
Detonatör
18 dk
Avrupa'nın büyük futbol ülkeleri, öncü takımlar çıkarmaya devam ediyor. Peki büyük sahnede doğuştan şanslı olmayan ülkeler ve o ulusa ilham veren lokomotif takımlar?
İngiliz şampiyonu Wolverhampton Wanderers 13 Aralık 1954'te Macaristan şampiyonu Honved'i yenmiş ve İngilizler kendilerini 'dünyanın en iyi takımı' ilan etmişlerdi. Macaristan, 1953 ve 1954'te İngiltere karşısında ezici iki zafer kazanmıştı ve takımın Czibor, Kocsis, Bozsik gibi en önemli isimleri Honved formasını giyiyordu. O nedenle İngilizler bu basit çıkarımı yapmıştı. Maç bir yandan da Doğu ile Batı Avrupa'nın mücadelesi, paralı ile kendine yetenin savaşı ya da yenilikçiler ile muhafazakârların rekabeti gibi algılanabilirdi. Duruma farklı bakanlardan biri de L'Equipe yazarı Gabriel Hanot'ydu. Hanot, dünyanın en iyisi olmak için birden fazla dişli takımla mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyordu. İş arkadaşı Jacques de Ryswick de Hanot'yu destekleyen bir yazı kaleme almıştı. Bütün bunların sonucunda ilk Avrupa Kupası (Daha sonra Şampiyon Kulüpler Kupası ve Şampiyonlar Ligi adını alacak) düzenlendi. Onu, Kupa 2 adını alacak Kupa Galipleri Kupası takip etti. 1970'lerin başında ise UEFA Kupası dünyaya geldi.
Kupa 1'in ilk beş yılında Real Madrid hegemonya kurdu. Kadroda Gento gibi İspanyol yetenekler vardı ama jön, futbol tarihinin en büyük transfer hamlelerinden biri olan Arjantinli Alfredo Di Stefano'ydu. Real Madrid, hem oynadığı oyunla hem de Di Stefano gibi ilham veren bir yıldızla Avrupa'ya damga vurmuştu. Üstelik onun ihtişamıyla sınırlı kalmadılar. Birkaç yıl sonra Fransızların yıldızı Raymond Kopa, Macar efsane Ferenc Puskas ve Brezilya'nın ilk Dünya Kupası zaferindeki beyni Didi de beyaz formayı giyecekti.
Guttmann
Elliler futbolda yeniliklerin emekleme dönemiydi. Ve bu yeniliklerin sahnesi de Dünya Kupası'ydı. 1954'te Macaristan, 1958'de de Brezilya, 4-2-4'le fark yaratmıştı. Dönemin Avrupa futbolunda etkin bir düşünce merkezi olan Macaristan, sistemin öncüsüydü. Brezilya'ya da dizilişi taşıyan yine bir Macar, Bela Guttmann'dı. İtalya ve Honved maceralarından sonra rotayı Brezilya'ya kırmış, bir sene sonra da Avrupa'ya dönmüştü. Porto'yu şampiyon yaptığı gibi oradan da ayrıldı ve Benfica'nın yolunu tuttu.
"Portekiz futbolunda büyük oyunculardan oluşan nesli ortaya çıkaran ilk takım." Benfica'nın sol açığı Antonio Simoes, o takımın önemini bu sözlerle özetliyor ve "Mourinho, Guttmann'ın elli yıl önce söylediklerini söylüyor" diyerek Macar antrenörün katkısının altını çiziyordu. Guttmann'ın ilk sezonunda lig şampiyonu yaptığı Benfica, 1960-1961 sezonunda Kupa 1 Finali'ne yükseldi. Finalde, Barcelona'nın karşısındaydılar. Geriye düşseler de 3-2 kazandılar ve Real Madrid'den sonra Avrupa zirvesine yükselen ilk takım oldular. O gün radyosunun başında finali dinleyen Eusebio adlı genç yetenek ise ertesi sezon sahneye çıkacak, Benfica'nın tüm dünyada tanınmasına ve Portekiz futbolu ile özdeşleşmesine katkı verecekti.
Ertesi sezon Eusebio ve Simoes gibi isimleri kadrosuna katan Guttmann, 'Patron' lakaplı Coluna'nın saha içi liderliği ile durdurulması daha güçleşen bir ekip yaratmıştı. Finalde bu sefer Real Madrid'in karşısına dikildiler. Real, ilk yarıyı önde kapasa da Guttmann'ın devre arası konuşması artık Madrid döneminin sonuna işaret ediyordu. Jose Augusto, "Taktik hariç her şeyi konuştu" diyordu, Simoes ise o konuşmadan şu cümleleri hatırlıyordu: "İspanyolca, Portekizce ve İtalyancayı karıştırdığı kendine has diliyle 'Oturun, oturun! Real Madrid yaşlı yaşlı yaşlı! Real Madrid yoruldu, kazanamazlar! Koşamazlar! Di Stefano öldü öldü!"
Guttmann haklıydı. Coluna'nın nefis golüyle açılışı yaptılar ve Eusebio ile perdeyi kapattılar: 5-3. Benfica, Real Madrid'i finalde yenen ilk takımdı. Fakat devre arasındaki konuşma, Guttmann'ın en ünlü tahmini olmayacaktı… Yönetimle anlaşmazlığa düşüp kulüpten ayrılırken şunları söylediği iddia ediliyordu: "Benfica, bundan yüz sene sonra bile bir daha Avrupa şampiyonu olamayacak!"
Mahallenin Çocukları
Takip eden üç senede önce Milan, sonra da iki kez üst üste Inter, kupa töreninde sevinen takım oldular. İki finalde de karşılarında Benfica vardı. Milan'a karşı Altafini'nin beklenmedik kontra golüyle kupayı vermişlerdi. Inter maçında ise kaleci Costa Pereira hem hatalı bir gol yemiş hem de sakatlanarak oyuncu değişikliğinin olmadığı dönemde takımını uzun süre on kişi bırakmıştı. İtalyanların 'Katenaçyosu'na çözüm aranırken 1966'da miadını doldurmakta olan Real Madrid reveransını yapıp, bir kupa daha kazandı. 'Gariplerin sesi' olma görevini bir sene sonra üstlenecek bir takım çıkacaktı…
Celtic'li Jock Stein, sakatlıklar nedeniyle futbolu bırakmak zorunda kaldığında Celtic'in rezerv takımının başına geçti. Daha sonra farklı takımlarda görev alsa da 1965'te bu sefer Celtic'in A takım antrenörü olarak kulübe ayak bastı. 1960 yılında Real Madrid'in Eintracht Frankfurt'u yendiği finali Hampden Park'ta izlemiş ve Madrid'in her oyuncusunun hücuma katkı verdiği stilinden etkilenmişti. Celtic'te ilk işi bu düşünceyi yerleştirmekti. Birçoğu aynı mahallede yetişmiş, Celtic'te profesyonel olmuş oyunculardan bir takım kurdu. Billy McNeill ya da Bobby Murdoch gibi altyapıdan öğrencilerini A takıma yükselmişti, Bertie Auld ve Jimmy Johnstone gibi yetenekler de çizgili formayı giyiyordu. Stein, hızlı oyuna önem verdiği 4-2-4 dizilişi ile 1965-1966 sezonunda şampiyonluk zincirinin ilk halkasını taktı. Aynı sezon Kupa Galipleri Kupası'nda yarı finale yükseldiler. Bir sezon sonra ise Kupa 1'de finale çıkmışlardı. Rakip Inter'di. Stein'in takımı tek gol bile atılması zor görülen Inter'i geriden gelerek 2-1 yenecek ve Kupa 1'i Britanya'ya getiren ilk takım olacaktı. Auld yıllar sonra şunları söyleyecekti: "İngiltere'deki kulüplerin bir şeyler yapmak için daha çok imkânı vardı. Biz onlara inanç ve Avrupa'da futbolun nasıl oynanması gerektiğini aşıladık." Celtic, barutunun tek sezonluk olmadığını kanıtlayacaktı…

Jock Stein
Britanya'nın ağabeyleri de ertesi sezon törenin mutlu isimleriydi. Manchester United, Avrupa Kupası'nı müzesine götürürken finalde kaybeden taraf bir kez daha Benfica'ydı. Kayıplar, zaferlerin önüne geçse de 1966 Dünya Kupası ile birlikte Portekiz futbolu, Eusebio ve Benfica ile özetleniyordu. 1969'da çeyrek finalde Celtic, yarı finalde de Manchester United'ın önünü kesen İtalyanlardı. Milan, son iki şampiyonu de eleyip finalde de Ajax'ı geçerek kupaya ulaşmıştı. Bu zafer hem İtalyan döneminin sonu hem de Total dönemin sinyaliydi aslında…
Celtic, 1970'te bir kez daha finale ulaştı. Fakat Ernst Happel'in çalıştırdığı Feyenoord'a diş geçiremediler. Gerek milli takımlar gerekse de kulüpler düzeyinde adı duyulmamış Hollandalılar, artık sahneye çıkmıştı. Happel'in Feyenoord'u önemli bir iş yapsa da ülke futbolunun özdeşleşeceği takım, Rinus Michels'in Ajax'ı olacaktı. Sahayı parselleme, modern döneme ışık tutan pres modeli ve saha içi değişken rol dağılımı ile Michels'in Ajax'ı 70'lerin futbol devrimine imza attı. 1971'de ilk kupalarını kazandılar. Michels'ten sonra göreve gelen Stefan Kovacs, bu futbol makinesinin dişlilerini gevşetip daha çok özgürlük verince hem ortaya bir futbol gösterisi çıkmış hem de birçoklarına göre takımın sonunu hazırlayan süreç başlamıştı. Ne olursa olsun, iki sene daha zirveye çıktılar. 1971-1972 Finali'nde Inter'e verdikleri futbol dersi, Ajax oyununun doruk noktasıydı. İkinci şampiyonluk yürüyüşünde Ajax'ı en çok zorlayan takım, Guttmann'ın ahını üzerinden atamayan ve yarı finalde tek golle rakibine boyun eğen Benfica'ydı.
Ajax Gibi
Ajax, 1973'te bir şampiyonluk daha kazandı. Artık bir nevi Hollanda Milli Takımı olarak görülüyorlardı. 1974'te izleyenleri büyüleyen Hollanda'nın birçok oyuncusunun Ajax'lı olması şaşırtıcı değildi. Cruyff'un ayrılığı ve 70'lerin sonuna doğru takımın yaşlanması, bir sürelik sessizliklerine neden olsa da Ajax mantalitesi sadece Hollanda sınırlarında etkili olmadı. Hem Avrupa'nın büyük futbol ülkelerine hem de büyüklerin bileğini bükmek isteyenlere ilham verdi. Bu takımlardan biri de Saint-Etienne'di.
"Bir detonatör gibiydik, Fransa futbolunu ateşlemiştik." İnan Özdemir'le Socrates'in 21. sayısı için röportaj yaptığımız Saint-Etienne'in yıldızlarından Dominique Rocheteau, kulüpler düzeyinde Reims'ten sonra sesi soluğu kesilen Fransız futbolu için ne anlama geldiklerini bu sözlerle anlatmış ve devam etmişti: "1970'lere nasıl mı damga vurduk? Çünkü Saint-Etienne, rakiplerinden birçok alanda üstün gelen bir kulüptü. Operasyonel anlamda, profesyonellik anlamında çok gelişmiş bir ortamda, tıbbi manada da rakiplerin önündeydik. Seyahatlerimiz düzenliydi. Kulüpte üst düzey bir bilgi alışverişi vardı, biçimsel olarak Fransa'nın en iyi işleyen takımı kabul ediliyorduk. Pierre Garonnaire çok doğru oyuncuları kadroya katmasını biliyordu. Ve başımızda teknik direktör olarak Robert Herbin vardı; kulübü çok iyi tanıyan bir isimdi. O dönemler Ajax'ı izlemeyi çok severdi, onların taktiğinden epey etkilenmişti. Bizim de Ajax gibi oynamamızı isterdi."
Saint-Etienne, 1974 ile 1977 arasında Kupa 1'i zorlasa da üç seferinde de şampiyonlara elenmekten kurtulamayacaktı. Biri finalde olmak üzere iki kez Bayern Münih'e ve 1977'de de Liverpool'a tosladılar. Ama büyük transferle zirvede kalmaya gayret ettiler. Johnny Rep ve Michel Platini gibi yıldızlar yeşil formayı giyse de 1980'lerin başında sadece UEFA Kupası'nda çeyrek finale çıkmayı başaran bir takım olabilmişlerdi. 1980'ler özel sayımızda Caner Eler ile röportaj yaptığımız Michel Platini, "Kulüp o iştahını ve açlığını yitirmişti" diyordu, "Futbolcular değil de özellikle yönetim. Sonuçta uzun yıllardır başarılar elde ediliyordu, bir doygunluk hissiyle beraber motivasyon azalmıştı." 1980-1981'de Fransa Ligi'ni kazanan Yeşiller, bir daha bu başarıyı tekrarlayamasa da uzun yıllar ülkenin en çok kupa kazanan takımı olarak kalacaktı.

Stefan Kovacs'ın başında olduğu Ajax takımı...
Ajax'tan bayrağı, bu sefer kıtanın büyüklerinden Bayern Münih aldı ve üst üste üç zafer kazandı. Dördüncü final yolunda ise bir başka Ajax etkisi altında kendi yapısını oluşturan takıma çarptılar. Valeriy Lobanovski, futbolculuk yaşamında başarılar tattığı Dinamo Kiev'de kulübede görev almaya başladığında tarihler 1973'ü gösteriyordu. Oleh Bazylevych, Mihaylo Oshemkov ve Anatoliy Zelentsov'dan oluşan ekipte sistem modelleme sorumlusu olarak göreve başladı. Bir süre sonra Bazlylevych ile ortak beyin oldular. Lobanovski, ısı mühendisliği eğitimi almıştı, sibernetik ve sayılara ilgisi vardı. 22 unsurlu bir sistem oyunu olarak gördüğü futbolda en önemli şeyin; bir oyuncunun top ayağındayken değil, ayağında değilken ne yaptığı olduğunu düşünüyordu; "Bu yüzden kusursuz bir oyuncu dediğimizde prensip şudur" diyordu Sovyet futbol adamı, "Yüzde bir yetenek ve yüzde 99 sıkı çalışma."
Lobanovski ve Bazlevych'in Michels'in Ajax'ına öykündüğü ilk konu presti, diğeri ise oyuncuların saha içindeki değişken görevleri. Dörtlü çizgi savunmanın önünde bir adet bağlantı oyuncusu kullanan Kiev, önde üç adet hücumcu orta saha ve kanat forvet gibi sahaya yerleşen (Blokhin ve Onyschenko) iki hücumcu ile rakibi bozan ve hızlı hücum eden bir takım olmayı başarmıştı. İlk kez 1973'te Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek finaline çıkarak kendilerini gösterdiler. 1975'te Kupa Galipleri Kupası'nı kazanarak SSCB'ye futboldaki ilk önemli kupayı getirdiler. Ama Kupa 1'de hiç finale yükselemediler. 1976'da Saint-Etienne'e takıldılar, 1977'de Borussia Mönchengladbach'a, 1982'de ise Aston Villa'ya… Fakat Lobanovski'nin sistemi farklı isimlerle işlemeye devam edecekti.
Proleterler
Kupa 2'de çıkış yapıp ülke bayrağını Avrupa sahnesine diken takımlardan biri de Anderlecht'ti. Dönüm noktası, 1971'de Constant Vanden Stock'un başkan olmasıydı. Stock, şirketi Belle-Vue'nün forma reklamı olması gibi (Avrupa'daki ilk hamlelerden biri) finansal hareketlerin yanında transferlerle de kulübü iddialı hâle getirmişti. Hollandalı Arie Haan ve Rob Rensenbrink, Belçikalı oyun kurucu Ludo Coeck gibi transferlerin yanında Francois van der Elst ve Vercauteren gibi kulüpten yetişen oyuncularla 1976, 1977 ve 1978'de üç Kupa 2 finali oynadılar ve iki kez kazanan taraf oldular. Kupa 1'de ise şansları hiç yaver gitmedi. 1982'de Aston Villa'ya yarı finalde elendiler ama bir sene sonra bu sefer UEFA Kupası'nı kazandılar. 1983 UEFA Finali'ndeki rakipleri Benfica'ydı. Bir sene önce mucizeye imza atan Sven-Göran Eriksson, bu sefer kara büyüyü bozamamıştı.
Stein'in Celtic'i 1973-74 sezonunda 'kanlı' eşleşmede Atletico Madrid'e elenmiş ve 1978'de Stein skandal bir şekilde kulüpten uzaklaştırılmıştı. Fakat Britanya futbolunda İngilizler, Stein'in diktiği bayrağı yere düşürmedi. 1977'de Saint-Etienne'in hayallerini yıkan Liverpool, bir hanedanın temellerini atmış, formsuz sezonlarında ise Nottingham Forest ve Aston Villa, Kupa 1'i Britanya'ya getirmişti. Forest ilk Şampiyon Kulüpler Kupası'nı 1979'da Malmö'yü yenip kazandığında ise kuzeydeki kıpırdanma dikkat çekiciydi.

1986 Kupa Galipleri Kupası Finali... Oleg Blokhin.
Kötü hava, çamurlu zemin, ağırlaşmış bir top… İleri vur ve savaş futbolu… Sven-Göran Eriksson da birçok İsveçli gibi İsveç futbolundan çok İngiltere liglerini takip ediyordu. Üstelik Malmö'yü finale çıkaran Bob Houghton ya da Roy Hodgson gibi iki İngiliz menajerin İsveç futbolundaki etkileri yadsınamaz boyutlara gelmişti. Genç yaşta futbolu bırakan ve en dipten antrenörlük mesaisine başlayan Eriksson, 1979'da adını duyuracağı işin başına geçecekti. Idrottsföreningen Kamraterna (Yoldaşlar Spor Derneği) Göteborg, yarı profesyonel oyunculardan kurulu bir takımdı... Eriksson, Swenglish modelini Göteborg'a adapte etmeyi kafaya koymuştu. Temellerine sıkı sıkı bağlı bir İngiliz 4-4-2'si ve oyuncuların nerede, nasıl durmalarına kadar uzanan titiz çalışmalar… Bütün bunlar Göteborg taraftarlarına sıkıcı gelecek, seyirci ortalaması düşecekti ama 1982'de hem beklenen lig zaferi gelmiş hem de Mavi-Beyazlılar Hamburg'u geçerek UEFA Kupası'nı kazanmışlardı. Takımdaki birçok oyuncu gibi Eriksson'un da yolu açılacak; önce Benfica'nın, oradan da İtalya'nın yolunu tutacaktı… Göteborg ise kuzey futbolunu temsil etmeye devam edecekti. 1987'de Dundee United'ı yenip UEFA Kupası'nı ikinci kez kazandılar. En büyük masal ise 1985- 1986 sezonunda yaşanmıştı. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı finale yükselen Göteborg, ilk maçta Barcelona'yı 3-0 yenmiş fakat rövanşta İtalyan hakem Paolo Casarin'in de garip kararları sonucu 3-0 kaybederek penaltı atışlarında Barcelona'ya mağlup olmuştu. Yarı finalin diğer ayağından gelen takım ise esas hikâyeyi yazacaktı…
1980'lerin ortasında Çavuşesku'nun 'gözetimindeki' Steaua Bükreş, Rumen futbolunun lokomotifi olmakla kalmadı; Kupa 1'de en tepeye çıkan ilk Doğu Avrupa takımı unvanını aldı. 1985-1986 sezonunda yarı finale kadar kura şansı ile gelen Bükreş, yarı finalde Anderlecht'i, özellikle de bol ordu mensubunun takip ettiği rövanş maçındaki futboluyla geçerek finale çıkmış ve finalde penaltı atışlarında kalecisi Duckadam'ın tarihe geçmesiyle kazanmıştı. Bükreş'in yürüyüşü bununla sınırlı kalmadı. O yaz takıma, ülke futbolunun en büyük yeteneği Hagi katılacak, 1987-1988 sezonunda yarı final gören takım, 1989'da ise finalde Milan duvarına çarpacaktı. Milli takımın da art arda aldığı iyi sonuçlar ile ülke futbolu için fitili yakan takım haline gelmişlerdi. O sezon yarı finalde eledikleri Galatasaray ise 2000'de UEFA Kupası'na gidecek yolun temellerini atıyordu…
Doğu Avrupa için fitili yakan Kiev'in ise 1986 Kupa Galipleri Kupası Finali'nde Atletico Madrid karşısında oynadığı futbol, yeni çağın futbolu olarak adlandırılacaktı. Lobanovski, pres modelini iyice geliştirmiş ve yaşlanan Blokhin'in yanına yine garip patlayıcı özelliği olan Igor Belanov'u monte etmişti. Bir sezon sonra Kupa 1'de ise yine yarı finalde solukları kesilmiş ve şampiyon olacak Porto'ya elenmişlerdi. O sezon Kiev'in karşısına çıkan Beşiktaş'ın golcüsü Feyyaz Uçar, yaptığımız söyleşide Kiev'in alametifarikalarından birini şöyle anlatıyordu: "Bugün 'Barcelona Koşusu' denen koşuyu o yıllarda açıktan yapıyordu Belanov. Otuz koşu yaptı ama üç tane pas attılar maç boyunca. Ama pas önemli değil onun için. Gidip geliyordu hep. İnanılmaz disipline edilmiş bir takımdı. O sistemle kısa süreli başarılar yakaladılar ama ülke olarak bir şey yakalayamadılar. Disiplinle bir yere kadar geldiler fakat teknik-taktik olarak disiplinlerini besleyemediler."
1990'lar ve Küreselleşme
Taktik disiplini teknikle besleyen Milan, 80'lerin sonuna doğru pusulayı yine güçlülerin tarafına çevirmeyi başarmıştı. Benfica ise 1988 ve 1990'da iki final daha kaybederek uzun süreli bir 'pes' diyecekti. Değişen dünya düzeninde yok olacak Doğu Almanya'nın 1970'ler ve 80'lerdeki bayrak takımı Dynamo Dresden ise 1988- 1989 sezonunda UEFA Kupası'nda yarı final görerek sahneden yavaş yavaş çekilecekti. Son gösterilerden biri de Kızılyıldız'a aitti. Partizan, ilk finali oynasa da Kızılyıldız, Liverpool gibi takımlara karşı aldığı zaferler, oyun modelleri, UEFA Kupası finali ve büyük yeteneklerle Yugoslavların Avrupa'daki en şöhretli takımı olmuştu. Beograd adlı alışveriş merkezinin sahibi Milos Slijepcevic'in desteğiyle 80'lerin sonuna daha güçlü girmişler ve 1991'de Şampiyon Kulüpler Kupası'nı Balkanlara getirmişlerdi. Ama savaş, her şeyi olduğu gibi futbolu da parçaladı. Ertesi sezon kendi evinde maç dahi oynayamayan Kızılyıldız, yavaş yavaş dağılacaktı…

Kızılyıldız'ın zafer kutlaması...
"Futbol, Fransa'da ne zaman tam olarak endüstri oldu? Bernard Tapie'nin Marsilya'yı satın almasıyla birlikte mi?" İnan Özdemir, Dominique Rocheteau'ya bu soruyu sorduğunda şu cevabı almıştık: "Evet, başlangıçta o vardı. Ama yalnız değildi. Futbol, tüm Avrupa'da aynı anda değişti. Televizyon, yayın hakları bu anlamda en büyük değişikliği yaptı." Fransız futbolunun unutulmaz hücumcusu 1990'ların başını işaret ediyordu. Fransızlar, Marsilya ile nihayet Kupa 1'i kazandıklarında bir para babasının elindeydiler. Milan'da da başarının reçetesi aynıydı. Tabii ki Çavuşesku'lar da çok temiz değildi ya da Constant Vanden Stock'un adı da hakeme rüşvet davalarına karışıyordu ama 1990'larda her şey büyük futbol ülkeleri adına değişmeye başlamıştı.
Yetiştiren, üretenin zaferi olarak görülebilecek son başarı, Van Gaal'in Ajax'ının Avrupa'nın zirvesine çıkmasıydı belki de. O takımın o sene dağılmaya başlamasına neden olan Bosman Kuralları, yavaş yavaş dört büyük ülke takımlarının dışındakilere, özellikle de Kupa 1'de pek de söz hakkı tanımadı. Göteborg hatta Rosenborg, 1990'larda Şampiyonlar Ligi'nin gediklisi olmayı, Anderlecht bir süre daha gücünü korumayı başarsa da artık kupaya gitmek kolay değildi. Lobanovski de doksanların sonunda Rebrov-Shevchenko ikilisi ile final kapılarını bir kez daha zorlasa da sonuç değişmedi. 2010'larla birlikte Tottenham, Ajax veya Roma'nın yarı final görmesi futbol izleyicisinin heyecanlanması için yetiyor da artıyor bile. Porto'nun 2004'teki zaferi, belki de bu takımların son gurur kaynağı olarak orada bekliyor. Benfica ise 2013 ve 2014'te iki UEFA Avrupa Ligi finali kaybederek laneti kıramadığını gösterdi. Yeniden, 1960'lardaki takımın sol açığı Simoes'e kulak verelim: "Eğer bugün olsa Guttmann, böyle bir şey söylemezdi. İnsanlar bazen olaylardan sonra sıcağı sıcağına böyle şeyler söyleyebiliyorlar. Ama bir yandan da -ne yazık ki- Guttmann'ın bir kez daha haklı çıktığını da görüyoruz…"