldik, bana "Buradan vuracak mısın?" der gibi baktı. Geldim, topa vurdum… Gidiyor top; adım adım İngiltere kalesinin 90'ına doğru gidiyor… Tam sevinmek için döndüm, kaleci topu çıkardı. Denemek lazım!

Antrenörlük döneminizde de genç bir kalecinizi sakatlamıştınız galiba?

Antalyaspor'da çalıştığım dönemde Ozan (Evrim) vardı. İdman bitti, çocuklar toplara vurmaya başladı. Ben de bir tane vurayım dedim. Bir vurdum, Ozan'ın omzu sakatlandı. Sonra da "Hami Hoca beni sakatladı" dedi. Sert de vurmadım biliyor musun, plaseydi…

Barajda olsam "Bana çarpmasın da ne olursa olsun" derim siz topun başındayken.

Kimse girmek istemiyordu ki zaten baraja. Bir de 15 metre filan açılırdım. Niye açılıyordum, onu da bilmiyorum bak! Herhâlde barajı ürkütmek için yapıyordum. Topa o kadar mesafeden gelirken motive oluyordum belki de… O mesafeden deparla gelince de şut kalçadan çıkıyordu tabii. Bir de topun tam ortasına vururdum. Dikkat edin, birçok defa top çok havalanmadan, ip gibi, alt 90'a doğru giderdi. Yerden gitti mi kalecinin görmesi çok çok zor zaten.

Bursa'ya attığım gol mesela… Duran top olmuş, normalde o açıdan baraj kurulmaz ama ben vuracağım için kurmuşlar. Ben kaleci olsam baraj istemem, niye açımın kapanması isteyeyim ama kurduruyorlardı. Topa bir vurdum; Şenol bakıyor, top gidiyor, Şenol dışarı gidecek sanıyor, tam onun görüş açısına girdiğinde kavis alıyor ve gol oluyor. Filelerden çıkan sesin şeref tribününe gittiğine dair espriler yapılmıştı. Çok güzel goldü cidden. Ama sonra kolum kırıldı o maçta…

Kalecilerin kâbusu oldunuz ama sizin kâbusunuz olan bir kaleci de vardı: Rüştü Reçber ve 1996'daki performansına dair neler hatırlıyorsunuz?

O kadar bireysel başarım var ama bir şampiyonluğum bile yok! Gerçek anlamda ellerimizden uçtu gitti. Demek ki yazılmamış diyorum. Rüştü bizim kalede olsa, 10-0 kazanırdık. O zaman da demiştim, "Rüştü, rüştünü ispatladı" diye. Hakikaten öyleydi. Gol oldu diye arkamı dönüyorum, kimse sevinmiyor, Rüştü kurtarmış. O da başka bir 'Tanrı'nın Eli' işte.

Fenerbahçe maçı sonrası herkes şehirden "Hayalet şehir" diye bahsediyordu…

Şehrin ruhu gitti ya… Kulübe nasıl döndük belli değil zaten, bizi Allah korudu, önümüzde bir kamyon olmasa çok farklı şeyler de olabilirdi, otobüste cam kalmadı. Kıran da bizim insanımız. Sanki biz istemedik de onlar istedi. Ya sen benim kadar istemiş olabilir misin? Ben verdim emeği, sen seyreden tarafsın. Orada anası ağlayan taraf benim, canı çıkan benim. Sen bunu nasıl yaparsın benim arkadaşıma, takımıma, camiama? Yaptılar ama. Bunları da yaşadık.

O maç geriye götürdü mü sizce de?

Götürmez mi! Hâlâ etkisi devam ediyor. Sonra bir de 2011 olayları var. Kupan verilmiyor ama Şampiyonlar Ligi'ne gidiyorsun. O dönem takımı yönetenler de kupanın peşine düşünce takım bu durumlara geldi; borç batağının içine düştün. Bütün camialarda sıkıntı var ama bizim takım daha zor durumda. Ben hep şuna inanırım: Futbolda, parayı verenle formayı veren adaletli olduğu zaman sıkıntı yaşamazsın.

Stil Farkı

Suat Hoca (Ahmet Suat Özyazıcı), futbolcunun sahada rahat etmesini isterdi. Basın mensupları idmanı izlemeye geldiğinde bile alır onları bir köşede oyalar, futbolcunun rahat çalışmasını sağlardı. Özkan (Sümer) Hoca ise çok disiplinliydi, çok sertti. İkisi de işine çok sadıktı; Türk futboluna ve Trabzonspor'a damga vurmuşlardır. İkisi de çok zekidir ama Özkan Hoca daha araştırmacıdır, global dünyayı da futbolu da hayatı da takip eder, çok okur. Değişik değişik kelimeler ve terimler kullanırdı, biz anlamazdık bile. Bizimle hep beşe iki oynardı. "Topu bana atın, bir terbiye edeyim, ehlileştireyim de size vereyim" derdi. Bir gün idmanda "Herkes partnerini alıp gelsin" demişti. Gittik, herkesin yanında biri var, Lemi'nin yanında kimse yok. Özkan Hoca anladı bunun anlamadığını, "Oğlum eşini al dedik eşini" dedi. Lemi de "Ya hocam Türkçe konuş da anlayalım" demişti. Farkları budur. Ama Suat Hoca daha fazla şampiyon yaptı.

1996'da şampiyonluk gelse ne olurdu?

Galatasaray dört yıl üst üste şampiyon oldu ya, işte Galatasaray değil biz olurduk. Güzel giden bir şeyi bozar mısın? Şampiyonluk gelse dağılmazdı, iki-üç transferle uçardı o takım. Çünkü harika bir kadromuz vardı. 2011'de de bozuldu kadro biliyorsun, en baba oyuncular Galatasaray'a gitti sonra. Trabzonspor yöneticileri bu iki süreci iyi yönetemedi.

Almanya günleri ne kattı kariyerinize? "17 sene futbol oynadım, bir sene de adam gibi Schalke'de oynadım" diye bir sözünüz var...

Gerçekten öyle ama. İlk maçıma çıktım, yenildik. Soyunma odasına bir adam geldi, omzuma dokundu, "Üzülme, haftaya kazanırsın, hallolur her şey" dedi. Burada ilk yarı 5-0 öndesin, ikinci yarı gol atmadın diye küfür ediyor adam. İmza attım, genel menajer yanıma geldi, "Mandıralı, mutsuz olduğun zaman bana geleceksin, ben de sana yardımcı olacağım" dedi.

Bir çıkıyorsun idmana; antrenör, malzemeci, çimlere bakan adam ve biz futbolcular aynı eşofmanı giyiyoruz. Bizde topçunun giydiğini malzemeci de giyecek ha! Kompleks var ya, olay çıkar. Giysin abi, "Biz aileyiz!" demiyor muyuz! Adamlarda öyle ama. Orada bütün çalışanlara verilen değer beni çok etkiledi. Antalyaspor'dan ayrılırken bütün çalışanlar ağlamıştı arkamdan. "O kadar antrenör gördük, bizimle bu kadar samimi olanı görmedik" diye. Ben buna çok önem veririm. Zaten öyle bir insanım ama Schalke'de gördüklerim de beni etkilemiştir elbette. Yetenekli olmak başka, insan olmak daha başka.

Boş günündesin, menajer geliyor, "Mandıralı, şuraya gideceksin, Schalke taraftarlarıyla buluşacaksın ve bir saat onlarla sohbet edeceksin." Tercümanla gidiyorum, bütün organizasyon yapılmış… Bir saat dediyse bir saat; bir dakika bile uzamaz. Taraftar da o kadar anlayışlı ki tık diye bitirmene bir tek tepki yok. "Teşekkür ederiz, çok mutlu olduk." Sadece bu. İdmandan çıkıp soyunma odasına gidersin; dolabına fotoğraflar konmuştur koli koli… Alırsın onları, çıkışta taraftarların arasına karışır ve isteyen herkese imza verirsin; herkese ama. Bir karı-koca vardı, onlara bir yıl boyunca her gün fotoğraf verdim. Adamlar için taraftar şu demek: "Bu şehrin takımıyız ve onlar da bizim velinimetimiz. Onlara iyi davranacaksın." E öyle olunca da taraftar da sana saygıyla yaklaşıyor

Sahada oynanan oyun açısından farklar nelerdi?

Bizim kaleye her korner atıldığında ön direkteydim! Trabzonspor'da kim beni oraya getirebilir? Hoca dese gelirim belki ama kimse gel demedi ki! "İleride kal" diyordu herkes. Ama Schalke'de antrenmanda bile hoca kafasıyla işaret ediyor, "Hami, ön direk…" Önce çok zorlandım. Ama bir süre sonra ceylan gibi oldum, güçlendim de… Zaten toplu oyunda sorun yok, her şeyi yapıyordum. Tam gollere de başlamıştık ama işte Mehmet Ali (Yılmaz) Bey'e "Hayır" diyemedik. Oradan dönmek hayatımdaki en büyük pişmanlıktır, en büyük! Çocuklarıma da kötülük yaptım. Orada dil öğreneceklerdi en azından. Çok huzurluydu ya ortam, anlatamam. Evin önünde oturuyorsun, taraftarlar geçiyor, korna çalıp selam veriyor sana hepsi de. Komşumuz vardı hep pasta getirirdi, tarzanca sohbet ederdik…

Daha geriye dönelim. Urban Braems dönemindeki tercümanınız Metin Tekin'in sizinle antrenör arasında yumuşak çevirileri oluyormuş…

Diyelim bizim orada ağzımızdan kötü bir şey çıkıyor, Braems "Ne dedi?" diyor, Metin Hoca "Hocamız çok haklı bu konuda, onun dediğini yapmaya çalışıyoruz" diye çeviriyormuş. Hâlbuki orada hocaya söven sövene! Braems çok tatlı bir adamdı ama çok kırılgandı. Hemen küsüp odasına çıkardı. Sonra Metin Hoca gelip bana "Oğlum hadi gel bir odaya çıkalım odaya, öpüşüp barışın, senden başkasını dinlemiyor" derdi, çıkardık birlikte. "Baba tamam, yarın daha iyi yapacağız" deyip öpüyordum yanaklarından, tombiş adam, geliyordu aşağı sonra. Yaşlı adam ya, tabii duygusal oluyor. Ayağı da aksaktı biraz. "Altın kafa" derlermiş ona Belçika'da, eski santrfor. Beni de çok seviyor, bizim eve geliyor, ben ona gidiyorum, hanımı da bana bayılıyor.

İki ayaklı kupa finalinde Bursaspor'a 3-0 yenildik, yemek yiyor karşımda, morali bozuk. Gittim arkasından sarıldım, öptüm yine yanaklarından, "Hocam biz bunları Trabzon'da eleyeceğiz, ben de iki gol atacağım, sen rahat ol" dedim. Arabaya binip gittim. Hoca arkamdan ağlamaya başlamış, bana soruyorlar ne dedin diye. Gittik Trabzon'a, idman iptal. Neden dedik, "Hami söz verdi, maçı alacağız" diye iptal etmiş. 5-1 yendik. Sonra kupayı kutlamaya gittik, babaya şampanya içirdim. Döktüm ağzına, hüzünlü de bir duruşu var, "İç ya," dedim, "Senin de katkın var, bizim hocamızsın." Öyle bir diyaloğumuz vardı işte, baba oğul gibiydik. Güzel adamdı, iyi çalıştırıyordu bizi. Yaşının verdiği bazı rahatsızlıkları vardı ama biz idare ediyorduk onu.

Duygusal anlardan biri de Leekens'in vedasında yaşanıyor galiba…

O ne yalancıydı o… Yalandan ağlıyordu, sonra şarap içmeye gidiyordu. Yılandı o. Niye yılandı biliyor musun? Biz bir maçta 2-0 öne geçtik, sonra maç 2-2 bitti. Soyunma odasına gazetecileri çağırdı, "Alın bunları çekin" dedi. Bizi attı insanların önüne. O anda bizim gözümüzde bitti.

Yabancı hocalar içinde Braems tek istisna gibi. Futbolcular içinde ise Şota'ya ayrı parantez açmak gerekiyor…

Şota, Trabzonspor tarihinin en büyük yabancı oyuncusudur. Sadece büyük oyuncu değil, iyi de insandı. Kardeşi Arçil de öyleydi ama sakatlığı nedeniyle o kadar faydalı olamadı. Şota'nın Trabzonspor'dan ayrılma nedeni de bence kendi vatandaşlarıdır. Trabzon'a gelip her şeyi yapıyorlar, suç işliyorlar, sonra Şota'nın ismiyle sıyrılmaya çalışıyorlardı. Çocuk bunaldı ve gitmek zorunda kaldı.

Gelip çok kolay Türkçe öğrendi. Çat pat konuşuyorken bile esprileriyle kırıp geçirirdi herkesi. Sıcakkanlılığının dışında çok da çalışkandı. Mesela ben idman sonrası kalıp çalışırdım, o da benimle kalırdı. Önce beni izlerdi, sonra vururdu. Her vurduğunda "Nasıl?" diye sorup benden teyit alırdı, ben de motive ederdim onu. Benden orta isterdi, bir sağdan bir soldan. Şota çalışırken diğerleri arabalarına binip giderdi. Onun için Şota böyle anılıyor, rastlantı değil.

Bir maçta orta yuvarlak hizasından, şeref tribünün oradan 60 metrelik şandelli bir top attım ona, 18'in üstüne… Şota topu göğsüyle kontrol edip rakibin üzerinden aşırdı, golü attı. Ona çok gol attırdım ben ama gerçekten çok becerikliydi. Kendi de bire birde yakaladığı zaman öldürürdü adamı, bir 'sekiz hareketi' vardı, hele Uche'ye neler yapardı… Kısa mesafede geçemeyeceği oyuncu yoktu. Çok seriydi, tık-tık yapardı birden, kimse ne olduğunu anlamazdı. Zaten o zekâsı da gol becerisini geliştirmesinde çok rol oynadı. Özel bir oyuncuydu.

"Ne koşuyorsun ulan"

Barcelona eşleşmesinin ilk maçında ben yoktum. 1-0 kazanmıştık, Hamdi atmıştı. Hamdi çok eleştirilirdi ama hem benden sonra en çok gol atan oyuncudur hem de forvetten liberoya kadar nerede görev verildiyse oynamıştır. İspanya'daki maçın başlarında golü attım. Keşke atmasaydım. İki gün önce kızım Aleyna doğmuştu, çok da şahane bir goldü, çok özeldi benim için ama uyuyan devi uyandırdı tabii. Çabuk çabuk yedi tane yedik. O maçta Ogün sarılık hastasıymış meğer, biz bilmiyorduk, daha sonra kondu teşhisi. Skor 5-1'ken Soner bir tane attı, koşarak topu filelerden alıp santraya götürüyordu. Lemi bağırdı ona "Ne koşuyorsun ulan!" diye. Sonra iki tane daha yedik, bunu da hâlâ anarız. Güzel bir atmosferdi tabii, etkilenmemek mümkün değil. Bizim taraftar uzaktan öyle karınca gibi görünüyor, bir karartı var orada, bağırıyorlar, fark edemiyorsun ki… Yüz bin kişi var orada, devasa bir stat. Stoichkov var, Koeman var, Laudrup var, var da var… Büyük takımdı o. Orada iki gol atmak da güzel bir anı oldu bizim için. Ama esas efsane maçlarımız Lyon, Aston Villa maçları…

Peki ya kulüp tarihinin en kariyerli yabancısı Jean-Marie Pfaff?

Hiçbir şey vermedi bize. O eğlenmeye, gırgır yapmaya gelmişti buraya. Hakemin düdüğünü al, ona eldivenlerini ver, değişik değişik tavırlar… Sempatik olmaya çalışıyordu ama değildi. Dini imanı paraydı, her şeyi paraya çevirmeye çalışırdı. Bir tarafta idealist bir hoca var, diğer tarafta maymunluk, şarlatanlık yapmaya çalışan bir kaleci… İsimli kaleciydi ama bize geldiğinde bitmişti. Oynadığı maçları, yediği golleri gördük. Bitmiş adama büyük para veriyorlar, onu kayırıyorlar, sen de bunu görüyorsun futbolcu grubu olarak…

Her sezon Galatasaray'a transferiniz gündeme gelirdi. Var mıydı gerçekten öyle bir ihtimal?

Vardı. Hem Fenerbahçe'ye hem de Galatasaray'a transferim söz konusu oldu ama en çok Galatasaray'la yakınlaştım. Beceremediler, yoksa ben bana düşen tarafını yapmıştım. 1996 Avrupa Şampiyonası zamanında Fatih Hoca, Murat Beyazıt'a "Hami'yi alın" demişti. O devreye girdi, ben de bir maçtan sonra "Galatasaray'a gidiyorum" dedim, yani Trabzon'da söylenmeyecek bir şey söyledim. Türkiye'de söylenecek en zor sözlerden biridir belki bu. Ama becerip alamadılar işte, olmadı.

Galatasaray'ın 2000 yılındaki UEFA Kupası yolculuğunu izlerken "Ben de orada olabilirdim" diye düşündüğünüz olmuş mudur?

Tabii oldu. Her oyuncu ister, kim istemez o takımın parçası olmayı? Şimdi mesela bakanlıkla bir programımız var, cezaevlerini ziyaret ediyoruz. Ergün orada anlatıyor, ben onun adına çok seviniyorum. O onu anlatıyor, başkası başka bir şey anlatıyor, ben "Burada en mazbut benim" diyorum, şampiyonluğu olmayan tek futbolcu benim. Beni de "Olsun sen de gönüllerin şampiyonusun" diye avutuyorlar, ne yapalım… Bir şampiyonluğum olsaydı keşke.

"Şamarı Yiyince Rahatlıyorlar"

Dinamo Zagreb'i eliyorsunuz, üstüne Lyon… Sonra gidip B36 Kopenhag gibi çok daha zayıf bir takıma elenmek çok yazık değil mi?

Hiç sorma ya… Bir de ben çok gol kaçırdım. Oradaki maçta golü atsam, biz onları elerdik. Noel hediyesi verdik heriflere ya. Yaşlı başlı bir forvetleri vardı, Manniche, hâlâ unutmam adını, zar zor yürüyen adam gol attı bize ya. Vallahi billahi olacak iş değil. Nasip işte, ötesine geçemiyorsun.

Aston Villa maçı dönemine baktığımızda takım pek de iyi gitmiyor. Ama o maçta oynanan futbol bugün hâlâ hatırlanıyor.

O eşleşmede Orhan (Kaynar) çok iyi oynadı. İki maçta da gol attı, hele ilk maçtaki kafa golü efsanedir. Ben ortayı açtım, mermi gibi gidiyordu top, Orhan kısa boyuyla öyle bir yükselip doksana vurdu ki onların hocası (Ron) Atkinson sakızını yuttu. Zaten o maçtan kısa süre sonra görevine son verildi. Çıkıyorsun ya o maçlara, böyle ukala ukala bakıyorlar sana… Lyon maçında da öyleydi mesela. Şamarı yiyince rahatlıyorlar sonra, bizim için de çok ayrı bir keyif oluyor. Ama Avrupa'da hiç ilerleyemedik, böyle zaferlerin ardından hep dağıldık.

Avni Aker'i ne kadar özlüyorsunuz?

Ne kadar mı özlüyorum? Sen onu bırak, geçenlerde Avni Aker'in oradan geçtim, yıkıldıktan sonra ilk kez… Gözlerimden yaş geldi, diken diken oldu tüylerim. Ya orası yıkılmıştı, inanabiliyor musun? Benim önce hayalini kurup sonra oynadığım, gol attığım, kendimi Türk futboluna tanıttığım, kimlik kazandığım mekânı yıkmışlar. Bir baktım ki gitmiş. Harabe olmuş. Orası sadece benim için değil, şehir için de bir kimlikti, keşke Fenerbahçe Stadı gibi aynı yerde yapılsaydı. Umarım en azından orası bir spor alanı olur, Trabzonlu çocuklar gider spor yapar. Sanmıyorum ama.

Socrates Dergi