Deryada Bir Dalga

12 dk

Ege Çubukçu, Derya isimli albümüyle uzun süreli sessizliğini bozdu. İstanbul'u terk edip yeniden İzmir'e yerleşen müzisyeni, konser ve albüm çalışmaları için geldiği İstanbul'da yakaladık

İnsan, ömrünün bir kısmını varlığının anlamını arayarak geçiriyor. Kimi buluyor, kimi bulamayacağının farkına varıp vazgeçiyor, kimi de en azından gidebildiği yere kadar gitmeye gayret ediyor. Ege Çubukçu bir süredir işin 'gayret' tarafında ve üretmeyi sürdürüyor. İkinci ismi Derya ise hem gerçek kimliğini arayışının bir parçası hem de son albümünün adı. İstanbul'dan İzmir'e ve Ege'den Derya'ya bu derin yolculuğun satır başlarını kendisinden dinliyoruz...

Derya'yı dinlediğimde karşımda başka bir insan var gibi hissettim; dertli ve bunu ifade etmek isteyen... İki Ege'nin farkı ne?

En önemlisi, farkındalık. Hayatı yaşarken gözden kaçırdığı her şeyin yavaş yavaş farkına varan bir Ege var; sanki Matrix'in içine girmiş de bütün materyalleri bir rakam, hatta emoji olarak görüyor gibi... Trafikte önüme kırıp bağıran adam yerine başka birini görüyorum mesela, adam 40 yaşında belki ama ben onu 12 yaşındaymış gibi algılıyorum çünkü ancak 12 yaşındaki bir çocuk öyle davranır. Bu tarz farklılıklar yaşadım.

80 milyonluk bir ülkeyiz diyoruz ama o 80 milyonla birlikte yaşamıyoruz. Küçük bir çemberin içindeyiz. Zannediyoruz ki bu dünya bizim için yaratılmış, dünyaya gelmemizin bir manası var. Kendimize fazla önem atfediyoruz. Böyle bir uyanış yaşayınca bunu deşmeye çalıştım ancak çok da beceremediğimi fark ettim çünkü İstanbul'da dikkat dağıtıcı çok şey vardı.

Saptığın yol biraz da nihilizm mi oldu? Koca okyanus içinde bir damla misali…

Kesinlikle öyle. Berkun Oya'dan ders alıyordum üniversitedeyken ve bir derste bize "İçindeki boşluk kavramı sana ne ifade ediyor?" sorusunu yöneltmişti. Ben kendime baktığım zaman kendimi göremeyecek kadar nokta gibi kalıyordum. Uzay boşluğu, yıldızlar, gezegenler, onların en dibinde koca bir dünya, denizler, kıtalar, ülkeler, şehirler, semtler, o kadar küçülüyordum ki… Bir nokta gibiydim ve bu noktayı hiçbir zaman dolduramamıştım.

O yüzden de cevap olarak "Kendimi bir poşet gibi görüyorum, rüzgârla dans ediyorum ve aslında bu bedende olsam bile bedenimde değil o boşluk" dedim. Sonra sorular geldi... Kimim ben? Ege Çubukçu mu? Yaz Geldi mi? Derya mı? Ne olduğumu sorgulamak zorunda kaldığım bir durum yaşadım yani.

Nereye getirdi bu seni?

İstanbul'dan gitmeyi, yeme içme düzenimi değiştirmeyi, sabah kalktığım gibi sosyal medyayı açma alışkanlığımdan kurtulmayı… Bir gün öncesinde beni ben yapan şeyleri listeden atıp buraya yeni artılar ekleyeceğim diye yola çıktım aslında. Şimdi böyle deyince suç İstanbul'daymış gibi anlaşılıyor ama değil.

Ama İzmir'e dönmek, senin için biraz da ana rahmine dönmek gibi...

Kesinlikle. Senin de başına gelmiştir, İstanbul gibi bir yerde gelmemesi imkânsız zaten. Ama aynı kafa yapısını taşıdığın sürece nereye gidersen git, sana hayır yok. Oysa en büyük hayır, insanın kendisine yapacağı hayırdır. Yakınlarda sordular mesela bana, "En sevdiğin kişi kimdir?" diye, "Kendim" dedim. Çünkü kendimi sevmezsem seni sevmeyi asla başaramam.

Hatalarımı kabul etmem gerektiğini hissettim. Ondan önce böyle net bir farkındalığım yoktu. Soruları oluşturmuştum ama cevaplarını bulamıyordum. Müziği hazırlamışım ama sözlerini yazamıyormuşum gibi düşün. O yüzden gittim. Tamamen kendime odaklanabileyim diye.

John Frusciante'nin bir sözü var: "Bir noktadan sonra bir figüre, bir postere dönüşüyorsun ve insanlar asla onun altındaki kişiye bakmıyorlar, daima gördükleri seni istiyorlar. Oysa o sen, sen değilsin." Sen de aynı mantıkla "Evet siz Ege'yi görüp sevdiniz ama bu çerçevede kaldığım sürece yenilenemiyor ve kendimle barışık kalamıyorum. Oysa tanıdığınız adamın altında bir de Derya var" mı demek istedin?

Evet ama bu hepimizde var. Birbirimizi hep bir anıyla, bir imajla, bir tatla, bir kokuyla ayırıyoruz aslında. Ama o kişiyi hatırladığın an çoktan geçmiş oluyor ve o kişi o anın devamında bambaşka şeyler yaşamaya başlıyor. Bunu sana daima gösteremez, göstermek zorunda da değil. Biz de anlamak zorunda değiliz zaten. Misal, iş yerinde bir Onur var, eşi için bir sevgili ya da çocuğu için bir baba figürü olarak Onur var, ailesi için, arkadaşları için... Yalan söyleyebildiği veya söyleyemediği insanlar var, yalan söylese anlatamayacakları var. Biz o rollere bürünüyoruz ya hep, ben bu rolleri azaltmaya çalıştım biraz.

2003'te geldim İstanbul'a, 2005'te ilk albümüm Bir Gün yayınlandı. 22 yaşında, aniden ortaya çıkan, bir anda kabul gören, şarkıları bütün radyolarda çalmaya başlayan bir müzisyene dönüştüm… Daha müzisyen bile değildim esasında. Şarkılarını gün yüzüne sürmeyi başarabilmiş, yırtıcı bir gençtim. Kimse hatırlamıyor tabii o zamanları; radyolarda İbrahim Tatlıses, Sibel Can gibi fantezi müziklerin tamamen tepede olduğu, pop müziğinin bile yeteri kadar ilgi görmediği dönemlerdi. Rap denince de bir tek Ceza, Sagopa Kajmer, Cartel falan biliniyordu

Ben üretici değilim. Kendimi birilerine beğendirme zorunluluğum yok. Fakat sen bir şarkıyı YouTube'a koyduğun zaman kimin göreceği ya da onun nereye gideceği belli değil. Bu yargılanma hissi üretim sürecini etkiliyor mu?

Bir dönem etkiledi. Kendime "İnsanlar bunu anlar mı? Anlamayabilir. O zaman böyle mi yazsam?" dediğim bir an oldu ve o an kalemi kâğıdı bıraktım, bir süre bir şey yapmadım çünkü tehlikeli bir yoldu bu.

Son albümün biraz modern bir deneme, sözler daha önde, çok hâkim değilim ama Macklemore'a benzettim. Sen kendini hangi janra daha yakın buluyorsun? Çünkü sana rapper diyen de var, hip-hop'çı, RnB'ci diyen de...

Bir çerçeveye sıkıştıramam. Albümün içinde gospel var, soul var, RnB, hip-hop, rap, trap var. Bu kadar çok janrı bir araya getirdiğin zaman bir şey oluşuyorsa bir isim koyalım. Ama ben pek isim koyma yanlısı değilim. 'Black music' diyebiliriz belki. Macklemore örneğine gelirsek, onun da ilk albümü çok içsel bir albümdü. O açıdan benzetmiş olabilirsin. Kendisiyle yüzleşen, hikâyesini diğer insanlara anlatırken onların da bir parçası olduğunu gösterebilen, yani "Benim senden bir farkım yok" dedirten albümler vardır, bu da öyle...

Ya da "Ben bunları yaşadım, belki senin de bazı acılarına değiyordur" diyen...

Değiyordur. Mevzu biraz da "Anlıyorum seni moruk" demek ya; senle burada oturalım, saatlerce bira içelim, sen anlat, ben dinleyeyim. Sonunda "Haklısın" derim. Seni daha iyi hissettirmek için değil çünkü kendi dünyanda haklısın. Hatta gelip sarılmak isterim sana. İşte bu albümün janrı da bu; bir kucaklama albümü.

Basketbol & Bisiklet

Basketbolla ilgilendiğini biliyorum ki üzerinde şu anda bir Jordan eşofmanı var. Bu ilgi nasıl başladı?

Zamanında Celtics'in bir maçına denk geldim, eski salondu, hatırlıyorum. Parkeler o kadar hoşuma gitmişti ki izlemeye başladım ve uzun bir süre sadece Celtics maçlarını takip ettim. NBA ile ilişkim böyle başladı diyebilirim. Bir de futbola yönlendirildiğim dönem var çünkü kalecilikte daha başarılıydım basketbola göre. Ama sonra omzumdan sakatlık yaşadım, bir de gençlikteki kötü huylar falan var işte; sigara, alkol... Hepsi bir arada gitmediği için sporu bıraktım. İyi ki de bırakmışım, yıllar sonra kendi sporumu keşfettim, bisiklet beni hayata döndüren şeylerden biri oldu.

Haftada minimum dört gün Bahriye Üçok Bulvarı'ndan başlıyorum, Çiğli'deki su arıtma tesisine kadar gidiyorum, 20-25 km civarı bir mesafe. Bunun dışında ayda bir-iki kez de İzmir'den çıkıp Urla-Çeşme-Mordoğan yapıyorum. Çeşme'deki Gran Fondo'ya katılmak istiyorum ama bir-iki senedir iş-güç derken denk getiremedim.

Bisiklete başlayanlar "Azıcık da koşayım, biraz da yüzeyim" falan diyor. Sende de böyle bir durum var mı?

Haruki Murakami'nin Koşmasaydım Yazamazdım'ını okuduktan sonra anladım ki bu disiplinlerin herhangi biriyle bağlantı kurman yetiyor. Ben de sürmeseydim yazamazdım. Hepsi bir şeye tutunmakla başlıyor.

Son beş senede diyelim, YouTube'un da iyice hızını almasıyla bir furya oluştu; rap, hip-hop, RnB, adını ne koyarsan koy, bu müziği yapan birçok isim çıktı. Ve bunlardan bazıları daha protest, bazıları daha arabesk, bazıları ise bir şeyler yapmak istiyor ama ne yaptığı belli değil. Sen mevcut durumu nasıl buluyorsun?

Bir gün herkes rap dinleyecek" diyorlardı, haklı çıktılar. Ama ben hep "Herkes rap dinlediğinde rap neye dönüşecek?" diyordum.

O hâlde şu an pek memnun değilsin...

Yok, bu benim kontrolümde gelişmediği için kontrol etme, sahip çıkma ya da yargılama gibi bir duygum yok. Mesela bana sürekli "Trap müzikle ilgili ne düşünüyorsun?" diye soruyorlar, hani ben oldschool'um ya onlara göre. Aslında değilim. Evet, 20 yıldır rap müzik yapıyorum, kâğıt üzerinde eski ama daha 35 yaşındayım, Dr. Dre de değilim yani.

Türkiye'de trap müziğin tohumu son 7-8 senede atıldı ama kimse ondan öncesini hatırlamaz. Şimdi herkes kimin Instagram takipçisi fazlaysa ona bakıyor ama baktıkları bir YouTuber da olabilir, rapper değildir belki de... Trap'çilere sorun; sırtlarında hip-hop kültürünün yükünü hissediyorlar mı? Evet, ben de Yaz Geldi'yi, Hey DJ'i yaptım ama hip-hop kültürünün bir üyesi olduğumu da hiçbir zaman unutmadım. Öyle bir yük vardı omzumda. Yeri geldiğinde protest şarkılar da yaptım, sosyal sorumluluklar da üstlendim, farkındalık üzerine de çalıştım... Şimdiki gençler o yükümlülüğü hissediyorlar mı?

Zorundalar mı?

Değiller ama o zaman da çıkıp "Biz hem hip-hop kültürünü temsil ediyoruz hem de yüzeysel şarkılar yapıp suya sabuna dokunmuyoruz" diyemezler, ikisinden birini seçmek lazım. Bunu netleştirmek lazım. Yoksa ben çıkmışım şimdi Socrates'te "Bence trap müzik şöyle böyle" falan diyorum. Bir manası yok. Popüler kültürün bir malzemesi bu artık.

Sen ana akım medya kaynaklı bir popüler kültür malzemesiydin; TV'deydin, radyodaydın, popülerdin ama sana temas edilemiyordu. Şimdikiler yine senin yaşında, senin gibi bir anda patlayan ve üne kavuşan çocuklar. Mesela Ezhel... Fakat onlar, yorum ve eleştirilerle yüzleşmekten kaçamadıkları bir ortamda yaşıyorlar. Bir tavsiyen olur mu?

İki milyon takipçisi var Ezhel'in. Çok dinlenmek iyi bir şey ama ona şunu tavsiye edebilirim; dinleyiciyi kafada büyütmemek gerekiyor, dinleyicinin görevi sadece dinlemektir. Kendi markanın PR'ının bir paydaşıymış gibi düşünmek sana da zarar verir. O yüzden, kafaya çok takmasın. Linç yiyor bazı paylaşımlardan dolayı, görüyorum ama bu iki milyon ayrı kafaya hitap ediyor olmaktan geliyor. Ben de zamanında yaşadım bunu. Geçenlerde bir hesap yaptık. İlk albümüm Bir Gün'ün satışını günümüz stream'ine koysaydık 800 milyonu görürdü ve bu elbette beni de çok acayip bir yere götürürdü. Yine de geleneksel medya olduğu için kaçış ve kendimi gizleme şansım vardı. Ama o bile bir yere kadar tabii; ben de saçma sapan magazinsel olayların içinde kaldım; bir anda peşimde üç-dört kamera, Ortaköy'de beni kovalıyorlar falan. Ya da geçmişte babamla yaşadığım aile kâbusu, bir bakıyorum Kanal D'nin magazin programında... Ben de deneyimledim bunları ama hiçbirini hayatımın bir paydaşı yapmadım çünkü yapsam kendimi kaybedecektim.

Senin hakkında bir şeyler dönsün ama senin dışında, senin kontrolünün dışında dönsün... Bu mu?

Benim dışımda dönsün, bu zaten kontrol edebileceğim bir şey değil. Kontrolümde gitse ne olacak ki? Biraz uzaya bırakmak, kafa yormamak gerekiyor. Çünkü iki milyon dinleyicinin olmasıyla övünüyorsun ama bu bir yandan da iki milyon ayrı karakter demek. Biri seni terörist ilan edecek, biri materyalist bulacak, biri sana Travis Scott'ın çakması diyecek...

Hepsi de seni sevmiyor aslında, birçoğu sadece takip etmeye değer buluyor belki. Tam olarak senin müziğin için orada değiller; saçın için de oradalar, giyim kuşamın için de, rahatça ettiğin küfürler için de, şarkılarının içerikleri için de, havalı fotoğrafların için de... O yüzden, verebileceğim en iyi öğüt şu olurdu Ezhel'e; hiçbir şeyi kişisel algılama.

Onur Erdem

49. Sayı
Nisan 2019



Socrates Dergi